“Gerçeği Söylerseniz” Kovulursunuz

“Gerçeği Söylerseniz” Kovulursunuz

Marc Lamont Hill, CNN´den “İsrail hükümetini eleştirdiği” için kovuldu… “Filistinliler İsrail ordusu ve polisinin gelişigüzel uyguladığı şiddet tehdidi altında yaşamaya devam ediyor:

 

Mark Lamont Hill ve Prof Michel Chossudovsky 

Marc Lamont Hill, CNN´den “İsrail hükümetini eleştirdiği” için kovuldu… “Filistinliler İsrail ordusu ve polisinin gelişigüzel uyguladığı şiddet tehdidi altında yaşamaya devam ediyor: Batı Şeria ve Gazze´de orantısız şiddet, barışçıl protestolar karşısında durdurak bilmeyen şiddet ve sivillerle muharipler arasında bir ayrıma gitmeyi sistematik olarak beceremeyen bir İsrail devletinin uyguladığı yanlış yönlendirilmiş şiddet...

Son on yıllarda İsrail hükümeti giderek sağa kaydı; yerleşimci sömürgeciliği ve ona eşlik eden inkar, yıkım, yerinden etme ve ölüm mantığını normalleştirdi. Uluslararası düzeyde kınanmasına rağmen, yerleşimlerin yaygınlaşması devam etti. Aynı zamanda, evlerin yıkılması ve devletin zorla uyguladığı yer değiştirme politikaları, Filistinli toplulukları yerlerinden etmeye devam ediyor. Gazze´liler açısından on bir yıldır İsrail´in (ve Mısır´ın) karadan, havadan ve denizden uyguladığı abluka, dünyanın en büyük açık hava hapishanesini yarattı. 

Sadece kelimelerle değil, aynı zamanda siyasi eylem, halk kitlelerinin eylemi, yerel eylem ve uluslararası eyleme bağlılıkla da dayanışma gösterme fırsatımız var. Böylelikle adaletin gerektirdiğini sağlayıp Filistin´i nehirden denize dek özgürleştirmemiz mümkün olur.” (Marc Lamont Hill, 28 Kasım 2018, Birleşmiş Milletler) 

Gerçekleri söylediği için kovuldu. 

Peki CNN Mark Lamont Hill´i Siyonist Hakaretle Mücadele İttifakı´ndan (ADL- Anti-Defamation League) gelen baskılar neticesinde mi kovdu? 

ADL ve diğerleri, “nehirden denize” cümlesinin, Hamas ve imhaya kafayı takmış diğer gruplar tarafından sık sık kullanılagelen “İsrail´in yıkımına” dair bir şifre olduğunu söyledi. 

“Nehirden denize” çağrısını yapanlar, İsrail devletinin son bulması çağrısında bulunuyorlar,” dedi ADL´de uluslararası ilişkilerden sorumlu kıdemli başkan yardımcısı Sharon Nazarian, bir açıklamasında. BM´deki yıllık etkinliğin “nefret ve bölücülüğü teşvik ettiğini” de sözlerine ekledi. (Boston Globe, 30 Kasım 2018) 

Mark Lamont Hall gerçekleri söylediği için kovuldu. 

CNN´de herhangi birisi, İsrail´in Filistin Halkı´na karşı işlediği suçları HABER YAPMADIĞI için kovulur mu? 

Buna “ihmal yoluyla yalan söylemek” deniyor. Ancak, yalan söylediğiniz için kovulmazsınız. 

Konuşulmayan Hakikat: 

-          1945 yılından günümüze dek, sayıları 20 milyon ila 30 milyon arasında değişen kişi, ABD´nin öncülüğündeki savaşlarda öldürüldü.

-          ABD ve müttefikleri 2001 yılından beri Afganistan, Irak, Lübnan, Libya, Suriye, Somali ve Yemen´e 291.880 bomba ve füze yağdırdı. 

Peki bunlar CNN´den aktarıldı mı? Bunun insanlığa karşı bir suç olduğunu söylemeden bile bu rakamları aktarabilirlerdi. 

Terörizm, “ABD yapımı” bir olgudur. El Kaide, CIA tarafından üretilmiştir. “Terörizmle Küresel Savaş”, insani temeller üzerinden ABD-NATO askeri müdahalelerini gerekçelendirmek üzere kullanılan bir uydurmadır (“koruma sorumluluğu”). 

Bu, “konuşulmayan gerçeklik”tir. CNN´deki işinizden olmak istemiyorsanız bu konudan bahsetmeseniz iyi edersiniz. 

Irak ve Suriye´ye yönelik olarak 2014 yılında Obama´nın başlattığı ve dört yıllık “terörizmle mücadele” bombardıman kampanyasının hedefi IŞİD değildi. Amacı; Suriye ve Irak´ı yerle bir etmekti. Bu, konuşulmayan gerçekliktir. 

Yalan söylemek, CNN´de “yeni normal” halini aldı. 

Gerçeği söylerseniz kovulursunuz ancak.

Michel Chossudovsky, Global Research, 26 Aralık 2018 

Marc Lamont Hill´in Birleşmiş Milletler nezdindeki açıklamasının tam metni 

Sayın Genel Sekreter, başkan, büyükelçiler ve ekselanslar – iyi akşamlar. Sizin karşınızda konuşma fırsatı bulmaktan onur duyduğumu özellikle belirtmek isterim. Bir araştırmacı, aktivist ve vatandaş olarak, Filistin halkının yaşadığı zulüm ve özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelelerinin geniş çaplı etik, ahlaki ve siyasi etkileriyle yakından ilgilenmekteyim. Bu itibarla, bu yıllık toplantı, kritik önemde bir müdahale anlamına geliyor. Aynı zamanda bir fırsat sunuyor. 

Öte yandan, ortada ciddi bir ironi söz konusu. Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, bu sene, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi´nin yetmişinci yıldönümü. Bu beyanname, İkinci Dünya Savaşı´nın doğurduğu çelişkiler ortamında filizlendi ve amacı, tüm insanların, ırk, din, sınıf, cinsiyet veya coğrafya gözetmeksizin sahip olduğu temel hak ve özürlüklere dair net bir etik ve ahlaki çerçeve sunmaktır. 

Bu beyanname elbette biçim ve uygulama açısından mükemmel sayılmaz. Genellikle insan haklarını Batı´nın merceğinden algılamaktayız. İnsan haklarını sömürgecilik perspektifinden gördük ve onu kendi deneyimlerimizin sınırlı çerçevesi üzerinden değerlendirdik. Basitçe ifade etmek gerekirse, güçlü olan taraf genellikle kendi özel ve yerel değerlerini evrenselleştirmeye çabaladı. 

Bununla birlikte, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, dünya vatandaşları olarak temel ahlaki ve etik hedefleri bir araya getirmek üzere kusurlu ancak işlevsel bir başlangıç noktası sundu. Bu hedefler, emperyalizm, sömürgeci ekonomik düzenlemeler, beyazların üstünlüğü, ataerkillik ve modern ulus devletin diğer tüm karmaşıklıklarının karşısında zayıf olan tarafa göz kulak olmaya çalışırken son derece yardımcı oldu.  

Bu sebepten ötürü, bu yılın aynı zamanda Nakba´nın, yani bir milyonu aşkın Filistinlinin kovulması, öldürülmesi ve bu zamana değin yerlerinden edilmesiyle sonuçlanan 1948 yılı Mayıs ayındaki büyük felaketin yetmişinci yıldönümü olması da son derece ironik ve üzücü bir durumdur. Küresel topluluğun insan haklarına yönelik net bir çerçeve hazırladığı her dakika karşılığında, Filistin halkı en temel haklarından mahrum kalıyor. 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, tüm insanların “özgür doğduğunu ve saygınlık ve hakları açısından eşit olduğunu” belirtirken, İsrail ulus devleti, İsrail´de, Batı Şeria´da ve Gazze´deki Filistin vatandaşları için özgürlüğü kısıtlamaya ve eşitliğin altını oymaya devam etmektedir. Halihazırda, Filistinlilerin –Yahudi olmadıkları için- tam vatandaşlık haklarına erişimini engelleyen altmışın üzerinde İsrail yasası bulunmaktadır. İskandan eğitime, ailelerin birleşmesine dek, normal şartlarda insanlara verilen haklar, Filistinlilerden esirgenmektedir. 

İnsan hakları yaşam, özgürlük ve güvenlik hakkını vaat ederken, Filistinliler İsrail ordusu ve polisi tarafından gelişigüzel şiddet tehdidi altında yaşamaya devam etmektedir: Batı Şeria ve Gazze´de orantısız şiddet, barışçıl protestolar karşısında durdurak bilmeyen şiddet ve sivillerle muharipler arasında bir ayrıma gitmeyi sistematik olarak beceremeyen bir İsrail devletinin uyguladığı yanlış yönlendirilmiş şiddet... 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bizi şiddete ve acımasız ve insanlık dışı muamele veya cezalandırmaya karşı korurken, Filistinliler İsrail´in ceza adaleti sistemi –bu terimi de ince bir alayla kullanıyorum- tarafından fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalmaya devam etmektedir. 

Dünya çapında insan hakları gruplarının dikkat çektiği gibi, hücre hapsine başvurmak, net ve tartışılmaz bir işkence biçimi oluşturmaya devam etmektedir. Bununla birlikte, Batı Şeria´daki Filistinliler -bu esnada kendilerine atfedilen herhangi bir yasal suçlama olmaksızın- hücre hapsine ve süresi belirsiz mahkumiyetlere rutin olarak maruz kalmaktadır. Geçtiğimiz sene, İsrail Yüksek Mahkemesi, “sıradışı durumlarda” fiziksel işkencenin –zaman ayarlı bombalar durumunda bile- işkence gerçekleştirmenin makul araçlarını oluşturduğu yönünde bir karar almıştır. 

Her ne kadar bu istisnalar, insanın işkenceye maruz kalmama yönündeki mutlak hakkının bir ihlalini oluştursa da, İsrail güvenliğinin pratikteki uygulamaları neredeyse Filistinlilerin tümüne yapılanları “istisna” olarak görme yönünde. Neredeyse tüm Filistinliler potansiyel birer terörist olarak görülüyor. Dolayısıyla, İsrail´in uygulamaları sürekli olarak BM´nin işkence sözleşmesinin net bir ihlalini oluşturuyor. Oysa bu sözleşme 1986 yılında İsrail tarafından imzalanmış ve 1991 yılında da onaydan geçmişti. 

İnsan Hakları Beyannamesi, kimsenin keyfi tutuklamalara ve sürgüne maruz kalmaması gerektiği konusunda ısrar etmektedir. Filistinliler ise, hukuk kuralları gereğince bir muamele görmemektedir. Batı Şeria´daki Filistinliler sürekli olarak idari tutuklamaya konu olmaktadır ve bu çerçeve dahilinde altı aya kadar hapis cezası almaktadır ve bir suç atfedilmeksizin bu süre daha da uzatılabilmektedir. Bunun için tek gereken şey, muğlak bir güvenlik tehdidi iddiasıdır. Bu iddia, İsrail devleti tarafından her daim ortaya atılabilir. Filistinliler de bu muğlaklık ortamında sürekli olarak siyasi görüşlerinden dolayı –herhangi bir gerçek şiddet tehdidi olmaksızın- cezaya çarptırılabilir. 

İnsan Hakları Beyannamesi; tüm insanların “tarafsız bir mahkeme nezdinde adil ve kamuya açık duruşmalara katılmaya” hakları olduğu konusunda ısrar etmektedir. İsrail askeri mahkemelerinin verdikleri kararların yüzde 99´undan fazlası, mahkumiyet yönündedir. Bu da şu anlama geliyor: Ya Filistinliler, insanlık tarihinde en çok suçlu bulunan gruptur veya İsrail hükümeti, Filistinliler için adil ve tarafsız duruşmalar gerçekleştirmeye isteksizdir veya bunu sağlayamamaktadır. 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, her devletin sınırları dahilinde hareket ve ikamet özgürlüğü hakkı vaat etmektedir. Ayrıca, herhangi bir ülkeyi kendi iradesi dahilinde terk etme ve bu ülkeye geri dönem hakkına da her insan sahiptir. Tarih boyunca Filistin topraklarını incelediğimizde, işgal altındaki Filistin topraklarında yer alan kentler ile İsrail devletinin içi arasındaki hareket kısıtlamalarını görmemek imkansızdır. Geçiş noktalarındaki kontroller, geçici veya kısa süreli kontrol noktaları, ilhak duvarları ve diğer güvenlik engelleri, Filistinlilerin, Oslo görüşmeleri çerçevesinde İsrail hükümeti tarafından yasal olarak belirlenmiş ve Filistin Yönetimi tarafından müşterek karar verilmiş alanlar dahilinde özgürce hareket etmesini engellemektedir. Ancak aynı zamanda Gazze´de çok ciddi bir hareket kısıtlamasıyla da karşılaşıyoruz. Bu kısıtlamalar o kadar sıkı ki, bu alandaki yaşamın her alanını belirliyor. 

Tüm zamanınızı İsrail hükümetinin gerçekleştirdiği her bir insan hakkı ihlalini sıralamakla almayacağım. Bunlar herkesin malumu ve dünya çapında saygın insan hakları kuruluşları tarafından da iyi bir şekilde belgeleniyor. Size asıl aktarmak istediğim şey, mevcut durumun ivediliğiyle ilgili. 

Filistin halkları açısından sahadaki durum giderek zorlaşıyor. Son on yıllarda İsrail hükümeti giderek sağa kaydı; yerleşimci sömürgeciliği ve ona eşlik eden inkar, yıkım, yerinden etme ve ölüm mantığını normalleştirdi. Uluslararası düzeyde kınanmasına rağmen, yerleşimlerin yaygınlaşması devam etti. Aynı zamanda, evlerin yıkılması ve devletin zorla uyguladığı yer değiştirme politikaları, Filistinli toplulukları yerlerinden etmeye devam ediyor. Gazze´liler açısından on bir yıldır İsrail´in (ve Mısır´ın) karadan, havadan ve denizden uyguladığı abluka, dünyanın en büyük açık hava hapishanesini yarattı. 

İçilebilir suyun sadece yüzde 4 oranda bulunduğu, elektrik erişimimin günde dört saatle sınırlı olduğu, işsizliğin yüzde 50 düzeyine geldiği ve İsrail´in bombardıman tehdidinin eli kulağında olduğu bir ortamda, Gazze, halihazırda en acil insancıl krizlerden birini oluşturmaya devam ediyor. Batı Şeria´daki koşullar çok daha iyi durumda. İşsizlik yaklaşık yüzde 18 düzeyinde. İsrail ordusunun faaliyetlerini durdurması sebebiyle sık sık gelir kaybı yaşanıyor ve bu da Filistinli işçilerin istihdama erişimini imkansız kılıyor. Yerleşimler ve onlara tahsis edilen ekstra arazilerin yanı sıra kapalı askeri bölgeler ve diğer kısıtlamalar, Filistinlilere ait kasabaların gelişimini imkansız hale getiriyor. 

Tüm bunların yanı sıra, Başbakan Netanyahu yönetimi yaptıkları karşısında uluslararası topluluktan gelen eleştirilere, sansüre ve hatta aşağılamalara karşı giderek daha kayıtsız hale geliyor. Belki de bu kayıtsızlığın ve halihazırda yaşanan durumun ivediliğinin en bariz örneği, kısa süre önce kabul edilen Ulus Devlet Yasası. Bu yasa çerçevesinde İsrail devleti resmi devlet dili olarak Arapçayı resmen reddetti. Yeşil Hat dahilindeki ve dışındaki yerleşimcilerin yaygınlaşmasını “ulusal bir değer” olarak kabul etti ve İsrail´in tüm vatandaşları için bir devlet olmadığı gerçeğini güçlendirmiş oldu. 

Bir Amerikalı olarak, ödediğim vergilerin bu gerçekliğe katkı sağlamasından hicap duyuyorum. İşgalin başlangıcından beri hiçbir Amerikan başkanının, Filistinlilerin haklarını savunmada ilkeli ve uygulamaya dönük bir eylemde bulunmamış olmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığı içerisindeyim. Ve Başkan Trump yönetiminin son eylemleri yoluyla İsrail´in tutumunu daha da güçlendirmiş olmasından dolayı şaşırmasam da üzüldüğümü ifade etmek isterim. 

Bu yılın Mayıs ayında Başkan Trump ABD elçiliğini resmi olarak Kudüs´e taşıdı ve burayı İsrail´in müşterek başkenti kabul etti. Bu tercih, sadece uluslararası hukukun ve içtihadın yok sayılması anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir provokasyon ve diplomatik açıdan ölümcül bir darbe oluşturuyor. Ağustos ayı sonunda, Başkan Trump Amerika´nın UNRWA´yı (Birleşmiş Milletler Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı) fonlama taahhüdünden daimi olarak caydığını açıkladı. Bu adım, milyonlarca Filistinli mültecinin tıbbi, ekonomik ve eğitim açısından tehlikeye atılması anlamına geliyor. Dahası, bu adım, siyasi bir taktik anlamına geliyor. Yani ABD tek taraflı olarak Filistinli mültecilerin nihai statüsüne karar verme girişiminde bulunuyor. 

Başkan Trump´ın politikaları son derece çarpıcı iken, bunların Amerika´nın politikasıyla bağlantısız olduğunu düşünmüyorum. UNRWA´ya getirilen kısıtlamalar, yıllardır Washington´da gündeme getiriliyordu – evveliyatı ta George W. Bush yönetimine dek uzanıyor. 

Başkan Trump´ın İsrail´deki ABD elçiliğini Tel Aviv´den Kudüs´e taşıma kararı büyük bir tartışma yarattı; ancak kendisi aslında 1995 yılında kabul edilen ve iki partinin de onayını alan Kongre yasasını uyguluyordu. Böyle davranarak, aslında ABD´nin resmi politikasını uygulamış ve her ABD başkanı ve başkan adayının  - Demokrat olsun Cumhuriyetçi olsun- uzun zamandır dillendirdiği taahhüdünü yerine getirmiş oluyordu. 

Filistin konusunda ise Donald Trump Amerika´nın politikasına yönelik bir istisna oluşturmuyor. Daha ziyade, Donald Trump bu politikanın daha saydam ve saldırgan bir yinelemesidir. 

Tespitlerimin başında ifade ettiğim gibi, bugün bu odada herkesin ortaya attığı sözcükler, bizim direniş çabalarımızın asli bir unsuru. Güçlü, tehlikeli, mantığa aykırı ve cesur sözcüklere ihtiyacımız var. Ancak sadece sözcükler sunmanın da ötesine geçmeliyiz. Sözcükler yerel Bedevi köylülerinin kurduğu okullarla Khan al-Ahmar köyünün Dördüncü Cenevre Sözleşmesi´ni ihlal ederek yıkılmasını durdurmayacaktır. Sözcükler, Dareen Tatour gibi şairlerin İsrail mahkemelerinde çürümesini engellemeyecektir – hem de kendi kişisel Facebook sayfasında mücadele koşulları hakkında hakikati söyleme cesaretini gösterdiği için. Sözcükler, Gazze´deki barışçıl protestocuların İsrail´in halen beyan edilmemiş sınırlarına karşı özgürlük mücadelesi verirken öldürülmelerini engellemeyecektir. 

Filistin konusuna dönersek, sözcüklerin ötesine geçerek kendimize şu soruyu sormalıyız: Adalet neyi gerektirir? Dayanışma eylemlerine tam olarak angaje olmak için sözcüklerden güç almalıyız. Dayanışmamız, bir isimden öteye geçip fiiliyata dönüşmeli.  

Siyahi bir Amerikalı olarak, benim eylem anlayışım, dayanışma eyleminden anladığım şey, kendi mücadele geleneğimize dayanıyor. Siyasi Amerikalıların esarete ve bizleri bir esir devletinden bir aparteid devletine dönüştüren Jim Crow yasalarına direnmesinde olduğu gibi, bunu birçok taktik ve strateji izleyerek gerçekleştirdik. İşte bir dizi taktiği kullanarak somut bir eyleme geçilmesi yönünde çağrıda bulunmak istiyorum. 

Uluslararası toplumun dayanışması, boykot, tasfiye ve yaptırımları, İsrail hükümetini Filistin halkına yönelik muamelesinden sorumlu tutmanın kritik bir aracı olarak benimsememizi gerektiriyor. Bu hareket, Filistin sivil toplumunun ağırlıklı çoğunluğundan ortaya çıkmış olup, 1967 öncesi sınırlara geri dönüşü, Filistin vatandaşlarına tam haklarının verilmesini ve uluslararası hukukun gerektirdiği gibi yurtlarına geri dönem hakkını talep etmenin şiddet içermeyen bir yolunu sunuyor. 

Dayanışma, siyasetçilerden veya siyasi partilerden, Filistin sorununda sessiz kalmamalarını talep etmemizi gerektiriyor. Artık siyasi yelpazenin solunda yer alanların Filistin dışındaki her meselede – çevrenin korunmasından savaşa, ekonomiye dek- radikal ve hatta ilerici kalmalarına izin veremeyiz. 

Batı´daki efsanelerin aksine, siyahilerin Amerikan aparteidi karşısındaki direnişi, tamamen Gandi´nin şiddete başvurmama yaklaşımından ortaya çıkmadı. Daha ziyade, esirlerin isyanları ve öz savunma ve taktikleri de özgürlüğe ulaşmak ve güvenliği korumakta önemliydi. Eğer Filistin halkıyla tam dayanışma içerisinde olacaksak, aynı fırsat yelpazesine ve siyasi sorumluluğa sahip olmalıyız. Eğer Filistin halkıyla dayanışma içerisinde olacaksak, işgal altındaki bir halkın kendini koruma hakkını kabul etmeliyiz. 

Barışı önceliklendirmeliyiz. Ancak bu konuda romantik yaklaşımlara kapılmamalı veya konuyu fetişleştirmemeliyiz. Her fırsatta şiddete başvurmama yöntemlerini savunmalı ve desteklemeliyiz; ancak devlet şiddeti ve etnik temizlik karşısında herhangi bir şeyi yapmayı reddeden, Filistinlileri de buna direndikleri için ayıplayan dar siyasi yaklaşımların da ötesine geçmeliyiz.  

Halihazırda iyimser olmak için pek fazla sebep yok. Elbette iyimserlik, her daim iyiliğin kötülükten üstün geleceği, adaletin kazanacağı inancıdır. İnsanlık tarihi boyunca – ve elbette Birleşmiş Milletler tarihi boyunca- böylesi bir önermeye dayanak oluşturan herhangi bir kanıt ortaya çıkmadı. İyimserlik, masum bir durum değildir. İyimserlik olgunluk da değildir. İyimserlik, öğrencilerimin çalışmadıkları konudan sınav olduklarında hissettikleri şeydir. Kimileri o anda dini duygulara sarılabilirler. Ancak hangi iyimserlik stratejisini benimsediklerinden bağımsız olarak, sonuç, hiçbir şekilde garanti altına alınmış değildir. 

Yapmak istediğim şey, dayanışma adına iyimserliği benimsemek değil, radikal bir umuda sarılmaktır. Radikal umut, her şeye rağmen, adalet ve barış aleyhine ortaya konan tüm tedbirlere rağmen, nefret ve emperyalizm mirasına rağmen, beyazların üstünlüğü, ataerkillik ve homofobiye rağmen, yerleşimci sömürgeciliğini normalleştiren tüm bu güç sistemlerine rağmen, tüm bu yapılara rağmen halen kazanabileceğimiz doğrultusundaki bir inançtır. Halen üstün gelebiliriz. 

Özgürlük ve nihai aşamada Filistin halkının kendi kaderini belirlemesine dair umudumun temel gerekçesi, 2014 yılı Ağustos´una dayanıyor. O sırada Ferguson, Missouri, Midwest´teki Siyasi Amerikalılar, silahsız bir Afro-Amerikalı olan Michael Brown isimli genç bir adamın bir polis tarafından öldürülmesini protesto etmişlerdi. Ve bizler protesto ederken, Filistin mücadelesine umut veren iki şey gördüm: 

Biri; aktivizm hayatımda ilk kez bir Filistin halkı denizi görmem oldu. Bir dayanışma projesi kurmamız gerektiğini söyleyen kalabalıkların ortasında Filistin bayrakları adeta bir deniz oluşturmuştu. Birlikte, direnmek için mücadele etmeliyiz; çünkü ABD´de devlet şiddeti ile Brezilya´daki devlet şiddeti aynı şeydir. Ve en sonunda şunu anladık ki; birlikte çalışmalıyız ve birbirimize sırtımızı dönmemeliyiz. 

Ve gecenin sonlarına doğru polis bize biber gazı sıkmaya başladığında, Mariam Barghouti Ramallah´tan bize bir tweet gönderdi. Kendisi, diğer Filistinli genç aktivistlerle birlikte, şu anda deneyimlemekte olduğumuz biber gazının sadece geçici olduğunu söyledi. Bize, gözümüzü nasıl yıkamamız gerektiği konusunda ipuçları verdiler. Üzerlerimizdeki T-shirtlerden nasıl gaz maskeleri yapabileceğimizi söylediler. Ulus-ötesi veya küresel bir dayanışma projesi sunmak suretiyle yerel koşullarımızın ötesinde düşünüp hayal kurmamız için bize izin verdiler. 

Ve tüm o tweetler ve sosyal medyadan gelen mesajlardan yola çıkarak örgütlenmeye başladık. Filistin´e siyahi aktivistlerden oluşan bir heyet götürdük ve İsrail askerleri tarafından eğitilen New York polisi ile New York´ta bizim yaşadığımız polis denetimi arasındaki bağlantıları gördük. Direniş ilişkilerini görmeye başladık ve birlikte mücadele edip örgütlenmeye başladık. Bu dayanışma ruhu, sadece ideolojiyle sınırlı kalmayıp eyleme de yansıyan bu dayanışma tek çıkış yoludur. 

Dolayısıyla, burada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi´nin yetmişinci yıldönümü ve Nakba´nın trajik anması dolayısıyla bir araya gelmişken, dayanışmamızı sadece sözcüklerle sınırlı tutmayıp eylem, halk kitlelerinin eylemi, yerel eylem ve uluslararası eyleme bağlılıkla da gösterme fırsatımız olduğunu belirtmek isterim. Böylelikle adaletin gerektirdiğini sağlayıp Filistin´i nehirden denize dek özgürleştirmemiz mümkün olur. Beni dinlemek için vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.” 

Kaynak: https://www.globalresearch.ca/you-only-get-fired-for-telling-the-truth-marc-lamont-hill-fired-by-cnn-for-criticizing-the-israeli-government/5664022



Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüpheli yakalandı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 ilde eş zamanlı düzenlenen Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüphelinin yakalandığını bildirdi.

Teknoloji

Türkiye'nin ilk uzay yolcusu Gezeravcı'nın 9 Ocak'ta uzaya gönderilmesi planlanıyor

Türkiye’nin ilk uzay yolcusunun, 9 Ocak 2024'te uzaya gönderilmesi planlanıyor.

Teknoloji

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Katillerin gözü döndü! İsrail’den Şifa Hastanesi’ne katliam gibi baskın: Sivilleri acımadan öldürdüler

Uzman isim Türkiye'nin rolünü anlatarak uyardı! Karadeniz'i bekleyen büyük tehlike

Pakistan'dan Afganistan'a hava saldırısı!

Rusya'da seçim: Dünya Putin'i protesto ediyor

Bayraktar AKINCI'dan İHA-230 füzesiyle çifte atış

Türkiye ve Irak'tan ortak bildiri

ABD uçağından görünen detay! Filistin topraklarına alçak imza

Rusya’da kritik seçim! Halk sandık başında: Putin yeniden mi geliyor?

YILDIZ HOLDİNG’İN KONUŞAN YAZILAR SERGİSİ ANKARA’DA

Zelenskiy, Ukraynalıların Rusların Avrupa'ya geçişini engellediğini söyledi

Altay: Konya Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizin teknoloji üssü olacak

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

BAŞKANIMIZA TÜRK DÜNYASI ÖDÜLÜ

İsrail-Hamas savaşında son durum... ABD'nin İsrail taktiği deşifre oldu! Washington Post yazdı: Kongre resmen bypass edilmiş!

Atlantik Konseyi'nden çarpıcı Türkiye analizi: Avrupa'nın güvenliğini sağlama fırsatı var

Dışişleri İsrail'in Batı Şeria'daki işgal planına sert tepki: Bu eyleme derhal son verilmelidir

Ermenistan-Rusya krizinde son nokta: Paşinyan muhafızların geri çekilmesini istedi

İsrail bunu da yaptı! Yüzlerce Filistinlinin toplu defnedildiği mezarlığa bomba yağdırdılar

Hamas: İsrail taleplerimizi kabul ederse 6 haftalık ateşkes 24 ila 48 saat içinde başlar

İsrail ordusu, bir kez daha Gazze'de insani yardım bekleyenlere saldırdı

HOCALI SOYKIRIMI YENİ YÜZYIL’DA KONUŞULDU

İsrail resmen ateşle oynuyor: IDF 'katliam planını' sundu! ABD askeri İsrail elçiliğinin önünde kendisini yaktı

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Türkiye, savunma sanayi alanında adeta destan yazıyor

YAPAY ZEKA FIRSAT MI, TEHDİT Mİ

BM: İsrail'in saldırıları ve yetersiz yardım nedeniyle Gazze'de kıtlık an meselesi

Yükleniyor