“ABD`nin menfaatlerini sosyal iletişim özgürlüğünün üzerine nasıl bindirebiliriz?“

“ABD`nin menfaatlerini sosyal iletişim özgürlüğünün üzerine nasıl bindirebiliriz?“

Gerçek dünyada Devlet’in kurduğu hakimiyet, arzu edilen şeyin mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelmediğini gösterir. Gerek baskıcı gerekse demokratik rejimlerde yaşayan aktivistler, ülkelerinde etkin bir değişim getirebilmek adına İntern

Clay Shirky

17 Ocak 2001 tarihinde, Filipinler Devlet Başkanı Joseph Estrada’nın devlete ihanetle suçlandığı dava sırasında, Filipinler Kongresi’nde kendisine bağlı kesimler, aleyhinde olan kanıtları yok saymak üzere oy kullandılar. Kararın anons edilişinin üzerinden iki saat geçmedi ki, binlerce öfkeli Filipinli, Manila’daki en önemli kavşak olan Epifanio de los Santos Avenue’de bir araya gelip protesto düzenlediler. Protesto, herkesin cep telefonuna şu mesajın iletilmesiyle ayarlanmıştı: “2 EDSA’ya git. Siyah giyin.” Kalabalık kısa sürede büyüdü ve birkaç gün sonra, bir milyonun üzerinde insan toplandı. Manila’daki trafik altüst olmuştu.

Halkın bu denli kitlesel ve hızlı bir şekilde karşılık verebilme ve bu karşılığı da koordine edebilme yeteneği (o hafta yedi milyona yakın SMS gönderilmişti), ülkedeki yasama gücünü o denli endişelendirmişti ki, sürecin gidişatını değiştirmek zorunda kaldılar: 20 Ocak itibariyle Devlet Başkanı’nın kaderi değişti ve görevinden alındı. Bu olay, sosyal medyanın ilk kez bir ulusal lideri alaşağı etmesi örneğidir. Estrada bile, görevinden alınmasında “SMS jenerasyonunu” suçlamıştı.

1990’lı yılların başında İnternet’in yükselişe geçmesiyle birlikte, yeryüzünde bir ağ içinde bulunan topluluklar, birkaç milyondan milyarlara yükseldi. Aynı dönem içinde, sosyal medya da, dünya çapındaki sivil toplum için bir gerçekliğe dönüştü; birçok aktörü –sokaktaki insandan aktivistlere, STKlara, telekomünikasyon şirketlerine, hükümetlere dek- içermeye başladı. Bu durum, ABD hükümeti açısından şöyle bir soru doğurdu: Her yerde hazır ve nazır bulunan sosyal medya Amerika’nın çıkarlarını nasıl etkiliyor ve ABD’nin nu duruma karşı nasıl bir karşılık vermesi gerekir?

İletişim ortamı giderek yoğunlaşıp karmaşıklaştıkça, daha katılımcı bir hal aldıkça, bir ağ içinde bulunan halklar da, bilgiye giderek daha fazla erişim imkanı buluyorlar; kamusal tartışmalara daha fazla katılıyorlar; kolektif eylemde bulunmak konusunda daha fazla yeteneğe kavuşuyorlar. Siyasi arenaya bakıldığında ise, Manila’daki gösterilerin de ortaya koyduğu gibi, giderek artan özgürlükler, halkın taleplerindeki değişikliklerin de daha iyi koordine edilmesine yardımcı oluyor.

O dönemden beri Filipinler’de uygulanan strateji birçok yerde de yinelendi. Bazı durumlarda, örneğin 2004 yılında İspanya’daki protestocular da başarıya ulaştı. SMS’lerle organize olan gösteriler, Madrid’deki bombalı saldırıları –yalan yanlış bir şekilde- Bask ayrılıkçıların üzerine atan İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar’ın çabucak alaşağı edilmesine öncülük etti.

2009 yılında Moldova’da Komünist Parti’nin güç kaybetmesi de, hileli olduğu her halinden belli seçimlerden sonra kısmen SMSler, Facebook ve Twitter üzerinden koordine edilen kitlesel gösteriler sonucunda gerçekleşti. Katolik Kilisesi’nde yaşanan tecavüz skandalları da, yine internet ortamında örgütlenen protestolarla karşılaştı.

Bununla birlikte, aktivistlerin başarısızlığa uğradıkları birçok örnek de mevcut. Örneğin, 2006 yılı Mart ayında Beyaz Rusya’da, Başkan Aleksandr Lukashenko aleyhindeki (kısmen e-maillarla örgütlenen) sokak protestolarında tesir ve nüfuz ile oy toplandığı iddia edildi. Protestolar büyüdü; ardından duraksamaya başladı. Sonuç olarak, Lukashenko, sosyal medyayı kontrol etmede hiç olmadığı kadar kararlı bir havaya büründü.

2009 yılı Haziran ayında İran’daki Yeşil Hareket’in yükselişe geçmesi sırasında, aktivistler, Mir Hüseyin Musavi’nin oylarının hatalı sayılmasını protesto etmek amacıyla her türlü teknolojik koordinasyon aracına başvurdular. Ancak en sonunda sıkı bir önleme maruz kaldıkları için sesleri kısıldı.

2010 yılında Tayland’da yükselişe geçen Kırmızı Gömlek ayaklanması ise, benzer bir kadere mahkum oldu: sosyal medya aracılığıyla bir araya gelen protestocular, Bangkok sokaklarını işgal ettiler; ancak Tai hükümetinin bastırması sonucunda onlarcası yaşamını yitirdi.

Sosyal medya araçlarının (SMS, e-mail, fotoğraf paylaşımı, sosyal ağlar ve benzeri) kullanımının önceden tayin edilmiş tek bir sonucu yok. Dolayısıyla, bu araçların siyasi eylem üzerindeki etkilerini önceden kestirme çabaları da pek kolay olmuyor. Lukashenko’yu alaşağı etmeye yönelik olarak Beyaz Rusya’da düzenlenen protestoların başarısızlığını “paradigma” olarak nitelendirirseniz, Moldova’daki deneyimi de “aykırı bir durum” olarak görmek gerekir. Bu konudaki deneysel çalışmaların da neticelenmesi zor görünüyor; keza bu yöndeki araçlar son derece yeni ve örneklendirmeler de çok ender.

“Dijital araçlar demokrasiyi güçlendirir mi?” şeklindeki soruyu yanıtlandırmaya dönük olarak son dönemde ortaya konan niceliksel çabaları en güvenilir şekilde şöyle nitelendirebiliriz: Bu araçlar, kısa vadede demokrasiyi etkilemez; ancak uzun vadede ona yardımcı olabilir. Ayrıca, bir kamusal alanın hükümet eylemlerini sınırlandırdığı devletlerde en çarpıcı etkileri doğururlar.

Bu karmaşık sicile karşın, sosyal medya, dünyanın neredeyse tüm siyasi hareketleri için eşgüdüm sağlayan birer araca dönüştü. Dünyadaki otoriter hükümetlerin çoğu (ve daha da dehşet verici olan, giderek artan sayıda demokratik ülke de), sosyal medyaya erişimi sınırlandırmaya çabalıyorlar. Buna karşılık olarak, ABD Dışişleri Bakanlığı, başlıca politika hedefleri arasında “internet özgürlüğü”nü de ekliyor.

İnsanların İnternet’i özgürce kullanma hakları için mücadele etmek, ABD’de makbul bir politika; çünkü dünya çapında sivil toplumun güçlendirilmesi gibi stratejik bir hedefle bağlantılı ve Amerika’nın ifade özgürlüğüne dair yaklaşımıyla örtüşüyor. Ancak, internet özgürlüğü fikrini kısa vadeli hedeflerle (özellikle de ülkeler özelinde veya bazı ayrılıkçı gruplara yardım etmekle ya da rejim değişikliğini teşvik etmekle ilintili gayelerle) bağlantılandırma yönündeki girişimler, etkisiz olmaya mahkumdur. Ve bu girişimler başarısız olduğunda, ciddi sonuçlar doğururlar.

Estrada’nın alaşağı edilme hikayesi ve diğer benzer olaylar, hükümetlerin devrilmesinde kitlesel gösterilerin gücüne odaklanılmasına neden olsa da, sosyal medyanın potansiyeli, esasen, sivil toplumun ve kamusal alanın desteğine dayanır. Dolayısıyla, değişiklikler de haftalar veya aylar üzerinden değil, yıllar ve on yıllar üzerinden ölçülür. ABD hükümetinin İnternet özgürlüğünü ilkeli ve kalıcı bir şekilde devam ettirilecek bir hedef olarak belirlemesi gerekiyor. Yoksa, ülke bazında acil politika hedeflerini gerçekleştirmeye yarayan bir araç olarak değil... Benzer şekilde, ABD’nin şunu da öngörmesi gerekir ki, bu alandaki ilerlemeler, tedrici şekilde olacaktır ve en otoriter rejimlerde bile en yavaş şekilde kendini gösterecektir.

İnternet Özgürlüğünün Tehlikeleri

2010 yılı Ocak ayında, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD’nin yurtdışında İnternet özgürlüğünü nasıl teşvik edebileceğine dair bir çerçeve plan hazırladı. Birçok özgürlük biçiminden söz etti ve bunların arasına “bilgiye erişim hürriyeti” (örneğin, İran’da Wikipedia ve Google’ın kullanılabilmesi), sıradan vatandaşların kendi kamusal medyasını yaratabilme özgürlüğü (Burmalı aktivistlerin bloglar hazırlayabilmeleri gibi), ve yurttaşların birbirleriyle haberleşebilme özgürlüğü (örneğin Çin halkının kendi aralarında, kesintisiz SMS kullanabilmeleri) de girmekteydi.

En önemlisi de, İnternet’i kısıtlayan ülkelerde İnternet erişimini yeniden sağlamaya yönelik tasarlanmış araçların geliştirilmesi için fon ayrılacağını haber vermesiydi. İnternet özgürlüğüne dair bu tür bir “araçsal” yaklaşım, ülkelerin; Google, YouTube veya New York Times gibi websiteleri sansürlemelerini önlemeye dayanır. Ancak, söz konusu yaklaşım, yurttaşların kamusal alanda konuşabilmelerine veya dijital medyayı özel veya sosyal alanlarda kullanabilmelerine ikincil önem verir. Bu vizyon uyarınca, Washington, otoriter devletlerin uyguladıkları sansüre karşı hızlı ve doğrudan karşılık verebilmeli ve vermelidir.

Bu araçsal yaklaşım, politik açıdan caziptir; yönünü eylemlerden alır ve neredeyse mutlak bir şekilde yanlıştır. Radyo ve televizyon yayınını gereğinden fazla önemser; insanların kendi aralarında özel iletişim kurmalarında medyanın rolünü göz ardı eder. Bilgiye erişime (özellikle de Batı’nın elindeki bilgiye) olduğundan fazla değer yükler; yerel düzeydeki eşgüdüm için gereken araçları görmezden gelir. Ayrıca, bir yandan bilgisayarların önemini gözünde gereğinden çok büyütürken, cep telefonları gibi daha basit araçları neredeyse yok sayar.

Böylesi araçsal bir yaklaşım, ayrıca tehlikeli de olabilir. Haystack olarak bilinen ve sansürcüleri tuzağa düşürmeye yönelik yazılım konusunda yaşanan fiyaskoyu anımsayın. Yazılımı geliştiren kişi, “İran rejiminin nasıl sansür uyguladığını göstermek için bunun birebir bir maç olacağını” iddia etmişti. Söz konusu araç, Washington’da da oldukça fazla övülmüş; ABD hükümetinden ihracat lisansı elde etmişti. Ancak, program, hiçbir zaman titizlikle incelenmedi ve güvenlik uzmanları tarafından incelendiğinde görüldü ki, program sadece gönderilen mesajları hükümetten gizleme hedefinde başarısız olmakla kalmamış; aynı zamanda, bir analizcinin sözcükleriyle, “düşmanca yaklaşan birinin, her bir kullanıcıyı belirleme olanağını da elde etmesini sağlamıştı”.

Buna karşın, en başarılı sansür-karşıtı yazılım programlarından biri olan Freegate ise, ABD hükümetinden çok fazla destek alamadı. Bunun altında, her daim yaşanan bürokratik gecikmelerin etkisi olduğu kadar, ABD hükümetinin de ABD-Çin ilişkilerini zedelemek istememesi yatıyordu. Keza, söz konusu araç, Çin hükümetinin “şeytana tapanlar” olarak yaftaladığı Falun Gong adlı ruhani hareket tarafından tasarlanmışttı. Freegate ve Haystack’ın oluşturduğu mücadele, ülke özelinde ve yakın vadede politika hedeflerini gerçekleştirmede sosyal medyanın silahlandırılmasının ne denli zor olduğunu ortaya koyar.

Katılımı artırmaya vesile olan yeni medya, aynı zamanda Clinton’ın çerçevesini belirlediği özgürlükleri de artırabilir. Tıpkı yazılı basının, posta hizmetlerinin, telgrafın ve telefonun geçmişte yaptığı gibi… Yeni medyanın siyasi bir güç olduğuna dair şikayetlerden biri, birçok insanın söz konusu araçları ticaret, sosyal yaşantı veya kişisel haz amacıyla kullanmasıdır. Ancak, bu şikayet aslında tüm medya biçimleri için geçerlidir. 1500’lü yıllardaki insanların çoğu, Martin Luther’in “Doksan Beş Tez”i yerine erotik romanlar okuyordu ve Amerikan Devrimi öncesinde insanların çoğu, Committees of Correspondence yerine Poor Richard`s Almanac’ı (Zavallı Richard`ın Almanağı) okumayı yeğliyordu. Ancak, o siyasi çalışmaların yine de devasa bir siyasi etkisi olmuştu.

Tıpkı Luther’in Katolik Kilise’ye karşı mücadelesinde yeni yeni pratikleşen yazılı basını kullanması gibi, tıpkı Amerikan devrimcilerin Benjamin Franklin’in tasarladığı posta hizmetlerini kullanarak görüşlerini uyumlaştırmaları gibi, bugünkü ayrılıkçı hareketler de, görüşlerini çerçevelendirmek ve eylemlerini koordine etmek amacıyla her türlü yola başvuracaktır; Moldova’daki Komünist Parti’nin 2009 seçimleri ardından yaşadığı mağlubiyeti anlatırken, muhaliflerin herkesi harekete geçirmek üzere cep telefonu ve online araçları kullanmalarını es geçmek olmaz. Otoriter hükümetler, yurttaşlar arasında iletişimi kısıtlarlar; çünkü haklı olarak daha iyi koordine olmuş bir topluluğun, kendi denetimleri dışında hareket etmelerinden çekinirler.

Bu temel hakikate karşın –“iletişim özgürlüğü, siyasi özgürlük için yararlıdır”-, devlet idaresi altındaki İnternet’in araçsal bir şekilde kullanımı halen sorunludur. Dışarıdan bakanlar açısından, ayrılıkçıların içinde bulundukları yerel koşulları anlamak zordur. Dışsal destek ise, barışçıl muhalefetin bile dış öğeler tarafından yönlendirilmekle suçlanmasına yol açar. Ayrılıkçılar, bu yeni araçların beklenmedik sonuçlarına maruz kalırlar. Bir hükümetin yurtdışında İnternet özgürlüğüne yönelik talebi, ülkeden ülkeye değişir ve bu ülkenin gayeleri konusunda kuşku duyulmasına yol açar.

Sosyal medyaya dair en hayırlı yaklaşımlardan biri ise, sivil toplumu ve kamusal alanı güçlendirmede sahip olduğu uzun-erimli araçlara odaklanan bir bakış açısıdır. İnternet özgürlüğüne ilişkin araçsal görüşe karşıt olarak, bu tür bir yaklaşım “çevresel” olarak nitelendirilebilir. Buna göre, bir ülkenin yaşantısında ortaya çıkan olumlu değişiklikler (ki bunun içine demokratik rejim değişikliği de dahil), güçlü bir kamusal alanın gelişimini takip eder. Bu demek değildir ki, halk hareketleri hükümetleri disipline etmek veya onları devirmek için bu araçları başarıyla kullanacaktır. Daha ziyade, Amerika’nın bu tür araçları kullanma girişimleri, iyilikten çok kötülüğe yol açmıştır. Bu bağlamdan bakıldığında, İnternet özgürlüğü uzun erimli bir oyundur; ayrı bir gündem dahilinde ele alınmamalı; daha ziyade en temel siyasi özgürlüklerin önemli bir girdisi olarak düşünülmelidir.

Çöküş Arenası

Baskıcı rejimlerde siyasi eylemde bulunmaya dair yapılacak bir analizde, Doğu Avrupa’da 1989 yılında komünizmin çöküşü ve bunun ardından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması göz önünde bulundurulmalıdır. Soğuk Savaş boyunca, ABD, birçok iletişim aracına yatırımda bulunmuştur; bunlar arasında Voice of America radyo istasyonunu kurmak, Moskova’da bir Amerikan pavyonu açmak (ki burası Nixon ile Kruşçev arasındaki meşhur “mutfak sohbeti”ne ev sahipliği yapmıştır), Sovyetlerdeki yeraltı basınına yardım etmek üzere Demir Perde’den habersiz ve gizlice Xerox makinelerini ülkeye sokmak yer alıyordu.

Bununla birlikte, iletişim konusunda yapılan onca vurguya karşın, Soğuk Savaş’ın sona ermesinde tetikleyici rol oynayan; Voice of Amerika’yı dinleyenlerin ayaklanması değil, ekonomik değişim olmuştur. Petrol fiyatları düşerken buğday fiyatları artınca, Sovyetlerin ucuz buğday satın almak için pahalı petrol satma modeli de işlemez hale geldi. Bunun sonucunda, Kremlin, Batı’dan hibe almak zorunda kaldı. Makroekonomik güçlerin arka planı göz önünde bulundurulduğunda, 1989 yılında Sovyet vatandaşlarının iletişim kurma yeteneği gündem dışı bir meseleydi.

Peki, ama neden Demir Perde’nin ardındaki devletler, insanlarının açlıktan ölmelerine izin vermediler? Her şey bir yana, eski bir deyişi anımsarsak, “her ülke, devrimden üç öğün uzaklıktadır”. Ancak, bu deyiş, 20.yüzyılda ne yazık ki hatalı hale geldi; milyonlarca insan açlıktan ölürken bile, liderlerin varlıklarını sürdürmesi artık tasavvur edilebiliyor. Tıpkı Stalin’in 1930’larda, Mao’nun 1960’larda ve Kim Jong II’nin son yirmi yıl içinde birçok kez yaptığı gibi… Ancak bu vakalar ile 1989 yılındaki devrimler arasındaki fark şudur: Doğu Almanya, Çekoslovakya ve geri kalan ülkelerin liderlerinin karşılarında direnen güçlü bir sivil toplum vardı. Doğu Almanya’da her hafta gerçekleştirilen gösteriler, Çekoslovakya’daki Charter 77 sivil hareketi ve Polonya’daki Dayanışma Hareketi gibi…

Bu grupların ellerinde basit fotokopi cihazları bulunmasına karşın, edebiyat ve siyaset belgelerini oluşturma ve yayma yetenekleri sayesinde, komünist rejimlere somut bir alternatif yaratılmış oldu. Bu ülkelerdeki vatandaşlar açısından, hükümetin siyasi ve hatta daha da önemlisi ekonomik açıdan iflas etmesi artık açık bir sır değil, “kamusal bir hakikat” olmuştu. Bu durum ise, rejimlerin böylesi geniş kitlelere müdahale etmek üzere askeri gücünü kullanmasını zor ve hatta imkansız hale getirmişti.

Dolayısıyla, devlet ile sivil toplum arasındaki güç dengesinin değişimi, komünist denetimin olabildiğince barışçıl yollardan çöküşüne yol açtı. Devletin şiddet kullanma yeteneği zayıfladı ve sivil toplum da, giderek güçlendi. Sivil toplum güç kazandığında, komünist rejimlere muhalefette bulunan insanların çoğu (Polonya’da Tadeusz Mazowiecki, Çekoslovakya’da Václav Havel gibi), bu ülkelerin yeni siyasi liderleri haline geldiler. Soğuk Savaş süresince kullanılan iletişim araçları hükümetlerin devrilmesine neden olmadı; ancak insanların –devletin tam da zayıf olduğu bir anı kollayarak- gücü ele geçirmesine ortam hazırladı.

Voice of Amerika’dan yeraltı basınına dek giden süreçte medyanın kamusal alanı güçlendirmek suretiyle sosyal değişimde destekleyici bir rol oynadığı fikri, yazılı basının tarihsel rolünü de yansıtır. Alman filozof Jürgen Habermas’ın 1962 yılında yayımladığı kitabında (“Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü”) belirttiği gibi, yazılı basın, politik olarak angaje yurttaşlar arasında tartışma ve uzlaşı alanı sağlayarak Avrupa’nın demokratikleşmesine yardımcı oldu. Bu fikir, daha sonraları Asa Briggs, Elizabeth Eisenstein, Paul Star gibi akademisyenler tarafından da geliştirildi.

Siyasi özgürlüğün beraberinde, yeterince okur-yazar vasfa sahip ve halkın gözü önünde tartışılan meselelerle yeterince içli dışlı olan bir sivil toplumun varlığı gerekir. 1948 yılında ABD’de gerçekleşen başkanlık seçimlerinden sonra yapılan meşhur bir kamuoyu yoklamasında, sosyolog Elihu Katz ile Paul Lazarsfeld şunu ortaya çıkarmışlardı ki, kitle iletişim araçları, tek başlarına insanların fikirlerini değiştiremiyorlar. Bunun için iki aşamalı bir süreç gerekiyor: fikirler öncelikle medya kanalıyla aktarılıyor; ardından eş dost, aile üyeleri ve meslektaşlar tarafından yineleniyor. İşte, bu ikinci sosyal aşamada siyasi görüşler oluşuyor. Bu aşamada genel olarak İnternet, özelde de sosyal medya bir fark yaratabilir. Yazılı basın ile birlikte, İnternet, sadece medya tüketimini değil, medya üretimini de yaygınlaştırır; insanların farklı görüşleri açık ve özel ortamlarda gündeme getirmelerini ve tartışmalarını sağlar.

Kamuoyunun hem medya hem de sohbetlere dayandığı bir kamusal alan, İnternet özgürlüğüne ilişkin “çevresel görüş”ün çekirdeğini oluşturur. Çevresel görüşe göre, kamusal alanda fikirlerin yayılması ve benimsenmesi gerçekleşmeksizin fazla bir siyasi değişiklik beklenemez. Bilgiye erişim, siyasi açısından, sohbete erişimden daha az önemlidir. Dahası, insanların ekonomik gidişattan veya gündelik yönetişim biçimlerinin memnun olmamaları sonucunda bir toplumda bir kamusal alanın ortaya çıkması daha olasıdır.

Gündelik bir örneği incelemek gerekirse, bugünkü Çin hükümetinin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlike, otonomi talep eden Uygurlar veya Tibetliler değildir; daha ziyade, daha az kokuşmuş yerel hükümetler talep eden etnik Hun çoğunluğun orta sınıf üyelerinin demokratik normlarına rıza gösterme zorunluluğudur. Benzer şekilde, kadın düşmanı yasaların ortadan kaldırılmasına odaklanan İran kadın hakları hareketi “Bir Milyon İmza Kampanyası”, kendisinden çok daha çatışmacı bir söylem benimseyen Yeşil Hareket ile kıyaslandığında İran hükümetinin davranışlarında serbestlik sağlamada çok daha başarılı olmuştur.

Halk hareketlerini gerek deneysel gerek kuramsal açıdan incelediğimizde, bu hareketlerin hedeflerine ulaştıklarında, uzun bir sürecin ikamesi değil, sonu olduklarını görürüz. ABD dünya çapında siyasi özgürlüğü iyileştirmek gibi gerçek bir taahhüt altına girdiğinde, asıl bu sürece odaklanmalıdır ve bu süreç, sadece güçlü bir kamusal alan oluştuğunda kendini gösterir.

Muhafazakar Çelişki

Kah iş çevresinden olsun kah hükümetten, disipline edilmiş ve eşgüdümlü grupların her zaman disiplinsiz gruplar üzerinde avantajı vardır: kolektif eyleme geçmek konusunda zamanı çok daha kolay kullanırlar; çünkü üyelerini eyleme geçirmek üzere daha düzenli bir yöntemleri vardır. Sosyal medya, disiplinsiz grupların koordinasyon maliyetlerini azaltarak, bu dezavantajlarını telafi eder. Örneğin, Filipinlerdeki Anti-Estrada hareketi, standart idari denetime gerek (ve zaman) kalmaksızın, sadece SMSler göndererek devasa bir grubu kolaylıkla bir araya getirebilmişti. Sonuç olarak, daha büyük, ancak başarısız gruplar, eşgüdümlü bir eyleme geçebilmişler; örneğin protesto hareketlerine ve kamusal medya kampanyalarına katılabilmişlerdi. Bu alanlar, daha önceleri resmi örgütlere tahsis edilirdi sadece…

Siyasi hareketler konusunda ise, başlıca koordinasyon şekli, ordunun “paylaşılan bilinçlilik” olarak nitelendirdiği şekildir: yani, her bir grup üyesinin, sadece karşısındaki sorunu anlamakla kalmayıp, aynı zamanda diğer herkesin de bu durumu anladığına dair bir bilinç düzeyi geliştirmesidir. Sosyal medya, sosyal ağlar üzerinden mesajlar yayarak, bu “paylaşılan bilinçlilik”i artırır. İspanya’daki anti-Aznar protestoları, son derece hızlı şekilde ivme kazanmıştı; çünkü mesajı yayan milyonlarca insan, hiyerarşik bir örgütlenmenin parçaları değildi.

Sichuan’da 2008 yılı Mayıs ayındaki yıkıcı depremin ardından Çin’de patlak veren yolsuzluk-karşıtı protestolar da, bu tür kendiliğinden bir “senkronizasyon” örneği sunar. Protestocular akrabadır; özellikle annelerden oluşur. Deprem sırasında okulda bulunan çocukları, binaların kötü inşa edilmesi sonucu ölmüştür. Bu da, yerel hükümetler ile inşaat şirketlerinin arasındaki danışıklı dövüşün bir sonucudur aslında… Deprem öncesinde, ülkedeki inşaat sektörünün içinde bulunduğu kokuşmuşluk halini sağır sultan bile duymuştu. Ancak, okullar yıkıldığında, insanlar da bu duruma dair belgeler paylaşmaya başladılar ve protestolarını sosyal medya araçları üzerinden devam ettirdiler. Hükümetin içinde bulunduğu bu kokuşmuşluk hali, giderek gözler önüne serildi; açık bir sır olmaktan çıkarak, herkesin bilgisi dahilindeki bir “hakikat” halini aldı.

Çin hükümeti, ilk başlarda deprem sonrası protestoların basına yansıtılmasına izin veriyordu, ancak Haziran ayında durum değişti. Güvenlik güçleri, protestocuları tutuklamaya, gazetecileri tehdit etmeye başladı; çünkü protestolar yoluyla, sadece yerel düzeyde bir takım onarımlara gitmek yerine, devlette gerçek bir reformun talep edildiği ayyuka çıkmıştı. Hükümetin bakış açısıyla bakıldığında, tehdit, yurttaşların yolsuzlukları öğrenmesinden ileri gelmiyordu (ne de olsa, bu konuda devletin kısa vadede yapabileceği pek bir şey yoktu). Pekin açısından asıl tehdit, bu yönde bir bilinçlenmenin “paylaşılabilir” hale gelmesiyle birlikte ortaya çıkacaktır: bu durumda, ya reformları başlatması, ya da yurttaşları daha da “alarm” durumuna geçirecek bir karşılık vermesi gerekecekti. Her şey bir yana, telefonların artık kamera özelliğinin bulunması bile, “belgelere geçmeyen türden” yaygın ve sıkı önlemler alınmasını zorlaştırıyordu.

Söz konusu “paylaşılan bilinçlilik” durumu (ki modern devletlerde giderek daha belirginleşmektedir), “diktatörün çelişkisi” olarak adlandırılan koşulları yaratır. Ancak, bu durumu medya kuramcısı Briggs’in tabiriyle tanımlamak daha uygun kaçar: “muhafazakar çelişki”. Bu terimin kullanılmasının nedeni, sadece otokratlara değil, aynı zamanda demokratik hükümetlere ve dini önderlere, işadamlarına uygulanmasıdır. Söz konusu çelişki, halkın toplanma ve ifade özgürlüğünü artıran yeni medya tarafından yaratılır. Bu tür bir medyanın (fotokopi makineleriyle olsun, Web tarayıcılarıyla olsun) yaygınlık kazanmasıyla birlikte, o zamana değin kamusal ifade alanında tekeli olmasına alışkın olan devlet, olaylara dair kendi görüşüyle halkın görüşünün artık örtüşmediğini fark eder.

Bu durumda 'muhafazakar çelişki'nin vereceği iki yanıt; ya sansür ya da propaganda olur. Ancak her ikisi de etkin bir denetim kaynağı olamaz. Devlet, ihtiyaç duyduğu için eleştirileri sansürleyecek veya propaganda yapacaktır; ancak susturulacak eleştirinin veya ilk sırada yanıt verilecek eleştirinin bulunmamasıyla kıyaslandığında, her iki seçeneğin de maliyeti yüksektir. Bununla birlikte, eğer bir hükümet İnternet’e erişimi kapayıp cep telefonlarını yasaklarsa, öncesinden rejim yanlısı olan vatandaşları radikalleştirmek veya ekonomiye zarar vermek gibi riskleri de beraberinde getirir.

Muhafazakar çelişki kısmen gerçektir; çünkü siyasi söylem ve apolitik söylem, birbirini dışlamaz. 2008 yılında ABD’nin dana eti ithalatını protesto etmek üzere Seul’daki Cheonggyecheon Parkı’nda toplanan Güney Koreli gençkızların çoğu, Güney Koreli erkeklerden oluşan bir müzik grubu olan Dong Band Shin Ki’ye ayrılmış website konusunda tartışırken radikalleşmişlerdir. Söz konusu grup, siyasi bir grup değildi; protestocular da tipik olarak siyasi aktörler sayılamazdı. Ancak, yaklaşık 800.000 aktif üyeden oluşan “internet grubu”, iki-adımlı süreçte ikinci adımı güçlendirmek için, grup üyelerinin sohbet yoluyla siyasi düşünceler oluşturmalarını sağlamıştı.

Öte yandan, popüler kültür de muhafazakar çelişkiyi güçlendirir; bunun için de sosyal medyanın daha siyasi amaçlarla kullanımına yönelik bir bahane yaratılır. Bunun için tasarlanan araçların devlet tarafından susturulması kolaydır; ancak geniş kitlelerin kullandığı araçların sansürlenmesi zordur. Çünkü, bundan önce apolitik aktörler olan geniş grupları politize etme riskini barındırır. Harvard Üniversitesi bünyesindeki İnternet ve Toplum Merkezi’nden Ethan Zuckerman, bunu “dijital aktivizmin sevimli kedisi” kuramı olarak nitelendirir. Devletin sansürcülüğünü yenmek üzere tasarlanmış spesifik araçlar (Proxy sağlayıcıları gibi), fazla büyük bir siyasi cezaya maruz kalmaksızın kapatılabilir; ancak geniş toplulukların kullandıkları (şöyle diyelim: “sevimli kedi resimleri paylaşmaya alışık oldukları”) daha kapsamlı araçların kapatılmaları daha zordur.

Bu sebeplerden ötürü, kendi kendini yönetmeyi ön plana çıkaran siyasi araçlardan ziyade, genel anlamda sosyal medyaya yatırım yapmak daha anlamlıdır. İnsanın kendini özgür ifade edebilmesi, özünde siyasi bir husustur ve evrensel olarak herkes tarafından paylaşılmaz. ABD, özgür ifadeyi öncelikli hedefi haline getirdikçe, bu unsurun müttefiki olan demokratik ülkelerde görece olarak iyi, müttefiki olan ancak demokratik olmayan ülkelerde daha az iyi, müttefiki olmayan ve demokratik olmayan ülkelerde de diğerlerinden çok daha az iyi işlerlik göstermesini beklemelidir. Ancak, dünyadaki hemen hemen her ülke, ekonomik büyümeyi arzu eder. Hükümetler, siyasi ve ekonomik koordinasyon için kullanılabilecekken teknolojilerini yasakladıklarında bu büyümeyi de zedelemiş olurlar. Bu yüzden, ABD’nin de, yaygın medya kullanımına izin veren ekonomik teşvikleri yürürlüğe koymada ülkelere güvenmesi gerekir. Diğer bir deyişle, ABD hükümeti, muhafazakar çelişkiyi artıran koşullar için çalışmalıdır.

Sosyal Medya Kuşkuculuğu

Geniş çerçeveden bakıldığında, sosyal medyanın ulusal politikada bir değişim yaratacağı fikrine karşı iki argüman vardır:

1- Kullanılan araçların kendileri etkisizdir;

2- Bu araçlar, demokratikleşmeye zarar verir; çünkü baskıcı hükümetler, ayrılıkçıları bastırmada bu araçları daha iyi kullanır hale gelirler.

Malcolm Gladvell’in The New Yorker adlı kitabında ortaya koyduğu gibi, “kullanılan araçların etkisizliği”ne yönelik eleştiri, “slacktivism” (miskin-aktivizm) şeklinde tanımlanan örneklere yoğunlaşır. Buna göre, tesadüfi olarak katılımda bulunan kişiler, düşük maliyetli faaliyetler yoluyla sosyal değişim arayışına girerler. Örneğin Facebook’taki “Darfur’u Kurtar” grubuna üye olurlar; böylelikle kamyon arkalarına yapıştırılan çıkartmalardaki hissiyatı doğururlar; ancak pek yararlı bir eylemde bulundukları söylenemez.

Bu tür bir eleştiri doğrudur; ancak sosyal medyanın güç sorunsalı açısından “temel bir eleştiri” sayılmaz. Pek sorumluluk üstlenmeyen kişilerin kendi başlarına daha iyi bir dünya için savaşımda bulunamayacakları gerçeği, sorumluluk altına girmiş aktörlerin de mutlaka sosyal medyayı etkili olarak kullanamayacakları anlamına gelmez.

Yakın zamanda gerçekleşen protesto hareketleri (örneğin, 2009’da Hindistan’da köktenci kesimlere karşı oluşan hareket, 2008’de Güney Kore’de dana etine yönelik protestolar, 2006’da Şili’de eğitim yasalarına karşı yapılan protestolar), sosyal medyayı gerçek dünyadaki eylemlerin bir ikamesi olarak kullanmamışlar; bu eylemleri koordine etmenin bir yolu olarak sosyal medyaya başvurmuşlardı. Sonuçta, tüm bu protestolar, katılımcıları “şiddet tehdidi”ne maruz bırakmışlar ve bazı durumlarda şiddetin bizzat kullanımına yol açmışlardı. Aslında, bu tür araçların (özellikle de cep telefonlarının) gerçek dünyadaki eylemleri koordine etmek ve belgelemek için kullanılması, o denli yaygınlaşmıştır ki, büyük olasılıkla ileride siyasi hareketlerin de bir parçası haline gelecektir.

Bu araçları kullanan her siyasi hareketin başarılı olacağı gibi kesin bir durum söz konusu değildir; çünkü Devlet’in tepki verme gücünü tamamen yitirdiği söylenemez. Bu ise, sosyal medyanın “siyasi iyileşme araçları” olarak kullanıldığına dair getirilen ikinci –ve daha ciddi olan- eleştiridir. Bu eleştiriye göre, devlet, bu tür araçlar sayesinde denetim ve müdahale konusunda giderek daha sofistike araçlar elde etmektedir. Yeni Amerika Vakfı’ndan Rebecca MacKinnon ve Açık Toplum Vakfı’ndan Evgeny Morozov’un ifade ettiği gibi, sosyal medyanın kullanımı, otoriter rejimleri zayıflattığı gibi güçlendirme özelliğine de sahiptir.

Çin hükümeti, sosyal medya kaynaklı siyasi tehditleri denetlemek için birçok sistem kurmuş ve bu sırada ciddi bir çaba harcamıştır. Bu sistemlerin en az önemlisi, sansür ve denetim programıdır. Hükümet giderek şunu görmektedir: Meşruiyetine yönelik tehditler, devletin içinden geliyor ve New York Times’ın websitesini bloke etmek, ülkedeki kokuşmuşluk karşısında ifade edilen şikayetleri önlemede pek başarılı olamıyor.

Çin sistemi, 1990’lı yılların ortasında (dışarıdan kaynaklanan) İnternet trafiğine daha basit bir filtre koyarken, bu filtreleme sistemi giderek daha sofistike bir hal almış; sadece dışarıdan gelen bilgileri sınırlamakla kalmamış; milliyetçilik ve kamusal değerler kisveleri altında, Çinli web hizmetleri operatörlerini, kendi kullanıcılarını sansürlemesini, kullanıcıların da kendi kendilerini sansürlemesini teşvik etmeye başlamıştır. Buradaki amaç, siyasi görüşlerin senkronizasyonunda bilginin rolünü azaltmaktır; bu yüzden de devletin İnternet’i tamamen sansürlemesine gerek yoktur. Daha ziyade, bilgiye erişimi asgari düzeye indirmeye ihtiyacı vardır.

Otoriter devletler, asi güçlerin aralarında gerçek zamanlı bir eylemi koordine etmelerini önlemek için, iletişim ağlarını giderek artan şekilde kapatmaya yöneliyor. Bu strateji, muhafazakar çelişkiyi de harekete geçiriyor; halkın genelini siyasi bir çatışma konusunda teyakkuz haline getirmek gibi kısa vadeli bir risk doğuruyor. Bahreyn kraliyet ailesinin kamuya ait arazileri ilhak ettiğine dair açıklamalı bir harita dolaşıma sokulduğunda, Bahreyn hükümeti Google Earth’e erişimi yasaklamıştı. Bu durum ise, Bahreynlilerin bu haritayla öncekinden daha çok ilgilenmesi sonucunu doğurdu. Derhal haberler yapıldı ve en sonunda dört günün ardından Google Earth üzerindeki erişim yasağını kaldırmak zorunda kaldılar.

Eğer hükümetler daha uzun bir geçmişe dayanıyorlarsa, bu tür erişim yasakları daha sorunlu bir hal alıyor. Hükümet karşıtı protestocular 2010 yılı yaz döneminde Bangkok’u işgal ettiklerinde, fiziksel varlıkları Bangkok’taki alışveriş mahallesinde kargaşa yaratmıştı. Ancak, Tay’ların telekomünikasyon altyapısının önemli bir bölümünü keserek tepkisini gösteren Devlet, başkentten çok uzaklarda yaşayan halkları bile bu kararıyla etkilemişti. Böylesi bir yaklaşım, devlet açısından ilave bir çelişki doğurur: telefonlar çalışmaz ise, modern bir ekonomi de olamaz. Dolayısıyla, geniş alanlarda veya uzun dönemler için iletişimi kesme yeteneği sınırlandırılmış olur.

Daha aşırı durumlarda ise, sosyal medya araçlarının kullanımı bir ölüm-kalım meselesi olur. Tıpkı İran’da blog yazarı Hüseyin Derakshan’a verilmesi önerilen idam cezası (daha sonra, 19,5 yıl hapis cezasıyla kurtulmuştur) veya Beyaz Rusya’da muhalif Charter 97 adlı websitenin kurucusu Oleg Bebenin’in kuşkulu bir şekilde ipe götürülmesi gibi…

Buna karşın, sosyal medyanın siyasi alanda değişim getirebileceğinin en pratik kanıtı şudur: hem ayrılıkçılar hem hükümetler, bir değişim yaratabileceklerini düşünürler. Dünya çapındaki aktivistler, bu araçların yararlılığına inanırlar ve onları kullanmak üzere girişimlerde bulunurlar. Ve münakaşa ettikleri hükümetler de, sosyal medya araçlarının güçlü olduğunu düşündükleri için, bu araçları kullananları tutuklamayı, ülke dışına sürmeyi veya öldürmeyi arzu ederler. ABD’nin bir dizi siyasi zorluğa karışmaksızın muhafazakar çelişkiyi vurgulamasının bir yolu da, medyayı bu şekilde kullandıkları için tutuklanan kişilerin salıverilmesini talep etmektir. Bu araçları kullanarak devlet tarafından vatandaşlarına uygulanan tehditleri sınırlandıran herhangi bir şey, muhafazakar çelişkiyi artıracaktır.

Uzun Vadeli Bakıldığında

ABD, İnternet özgürlüğünü Devlet idaresindeki bir araç olarak kullandıkça, sansür karşıtı araçların da (özellikle spesifik rejimleri hedef alanları) önemini azaltmalı; yerel düzeyde insanların düşüncelerini ifade edebilme ve toplanma özgürlüğüne desteğini artırmalıdır. Bilgiye erişim önemlidir elbette; ancak sosyal medyanın otokratik yöneticileri sınırlandırmasının veya yurttaşlara demokrasinin nimetlerini sunmasının başlıca yolu sayılamaz. ABD hükümetinin spesifik rejimlere yönelik kampanyalara verdiği destek ise, ani bir tepki doğurma riskini taşır. Oysa, ilkelerin daha sabırlı ve küresel düzeyde uygulanması, böyle bir sonuca yol açmayacaktır.

Dolayısıyla, ABD Dışişleri Bakanlığı, İnternet özgürlüğüne dair hedefleri yeniden formüle etmelidir. Bir ülke topluluğunun içinde kişisel ve sosyal iletişim özgürlüğünü güvence altına almak en büyük öncelik olmalıdır; bunun ardından ise, bireylerin kamusal alanda rahatlıkla konuşabilmesi gelir. Hedeflerin yeniden düzenlenmesi süreci, aynı zamanda, hükümetlerin vatandaşlarına daha iyi hizmet götürmesini sağlamada Google veya YouTube’a erişimden ziyade, güçlü bir sivil toplumun (ki bu sivil toplumun üyelerinin de toplanma özgürlüğü vardır) varlığının önem taşıdığını ortaya koyacaktır.

Buna bir örnek olarak, ABD, Mısır’ın basın özgürlüğüne yeni kısıtlamalar getirme çabaları karşısında duyduğu endişenin aynısını, Mısır’ın gruplara gönderilen SMS hizmetlerinin lisans zorunluluğu üzerinde yaptığı son denetimler konusunda da hissetmelidir. Bu tür SMS hizmetlerinin içerdiği toplanma özgürlüğü, tıpkı basın özgürlüğü gibi Amerika’nın demokratik idealleri açısından asli önem taşır. Benzer şekilde, bazı İnternet hizmetlerini kullanırken kişilerin gerçek isimlerini kaydettirmeleri yönünde Güney Kore hükümetinin getirdiği zorunluluk da, Seul’da 2008 yılındaki protestolar sırasında olduğu gibi devletin karşısına koordineli bir eylemle çıkma yeteneğini azaltmaya yönelik bir girişim olarak okunmalıdır. Eğer, Çin’deki sansürcülükten şikayet ettiği kadar bu konulardan da yakınmaz ise, ABD’nin İnternet özgürlüğünü küresel bir ideal olarak savunması inandırıcılığını yitirir.

Daha da zor ancak temel olan bir diğer konu da, ABD hükümetinin, bir ağ şeklini alan kamusal alanda bulunan özel şirketler ve örgütlerle işbirliği yapmasıdır. Merkezi ABD’de bulunan hizmetler (Facebook, Twitter, Wikipedia, YouTube) veya denizaşırı bölgelerden sağlanan hizmetler (örneğin Çin’in SMS servisi QQ, servis sağlayıcıları İsveç’te bulunan WikiLeaks, İspanyol sosyal ağı Tuenti, Korelilerin sosyal paylaşım ağı Naver gibi), siyasi konuşmalar ve eşgüdüm için en çok kullanılan sitelerdir. Ve dünyadaki kablosuz taşıyıcılar, bu siteler üzerindeki yazılı mesajları, fotoğrafları, video görüntülerini taşırlar. Bu birimlerin, kullanıcıları açısından ifade ve toplanma özgürlüğünü ne oranda desteklediğini düşünüyorsunuz?

ABD’de özel ancak ticari ortamlardaki ifade özgürlüğü (örneğin, alışveriş mağazalarında ne tür protestolar yapılabileceği) konusundaki sorular da, bununla benzerlik taşır. İyi ya da kötü, ağ halindeki kamusal alanı destekleyen platformlar, özel kişilerce yönetilir. Clinton ise, ABD’nin bu şirketlerle birlikte çalışacağı taahhüdünde bulunmuştu; ancak bunun için belli bir yasal çerçeve ve ticari aktörleri kendi yanına çekmek için yeterli düzeyde bir ahlaki ikna yeteneği gerekiyor.

Farklı zamanlardaki farklı rejimlere karşı kullanılabilen, esnek ve kısa vadeli dijital taktiklerin bulunması iyidir. Ancak, gerçek dünyada Devlet’in kurduğu hakimiyet, arzu edilen şeyin mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelmediğini gösterir. Gerek baskıcı gerekse demokratik rejimlerde yaşayan aktivistler, ülkelerinde etkin bir değişim getirebilmek adına İnternet ve onunla bağlantılı araçları kullanacaklardır; ancak Washington’un bu tür değişiklikleri şekillendirme yeteneği sınırlıdır.

Bunun yerine, ABD’nin daha genel bir yaklaşım benimsemesi; ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve toplanma özgürlüğünü savunması ve teşvik etmesi gerekir. Aynı zamanda, bu alandaki ilerlemenin yavaş olacağı zihinlerden çıkarılmamalıdır. ABD’nin sosyal medya araçlarının sağladığı uzun vadeli yararlardan nemalanabilmesi için, sosyal medyanın kamusal alandaki etkilerine dair araçsal yaklaşımdan sıyrılıp, “çevresel yaklaşım”a geçilmesi gerekir. Ancak, bu tercihten dolayı kısa vadede düş kırıklığına uğrama olasılığı da baştan kabul edilmelidir. (Foreign Policy)


Kaynak: http://www.foreignaffairs.com/articles/67038/clay-shirky/the-political-power-of-social-media



Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

Yapay zeka teknolojisi finans sektörünün geleceğini belirlerken yasal düzenlemelerden hayata geçen uygulamalara kadar çok sayıda yenilik hem sektöre hem de son kullanıcıya fayda sağlıyor.

Teknoloji

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

AVRASYA BİR VAKFI BİLİM TEKNOLOJİ DERNEĞİ KONFERANSI (27 NİSAN 2024)

Üst düzey isim İstanbul'da dünyaya duyurdu! Hamas'tan İsrail'e tarihi çağrı

İlham Aliyev: Fransa, Hindistan ve Yunanistan, Ermenistan'ı silahlandırıyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail ile ticaret tartışmalarına noktayı koydu: O iş bitti

ABD Başkanı Biden, İsrail ve Ukrayna'yı kapsayan 95 milyar dolarlık yardım paketini imzaladı

İsrail'in "konforlu mağduriyeti"

Meteoroloji'den 44 ile toz taşınımı uyarısı! Göz gözü görmeyecek

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Yükleniyor