Amerika, Britanya ve Avrupa: Gelişen Bir İlişki Sistematiği

Amerika, Britanya ve Avrupa: Gelişen Bir İlişki Sistematiği

Bugün küresel bir dönüşümün yaşandığı dünyamızda, İngiltere-Amerika ilişkisi üzerinde Asya’nın –özellikle de Çin ve Hindistan’ın- ve yeni büyüyen güç odaklarının yarattığı dinamiğin belli etkiler doğurduğunu görüyoruz.

John Major - İngiltere Eski Başbakanı *


Amerika karşısında sevgi dolu bir şekilde büyütüldüm. Büyükbabam, 1860’lı yıllardan itibaren Pittsburg’da yaşayıp burada çalışmış bir yapı ustasıydı ve Carnegie Steel’in işlerine yardımcı oldu. Babamın çifte vatandaşlığı vardı ve kendisi de 1879 yılında doğumundan başlayarak, delikanlılık yılları boyunca Pittsburg’da yaşamıştı. Felsefesi oldukça basitti: Eğer Amerika ve Britanya bir arada olursa, her şey yolunda gider.

300 yıl kadar önce, 1587 yılında, Virginia Dare, İngiliz ebeveynlerinden Yeni Dünya’da doğan ilk çocuk oldu; Kuzey Karolina kıyılarında, anavatanıyla ilişkisini koparmayacak şekilde yaşadı. Her İngiliz için tanıdık yer isimleri gördü çevresinde.

Bizim çağdaş kuşağımız, Atlantik İttifakı’yla birlikte büyüdü.

Bizim açımızdan İttifak sağlamdı ve güvence vericiydi; o kadar alışmıştık ki ona, sanki ezelden beri var sanıyorduk. Ancak yanlış yapmıştık: çünkü her ilişki gibi, bu da esnekti ve geliştikçe değişiyordu. Ancak, iki egemen ulusun heveslerini yansıtıyordu.

David Cameron Başbakan olduğunda, İngiltere ile ABD arasında “sağlam, ancak körü körüne olmayan” bir ilişki kurulmasını hedefledi. Şu anda söz konusu ilişki, bir dizi politika alanında pratik olarak şekilleniyor:

- Ekonomik açıdan; İngiltere kemer sıkma politikası izlerken, Amerika ekonomisini canlandırmak için yollar araştırıyor.

- Ticari açıdan, en iyi dostların bile ekonomik alanda rakip olduğunu anımsatırcasına koalisyon başkanları dünya çapında ticaret bağlarını güçlendiriyorlar.

- Askeri açıdan, Fransa ile varılan bir Savunma Antlaşması, Libya’daki ayaklanmaya Cameron ve Sarkozy’nin benzer bir yanıt vermesi ile birlikte, semboliğin de ötesinde çok büyük bir anlam kazandı.

- Diplomatik açıdan ise; hükümet, uluslararası camia tarafından yasadışı kabul edilen yerleşim inşalarına dair İsrail’in politikasını eleştirmede, İngiliz hükümeti Beyaz Saray’dan daha sert bir çizgi izledi.

Bazı kesimler, politikadaki bu tür ayrışmalardan endişeleneceklerdir. Ancak endişelenmeleri yersiz. Keza İngiltere-Amerika arasındaki ittifakın en güçlü olduğu noktalardan biri, yıllardır her türlü ağız dalaşı, atışma ve en kötü anlaşmazlıklarla bile başa çıkabilmesi oldu: örneğin, 1956’da Süveyş krizi; Skybolt’un iptali; Acheson’un Westpoint’te yaptığı ve “Büyük Britanya, bir imparatorluğu kaybetti ve halen kendisine bir rol edinemedi” şeklinde bir iddiada bulunduğu aşağılayıcı konuşması gibi…

Acheson, konuşmasına şunu da eklemişti: “Britanya’nın küresel düzlemdeki rolü, yok olmak üzere.”

Öte yandan, Vietnam, Balkanlar’daki silah ambargoları gibi konularda da görüş ayrılıkları olmuştu –ancak bunların hiçbiri, ilişkilerde daimi bir kopmaya yol açmadı.

Atlantik ortakları arasındaki politikaya bakıldığında, sadece Amerika ve İngiltere’ye odaklanmak bir hata ve basite indirgeme olur. Uzun yıllardır üçüncü bir ortak da –Kıta Avrupası- bu ilişkide asli unsur olarak ortaya çıktı.

Bugün küresel bir dönüşümün yaşandığı dünyamızda, İngiltere-Amerika ilişkisi üzerinde Asya’nın –özellikle de Çin ve Hindistan’ın- ve yeni büyüyen güç odaklarının yarattığı dinamiğin belli etkiler doğurduğunu görüyoruz. Bu günlerde Amerika yüzünü giderek Pasifik’e çeviriyor. Irak ve Afganistan’daki savaşlar durulduğu için, bu eksen değişiminin ivme kazanacağını umuyorum. Leon Panetta ve Hillary Clinton, açıkça bu yeni odağın müjdesini verdi.

Bunun nedenini anlamak zor değil. Pasifik, gelecekte küresel büyüme için giderek daha önemli bir ağırlık merkezine dönüşüyor; burada bir nüfus patlaması yaşıyor ve söz konusu nüfus patlaması, küresel ticareti ileri taşımak için belirleyici bir güç unsuru halini alıyor. Bölgenin profili değişiyor ve tüm uluslar –özellikle de ABD- bu durumu dikkate almalı. Çin’in halihazırda Amerikan hükümetinin borçlarının %25’inden fazlasına sahip olması, geçmişte çok az kişinin öngörebileceği bir gerçeği tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Aslında her şey çok basit: Kimse, Asya’yı görmezden gelemez. Bununla birlikte, Amerikan başkanlarının da, öncelikle kendi ulusunun refahıyla ilgilenmesi gerekir.

Refah ve mali güç Pasifik’e doğru kayarken, yeni ticaret ve siyaset ilişkileri kurulacak ve bu ilişkiler –ne mutlu ki- dostane nitelikte olacak. Çin’in durumunda olduğu gibi, Amerika da bölgesel hevesler ve askeri yetenek gibi öncelikleri ön planda tutacak. Bu kimseyi şaşırtmasın.

Tarih tematülü, egemen ulusları farklı sonuçlara yönlendirebilir: bu kaçınılmaz ve sağlıklı bir durumdur. Anglo-saksın ilişki, yaşayan bir ilişkidir. Bu ilişkiyi bir “jöle” içinde korumaya çalışmak bir hata olur. Herşey kişisel çıkarlar ve karşılıklı saygıyla ilgilidir. Bir ilişkiyi duygusal bir perdeyle çevrelemeye çalışmak, onun değerini azaltmak demektir. İnsanlar çoğu zaman “özel ilişki”den söz ederler. Tüm başkanlara konuşmalarında bu terimi kullanmaları tavsiye edilir ve onlar da kullanırlar –ancak söz konusu terim, “küstahça” ve “küçümseyici” bir terim.

Savaş-sonrası dönemde doğan ve Soğuk Savaş-sonrası bir politikacı olan Başkan Obama, İngiliz ve Avrupalıların gözünde, önceki başkanlarla kıyaslandığında çok daha az “Atlantikçi” görünüyor. Bunu kendisini eleştirmek için söylemiyorum; sadece bir gözlemimi paylaşıyorum.

Başkan, değişen dünyayı göz ardı edemez. Eğer böyle bir şey yaparsa, Amerika’ya karşı görevinde başarısız olur. Kendisinden sonra gelecek birçok başkan ise, büyük olasılıkla, mevcut stratejik gerçeklikleri dikkate alacak; ancak bir yandan da heyecana kapılıp, “özel ilişki” bağlarına atıfta bulunabilirler.

Bu terimi tarihin tozlu raflarına kaldırmanın vakti geldi. Keza, böyle bir terime ihtiyacımız yok.

Kişisel çıkarlar farklı olsa da, İngiltere ile Amerika’yı birbirine bağlayan bağlar, oldukça somut ve güven verici. Birlikte yapacak çok fazla işimiz var. İngiltere, ABD’deki en büyük münferit yabancı yatırımcı. Birbirimiz açısından önem taşıyan ticaret ortaklarıyız. Vatandaşlarımız birbirlerine aşina: milyonlarca turist, her yıl Atlantik’in her iki yakasına seyahat ediyor.

Güçlü kültürel bağlarımız var. Müzik, film, tiyatro ve televizyonda ortak zevklerimiz, bizi bir arada tutuyor –hem duygusal, hem de psikolojik olarak. Bu öylesine doğal bir seyir izliyor ki, bazen farkına bile varmıyoruz. Amerikan Büyükelçiliği’nin dışında protesto yapan insanların kaç tanesinin evine dönerken Pizza Hut veya Kentucky Fried Chicken’dan geçtiğini, bir Budweiser bira almak için yolda mola verdiklerini, eve geldiklerinde de televizyon dizilerinden Friends’i tekrar tekrar izlediklerini merak ediyorum.

Bu paylaşılan kültürel “tatlar”, ortak siyasi görüşlerde de yansımasını buluyor. Dünyaya bakışımız ve dünya karşısındaki heveslerimiz birebir aynı değil; zaten öyle olması da beklenemez. Ama, çarpıcı biçimde benzeşiyor.

Güvenlik ve istihbarat alanında derin ve canlı bir işbirliğimiz var. İngiliz ve Amerikalı askeri kumandanlar arasındaki toplantılara ilk katıldığımda, aralarında kurdukları özgür ve kolay ilişki karşısında etkilenmiştim. Üçüncü taraflardan vargüçleriyle koruyacakları sırları, hiçbir kısıtlama olmaksızın tartışıyorlardı.

Anglo-Sakson hassasiyetlerimiz, bireye, hukukun üstünlüğüne, refaha ve herkes için gelişim özgürlüğüne karşı saygıya büyük önem atfediyor. Böylesi öncelikler ise, politikamızı canlı tutuyor. Tunus, Trablus, Şam ve Kahire’de yeni ortaya çıkan topluluklarla ilişkimizi de aynı umut ve beklentiler yönlendirecek.

Tüm bunlar sağlam bir temele dayanıyor ve bu şekilde de devam edebilir.

Bununla birlikte…

İşte, bu “bununla birlikte” tümcesine odaklanmak istiyorum: farklı meseleler bu ilişkinin önüne engel oluşturabilir ve hatta onu zayıflatabilir. Ama, şayet buna izin verirsek… Eski bir Arap deyişi, “düşmanımın düşmanı, benim dostumdur” der ve insan davranışının temel bir unsurunu yansıtır. Düşman artık bir tehdit olmaktan çıktığında, dostluk ne hale gelir? Bizi birbirimize bağlayan bir Sovyet tehdidi yok artık. Peki, bunun NATO açısından anlamı ne?

62 yıldır NATO, Avrupa’da özgürlük ve güvenliğin garantörü oldu. Sovyetler Birliği yirmi yıl önce dağıldığında, örgütün nasıl bir rol üstleneceği tartışma konusu oldu. NATO’ya ihtiyacımız olduğunu biliyoruz; ancak nedenini tam olarak belirleyemiyoruz. Bu da, Avrupa’nın İttifak’a olan katkısında aşamalı bir düşüşe yol açtı.

Tüm bu gelişmelerin ise Amerika’yı teyakkuza götürmesi anlaşılır bir durum. NATO’nun gelecekteki rolü, saydam olmayabilir; ancak yine de İngiltere ve Avrupa’yı ABD’ye bağlayan en görünür ve elle tutulur askeri bağ olmayı sürdürüyor. Avrupalılar, Amerika Savunma eski Bakanı Bob Gates’in yaptığı yorumlara odaklanmakta haklılar; keza Gates, Avrupa’nın Amerika’ya gereğinden fazla bağlı olduğu konusunda uyarıda bulunmaktaydı. Bay Gates kuşkusuz haklıydı bu iddiasında.

Üye ülkelerin tümünün bir gruplaşmanın yararlarından faydalandığı, ancak sadece çok az bir bölümünün askeri meselelerin “sert çekirdeğiyle” ilgilendiği bir ittifaka dair duyduğu rahatsızlık, elbette haklı temellere dayanıyordu. Bazı ülkelerin NATO’ya yönelik operasyonel taahhütlerine bir takım sınırlandırmalar koymaları, kabul edilir bir durum değil.

Bay Gates, haklı olarak şu şekilde uyarıyor: “Eğer Avrupa’nın savunma yeteneklerinin azalmasına dair mevcut eğilimler tersine çevrilmez ise, gelecekte Amerika’nın başına geçecek siyasi liderler, Amerika’nın NATO’ya yaptığı yatırımın maliyetine değmediğini düşünebilir. Bu, transatlantik ittifakın geleceğine dair iç karartıcı bir boyut olmasa da, yine de ilişkilerde bir nebze donukluk yaşanacağına dair gerçek bir olasılık olarak karşımızda duruyor.”

Böyle bir cümle, 20 yıl önce Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce telaffuz edilemezdi –ve edilmezdi de. Ancak, Washington’daki politika-yapıcılarla özel görüşmeler yapmamış olsaydı, temkinli yaklaşımıyla bilinen Bay Gates de böyle cümleleri alenen kullanmazdı.

Başkanlık seçiminin ardından, ABD’nin toplam savunma harcamalarında kesintiye gitmesi olasılığı bulunuyor. Dolayısıyla, Avrupa’nın bu olasılığı görmezden gelmesi, son derece ahmakça olur.

NATO ülkelerinin karşısında giderek büyüyen bir tehdit var: sanal saldırı tehlikesi. Diğer herhangi bir sabotaj türüyle kıyaslandığında, askeri, bilimsel ve teknik sırların sanal ortamda çalınması, çıkarlarımıza çok daha büyük bir zarar verecek. Bununla mücadele etmek için sadece İngiltere yüz milyonlarca pound harcayarak sanal yeteneklerini geliştirmeye çalıştı. Buna rağmen, söz konusu alan, halen NATO üyeleri arasında yakın bir işbirliğini gerektiriyor.

NATO’nun değişmeye ihtiyacı var. Ancak, bu değişimin nasıl gerçekleşeceği konusunda bir anlaşmaya varmalıyız. Görmezden gelerek yok olmasına uğraşmak, düşüncesizce bir politika olur. Her ne kadar halihazırda Avrupa Kıtası’na yönelik bir tehdit olasılığı pek görünmüyorsa, bu durum her an değişebilir.

Avrupa’nın Amerika’yı NATO’nun içine kenetlemesi gerek; Avrupa’nın NATO’ya yönelik taahhütlerinde çark etmesine neden olacak bir politika değişimine izin vermemeli. Avrupa’nın geri adım atarak, savunma bütçelerinde kesintiye gitmesi, ardından da kendisini savunmanın tüm orantısız maliyetini ABD’nin üstlenmesini talep etmesi, inandırıcı bir durum değil.

NATO’ya dair yeni bir kurgulamaya gidilmeli: rolü, finansmanı ve ulus devletlerin üstlendikleri taahhütlerde adil davranılması gibi sorunların çözümünde oldukça geç kalındı. Bay Gates, Amerika’nın duyduğu hayal kırıklığını ifade ediyor; ancak Amerikalılar giderek yüzlerini Doğu’ya çevirdikleri için, NATO’nun geleceğine dair öncelikli ve kesin kararlar alınması yolunda en fazla ön planda olması gerekenler, Britanya ve Avrupa.

Bazı potansiyel ayrışma noktalarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Amerika’dan bakıldığında, Avrupa’nın politikası “zayıf” görülüyor ve küçümseniyor. Avrupa’dan bakıldığında ise, Amerika’nın politikasının bazı unsurlarına dair benzer bir hor görme hali söz konusu. Ayrıca, Amerika’nın cezai adalet sistemine ve ağır cezalara karşı mağrur bir aşağılama göze çarpıyor. Bazı anlaşmazlıklar ikincil düzeyde kalabilir; ancak tarafların karşılıklı olarak birbirlerinden hoşlanmadıkları gözle görünür bir halde. Ekonomi yönetimi de, başka bir ayrışma noktası olup, gelecekte daha da kötüleşmesi mümkün.

Amerika, küresel ekonomideki mevcut yavaşlamayı, büyük ölçüde süregiden Euro krizine bağlıyor. Mitt Romney, Başkan Obama’ya yüklenirken, “Obama’nın tepkisinin, tıpkı Avrupa gibi para ödünç almak şeklinde olduğunu” söyleyip ekliyor: “Avrupa’nın tepkileri, doğru çözümlere yönelmiyor.” Düzenlenen bir dizi üst düzey toplantıda, krizin dünya çapında etkiler doğurmasını engelleyemedi.

Taraflar, karşılıklı olarak birbirlerini küçük görüyorlar. Avrupalılar, tüm bunların sorumlusunun Lehman biraderlerin batması ve ondan sonra gelen süreç olduğunu söylerken; Amerikan Hazine Müsteşarı Tim Geithner ise, katıldığı tüm toplantılarda, Avrupa’ya, bir araya gelerek Yunanistan’ın borç sorununu çözmeleri gerektiğini telkin ediyor. Tabir-i caizse tencere dibin kara, seninki bende kara!

Peki, Amerika ile Kıta Avrupası arasında bu karşılıklı hor görme halinin İngiltere üzerinde etkisi olur mu? Elbette olur.

Eğer bu durum bu şekilde devam ederse ikili ilişkiler de zayıflayabilir. Peki neden? Pek fazla dillendirilmez, ama ABD, İngiltere’nin Anglo-Sakson etkisini Avrupa Birliği içinde kullanmasını beklemektedir. Serbest ticaret, deregülasyon, düşük vergilendirme ve mali sorumluluğa dair ortak görüşlerimizin Avrupa Birliği nezdinde temsil edilmesini istemektedir. Eğer ABD ile AB’nin bağları zayıflarsa, eğer ABD’nin AB’ye olan ilgisi zayıflarsa, gözünü başka yönlere çevirmeye başlarsa, İngiltere’nin de Amerika gözündeki değeri azalır; dolayısıyla İngiliz-Amerika ittifakının asli bir unsuru da zayıflamış olur.

Bazıları bu durumu farklı bir açıdan değerlendirecektir. Onlara göre; eğer ABD, Kıta Avrupası karşısında hayalkırıklığına uğrarsa, bu durumda İngiltere de AB içinde hayalkırıklığına sürüklenir –bu iki önerme de şu anda gerçeklik kazanmıştır. Çözüm ise oldukça basit: ABD ve İngiltere, daha yakın ilişki içine girip, birlikte hareket etmeliler.

Bazı Atlantikçiler ve kimi aşırılık yanlısı Euro-septikler, daha da ileriye gidiyorlar: ABD ile güçlendirilmiş bir işbirliğinin, İngiltere-AB bağına bir alternatif sunacağını iddia ediyorlar. Bu, bir fanteziden ibaret. ABD, İngiltere’nin 51. Mümessil devleti olmasını istemiyor. ABD’nin istediği Avrupa’da duyarlı ve pragmatik bir Anglo-Sakson ses: bu ses ortadan kalkarsa, İngiltere’nin Amerika açısından değeri de azalır.

Peki, İngiltere ve Amerika ayrı ayrı bu ilişkiye nasıl katkılar sağlayabilirler? Ekonomik ve siyasi güç açısından bakıldığında, ortada eşit olmayanların bir İttifak’ı söz konusu. Amerika’nın bu ittifaka katkısı açık ve net: Peki, İngiltere masaya ne getirebilir? Çok şey… Ancak, bir alan var ki, birlikte çok daha iyi işler başarabiliriz.

Öncelikle, İngiltere’nin, ticaret ve yatırım alanındaki rolüne ek olarak, ABD’nin başlıca askeri müttefiki olduğunu belirtmek gerekiyor. ABD, elinin altındaki devasa askeri yetenek sayesinde aslında biz olmadan da çok iş başarabilir: ancak, böyle yapmayı tercih etmez. Askeri açıdan bakıldığında, onun birincil –ve en çok güvenilen- ortağı konumundayız.

İngiltere’nin, Amerika’nın etkisini tamamlayan ve tarihi öneme sahip bilgi temeli ve kendine özgü yetenekleri var. Amerikalı yazar John Updike’nin belirttiği gibi: “Amerika, merkezi hiçbir yerde bulunmayan bir arazidir. İngiltere’nin merkezi ise her yerdedir.” 9-11 günü, Washington’da İngiliz elçiliğinde bulunuyordum. O akşam İngiliz istihbarat hiyerarşisinin büyük bölümü, İngiltere’den gelip, Amerikalı meslektaşlarına destek olmaya ve bilgi paylaşmaya geldiler.

İngiliz diplomasisinin erişim alanı ise oldukça geniş. Amerikan diplomasisi, eğer İngiliz diplomasisinin gücünü yanına alırsa, çok daha ikna edici ve mücbir olabilir. Tek başına hareket eden her süper-güç, “izole edilmiş” ve “zalim” gibi görülebilir. Ancak, yanına güçlü bir müttefik alırsa ve bu müttefik de, aynı politikanın altına imza atarsa, söz konusu risk azalır.

İngiltere’nin sunacağı bir rol daha var: Açıksözlü dost. Dürüst bir dost, dediklerini sürekli tekrarlayan bir dosttan çok daha değerlidir. Eğer İngiltere ikinci Irak savaşına dair şüphelerini ifade ederken çok daha açıksözlü davransaydı, olayların seyri çok daha farklı bir yöne kayabilirdi. Dışarıdan bakıldığında, yaygın kanı şuydu: Saddam’ın elinde kitle imha silahları var.

Ancak, asıl soru şuydu: Ne tür kitle imha silahıydı bunlar? Teslime hazır mıydı? Irak, ne kadar yakın bir tehdidi? Ve acaba herhangi bir tehdit, böylesine sıkı bir termin karşısında harekete geçmeyi gerektirir miydi?

Burada birçok unsur devreye giriyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın değerlendirmelerini temel alırsak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1990’ların sonunda Irak’ın nükleer programına dair dosyasını neredeyse tamamen kapatmıştı. Ve hepimizin de bugün bildiği gibi, İngiliz hükümetine 2002 yılında ulaştırılan bilgi, Saddam’ın nükleer programının dondurulduğu ve Irak’ın daha en az beş yıl kullanılabilir bir nükleer cihaz üretemeyeceği yönündeydi.

Tüm bu bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, açıksözlü bir dost, aceleci bir şekilde harekete geçilmemesi konusunda uyarıda bulunabilirdi. Ancak yapılmadı. Bugünden bakarak, olgun bir değerlendirmede bulunursam, İngiltere’nin ABD’ye yönelik sorgusuz sualsiz verdiği desteğin, her iki ülkeye de bir faydasının dokunmadığını düşünüyorum. Bu konuda çok daha iyi bir iş çıkarabilirdik.

Birbirimize yakın durmalıyız; ancak dip dibe yürümemize de gerek yok. Aramızda öyle bir ilişki var ki, tıpkı Libya konusunda yakın dönemde söz konusu olan hava tatbikatında olduğu gibi bağımsız bir duruş da sergileyebiliriz. ABD, bu konuya son derece müdahil oldu; ancak diplomatik ve askeri liderliği İngilizler ve Fransızlar üstlendi.

Özellikle Müslüman dünya ile olan ilişkilerimizde çok daha bağımsız olmak isteyebiliriz. Bazı durumlarda “perde arkasından liderlik yapmak”, ABD açısından da yararlı –ve temkinli- olacaktır. Liderlik yükünü daima ABD’nin omuzlarına aktaramayız. Gerektiğinde diğerlerinin de sorumluluğu paylaşması gerekir.

İngiltere ve Avrupa’nın da Orta Doğu Barış Süreci’nde çok daha proaktif bir rol üstlenebileceğini düşünüyorum. Barış Dörtlüsü, çok büyük bir ilerleme kaydetmedi. Tam tersine, yirmi yıl süren müzakerelerin ardından, bir çözüm noktasından oldukça uzakta görünüyoruz. Ancak, bence, Filistinlilerin olduğu kadar İsraillilerin de sorunun çözülmesine ihtiyacı var. İsrail’in mevcut yerleşim politikasıyla sarpa saran mevcut atmosfer, İsrail’i tecrit ediyor ve eğer Arap Baharı Orta Doğu’da çok daha demokratik hükümetler kurulmasına öncülük ederse, İsrail çok daha tecrit edilmiş olacak ve belki de daha tehlikeli bir hal alacak. Bu akıllıca bir politika değil.

Birkaç gün önce yayımlanan Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın raporu, İran’ın çok büyük olasılıkla nükleer silah yeteneği geliştirdiğini teyit etti. Bence, bu durum, İran karşısında uluslararası camia tarafından verilecek güçlü bir yanıtı meşrulaştırıyor. Benim önerim; nükleer silahların yaygınlaştırılmasının önüne getirilen mevcut yaptırımların niteliğinin yükseltilmesi ve finansal yaptırımların derecesinin artırılması; petrol ve doğalgaz üzerinde de bir takım yaptırımlar getirilmesi ve silah programına müdahil olan kişilerin tespit edilmesidir. İdeal düzlemden bakıldığında, yaptırımları alacak olan Birleşmiş Milletler’dir. Ancak, eğer Çin veya Rusya bunu engellerlerse, AB’nin yaptırımlarında da geri adım atması mümkündür.

Orta Doğu Barış Süreci’nde ilerleme kaydedilmesi gerekiyor ve bunun ardında birçok sebep var: Filistin`in UNESCO`ya devlet olarak üyeliği –Amerika’nın bu kararın çıkmaması yönünde diplomatik baskılarına ve yaklaşık altmış milyon dolarlık bütçe ödemesini geri çekmesine rağmen-, mevcut kördüğüm konusunda yaygın huzursuzluğun bir işareti. UNESCO’ya kabulün ardından, büyük olasılıkla, Filistin’in Dünya Sağlık Örgütü ve BM’nin diğer kuruluşlarına başvurusu söz konusu olacak.

Amerikan politikasının UNESCO kararına yönelik “inkar” tutumu, dünyanın büyük bölümünün mevcut kördüğümün sorumluluğunu kısmen ABD’nin iç politikalarına atfetmelerinin bir kanıtı. Açıksözlü bir dostun bunu da Amerika’ya söylemesi gerek.

İsrail’e karşı çok daha açık sözlü olabilirdik. Şu anda İsrail’in –ve Barış Dörtlüsü’nün- politikası, İsrail’in üzerine roketler yağdıran Hamas’la görüşmek şeklinde değil. Bu yaklaşımı anlıyorum –özellikle de ülkede halihazırda süregiden kutuplaşmayı göz önünde bulundurursak. Ancak burada da İngiltere’nin yaşadığı doğrudan deneyimlerden yola çıkarak değerli tavsiyelerini İsrail’den esirgememesi gerekiyor.

IRA, Kuzey İrlanda’yı ve İngiltere anakarasını yıllar boyu bomba yağmuruna tuttu. Teröristlerle müzakere etmeme pozisyonumuzdan ödün vermedikçe bombalar yağmayı sürdürüyordu. Barışa giden süreç, ancak IRA ile doğrudan –her ne kadar ilk başlarda aracılarla yürütülse de- temas kurmamızla birlikte başladı. Mütemadiyen konuştuk, konuştuk. Ancak bu şekilde en uzlaşılması olanaksız pozisyonlar bile ortak bir noktaya çekilebildi.

“Teröristlerle pazarlık etmeyiz”, anlaşılması kolay bir politikadır ve kimilerine göre “alicenaplıkla” bağlantılandırılabilir. Ancak, bu politika devam ettikçe, roket saldırıları da daha kolay bir hale gelir. En zor karar, müzakere etmeye çalışmaktır –her türlü provokasyona ve ülke içinden yükselen eleştiri oklarına rağmen. Bu, sorunun çözümü için vazgeçilmez bir başlangıç adımıdır.

Irak’tan, Afganistan ve Libya’dan sonra, askeri müdahaleler konusunda çok daha büyük bir açgözlülüğün doğmuş olabileceğinden endişeliyim. Diplomasi ve yumuşak gücün daha üst bir profil elde edeceği bir çağa doğru ilerliyoruz. Eğer böyle bir çağ gelirse, çok memnun olurum; çünkü Britanya’nın gücüne güç katar. Ve İngiltere ve Amerika’nın hedefleri genellikle benzer olduğu için, her iki ülkenin de çıkarına olur.

İngiltere’nin diplomatik erişim alanını ve diplomasiye dair heveslerini artırmasını isterim. “Sert” gücümüzün yumuşamasıyla birlikte, “yumuşak” gücümüz de artmalı. Ulusal doğamıza içkin olan bu durum, diplomasi açısından kullanılmalı; teşvik edilmeli; güçlendirilmeli. Hem ticaret, hem de siyasi amaçlar doğrultusunda diplomasiye başvurmalıyız. Zorlu bir dünyada yaşıyoruz. Elimizdeki tüm varlıkları kullanarak çıkarlarımızı ileri bir aşamaya taşımalıyız.

“Yumuşak gücün”, “yumuşak bir seçenek” olduğunu düşünmüyorum. Diplomasi, sabır ve kararlılık istiyor; ve istihbarat, pragmatizm, empati ve hukukun üstünlüğüyle tanımlanıyor.

Diplomasinin havuç-sopa ikilisiyle desteklenmesi gerek: hedeflerimizin peşinden giderken, ekonomik ve siyasi baskı kullanmaya istekli olmalıyız. Yumuşak güce Evet; ancak Yumuşak tutuma Hayır. Bu, gerek Amerika gerekse İngiltere’nin çok fazla iş başarabileceği bir alandır. Diplomasinin başarısız olduğu noktalarda, gerektiğinde askeri eyleme başvurulabilir. Ancak eğer diplomasi askeri eylemden önce gerçekleşirse, askeri eylemin gerekçelendirilmesine katkı sağlar.

Birbiriyle bağlantılı bir hale gelmiş dünyamızda, gerçekten büyük sorunların çözümü, “yumuşak güç”ten –ve zorlu müzakerelerden- geçer. Yumuşak güç, egemen küresel oyuncuları birbirine bağlayan yeni ittifakları kucaklayacaktır. Bu ittifakların hepsinin temelinde, Britanya ve Amerika –ortak dünya görüşleriyle birlikte- yan yana, omuz omuza saf tutmalıdır.

Zaten böyle de yapacaklardır –ancak bu tutumları, “özel bir ilişki”nin ürünü olmayacaktır. Daha ziyade, ilerleme ve refaha dair ortak vizyonları aracılığıyla diğerlerini kendi saflarına katabilen pragmatik meslektaşlar ve açıksözlü dostlar olarak davranacaklardır. Ve eğer böyle bir şey gerçekleşirse, belki de Dean Acheson’un tezi çürütülecektir: Britanya, en sonunda kendine bir rol edinmiş olacak ne de olsa…

Kaynak: http://www.chathamhouse.org/sites/default/files/101111major.pdf

 

Sör John Major, 1990-1997 yılları arasında Birleşik Krallık Başbakanlığı’nı yaptı.



Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüpheli yakalandı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 ilde eş zamanlı düzenlenen Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüphelinin yakalandığını bildirdi.

Teknoloji

Türkiye'nin ilk uzay yolcusu Gezeravcı'nın 9 Ocak'ta uzaya gönderilmesi planlanıyor

Türkiye’nin ilk uzay yolcusunun, 9 Ocak 2024'te uzaya gönderilmesi planlanıyor.

Teknoloji

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Katillerin gözü döndü! İsrail’den Şifa Hastanesi’ne katliam gibi baskın: Sivilleri acımadan öldürdüler

Uzman isim Türkiye'nin rolünü anlatarak uyardı! Karadeniz'i bekleyen büyük tehlike

Pakistan'dan Afganistan'a hava saldırısı!

Rusya'da seçim: Dünya Putin'i protesto ediyor

Bayraktar AKINCI'dan İHA-230 füzesiyle çifte atış

Türkiye ve Irak'tan ortak bildiri

ABD uçağından görünen detay! Filistin topraklarına alçak imza

Rusya’da kritik seçim! Halk sandık başında: Putin yeniden mi geliyor?

YILDIZ HOLDİNG’İN KONUŞAN YAZILAR SERGİSİ ANKARA’DA

Zelenskiy, Ukraynalıların Rusların Avrupa'ya geçişini engellediğini söyledi

Altay: Konya Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizin teknoloji üssü olacak

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

BAŞKANIMIZA TÜRK DÜNYASI ÖDÜLÜ

İsrail-Hamas savaşında son durum... ABD'nin İsrail taktiği deşifre oldu! Washington Post yazdı: Kongre resmen bypass edilmiş!

Atlantik Konseyi'nden çarpıcı Türkiye analizi: Avrupa'nın güvenliğini sağlama fırsatı var

Dışişleri İsrail'in Batı Şeria'daki işgal planına sert tepki: Bu eyleme derhal son verilmelidir

Ermenistan-Rusya krizinde son nokta: Paşinyan muhafızların geri çekilmesini istedi

İsrail bunu da yaptı! Yüzlerce Filistinlinin toplu defnedildiği mezarlığa bomba yağdırdılar

Hamas: İsrail taleplerimizi kabul ederse 6 haftalık ateşkes 24 ila 48 saat içinde başlar

İsrail ordusu, bir kez daha Gazze'de insani yardım bekleyenlere saldırdı

HOCALI SOYKIRIMI YENİ YÜZYIL’DA KONUŞULDU

İsrail resmen ateşle oynuyor: IDF 'katliam planını' sundu! ABD askeri İsrail elçiliğinin önünde kendisini yaktı

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Türkiye, savunma sanayi alanında adeta destan yazıyor

YAPAY ZEKA FIRSAT MI, TEHDİT Mİ

BM: İsrail'in saldırıları ve yetersiz yardım nedeniyle Gazze'de kıtlık an meselesi

Yükleniyor