Amerikan Savaş Devletini Anlamak

Amerikan Savaş Devletini Anlamak

Amerikan halkını sahte bahanelerle saldırgan savaşlara dönük olarak yanlış yönlendirme, Amerikan tarihinde eski bir gelenektir. Petrol artık uluslararası tedarik ve talep dengeleri çerçevesinde alınıp satılan bir emtia olmanın ötesine g


Prof. John McMurtry - Global Research, 19 Mayıs 2014

“Kolay bir şey. Yapmanız gereken tek şey, insanlara, saldırı altında olduklarını söylemek ve barış yanlılarını vatansever olmamakla suçlamak; böylelikle ülkeyi tehlikeyle karşı karşıya bırakabilirsiniz.”

Soykırım, isimsiz bir suç idi. Her ne kadar tüm suçların en iğrenci olsa da, bu kavram, İkinci Dünya Savaşı’na kadar uluslararası söyleme girmemişti. O zamana değin askeri işgal ve diğer halk ve kültürlerin imhası, “ilerleme” ve “medeniyetin yayılması” gibi sloganların altında gizlenmekteydi.

Noam Chomsky’nin birkaç yıl önce “soykırımın, Amerika tarafından siyasi gelenek olarak tanımlanan şeyin ta kendisi olduğunu” söylediğini işittiğimde şok geçirmiştim. Ardından anlamıştım ki ABD (tıpkı bir nebze Kanada’nın da olduğu gibi) binlerce yıl Amerika’da yaşamış olan yerli halkların veya 25 milyonun yaşamları ve kültürlerinin yok edilmesini temel alıyordu. ABD’nin durumunda, bu hikaye, 1845 yılında Teksas’ın Meksikalı çiftçiler ve yerli halklardan zorla alınmasıyla devam etti. Bunun ardından, 1849 yılında, Nevada, New Mexico, Arizona, Kaliforniya ve diğer devlet toprakları geldi. Esirleri bulunan General Zachary Taylor’ın yönetimindeki Amerikan birlikleri, Amerikan kanının intikamını almak gibi sahte bir bahaneyle güney komşusunu tek taraflı olarak işgal etti ve General Taylor, kısa süre sonra cumhurbaşkanlığının savaş kahramanı olarak Beyaz Saray’a doğru ışık hızıyla geçiş yapıt. Her ne kadar o dönemde genç bir Kongre üyesi olsa da, Abraham Lincoln, bu bahaneyi gözler önüne serdi ve onu “önceki başkanı –James Polk’u- Beyaz Saray’a General Taylor’ın kumandanı olarak atanması için finanse etmek suretiyle bölgelere serbest ticareti empoze etmeye dayanan bir İngiliz-Amerikan iş stratejisi”yle bağlantılandırdı.

1898 yılında, bir kez daha “meşru müdafaa” gibi sahte bir bahane altında (USS Maine bir iç patlama sonucunda battığında), Filipinler, Guam, kısmen Küba ve Puerto Rico, bir başka tek taraflı savaş neticesinde sahiplerinden zorla alındı. Bu tür bir saldırganlık ve işgal savaşı, tıpkı o dönemden beri gerçekleştirilen birçok Amerikan müdahalesi gibi, öncesinde halkın histerisini ve savaş çığırtkanlığını körüklemeye dönük bir medya kampanyasıyla taçlandırıldı. Medya baronu Randolf Hearst bu anlamda meşhur bir tespitte bulunmuştur: “Siz resimleri donatırsınız, ben de savaşı”. Tıpkı son aylarda Irak savaşı için Amerika’daki medya organlarının her gün savaş borazanlığı yapmaları gibi. Savaş, büyük bir şiddet denemesidir ve Pentagon ile yakın ortaklık içerisinde kitleleri farklı yönlere sevketmek için aylar boyu sürebilir.

Amerikan halkını sahte bahanelerle saldırgan savaşlara dönük olarak yanlış yönlendirme geleneği, Amerikan tarihinde eski bir gelenektir; ancak faşist bir yönetimin hüküm sürdüğü ara dönemden bu yana, diğer ülkelerin kriminal bir şekilde işgali, kamuoyu tarafından kabul edilmedi. Kurumsal savaş partisinin denetimi altındaki Amerika, şimdilerde bu eğilimi tersine çevirmenin yollarını araştırıyor. Dünya Ticaret Merkezi’ne yönelik olarak izin verilmiş 9-11 uçak saldırılarının sayesinde, Kongre’ye ülkelerini işgal etmek ve kaynaklarını kontrol etmek üzere üçüncü dünya ülkelerine saldırmak konusunda Başkanlık makamından açık bir çek verildi. Şimdilerde Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz ve diğerlerinin 2001 Eylül’ünde “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adıyla kaleme aldığı yol haritasının, uluslararası güvenlik düzeninin Amerikan çıkarları ve ilkeleri paralelinde yeniden şekillendirilmesini hedefleyen bir plan olduğu apaçık ortadadır. Körfez bölgesinin silahlı güçlerce egemenlik altına alınması, Saddam Hüseyin rejimi meselesi ötesinde bir durumdur.

Bu planda, petrol, Amerika’nın çıkarları için dünyanın yönetilmesi anlamında büyük önem taşımaktadır. Washington Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’ndeki petrol işletmelerinin desteklediği bir rapora göre, petrol artık uluslararası tedarik ve talep dengeleri çerçevesinde alınıp satılan bir emtia olmanın ötesine geçmiş ve ulusal güvenlik ve uluslararası gücün bir belirleyicisi haline gelmiştir.

Amerikan devletinin Afganistan ve Irak’a yönelik olarak iki yıl boyunca gerçekleştirdiği askeri işgaller, bu yeni piyasa-üstü politikanın ifadeleridir. Söz konusu gerçekleri salt reelpolitik olarak görmeden önce, şunu vurgulamakta yarar var: bu silahlı devlet projesi, faşizme benzemektedir: bu, sadece uluslararası hukuku ihlal eden diğer ülkelere yönelik olarak gerçekleştirilen savaş suçu saldırıları olmanın ötesinde, silahlı güçleri kullanarak diğer ülkelerden değerli mallarını ele geçirmek üzere piyasa ilişkilerini de tanımamak anlamına gelmektedir.

Hakikatle Yüzleşmek

Soykırım anlamındaki işgalin demagojik şekilde övülmesi, Amerika’nın son Düşmanı’na yönelik projeksiyonlar ve gerçekdışı yalanlar seli tarafından isimlendirilerek sümen altı ediliyor. Şunu kendimize anımsatmakta yarar var: 2002 Ekim-2003 Mart döneminde bu konu hiçbir kitlesel medya organı tarafından ele alınmadı. Ve tüm bunları birleştiren ilkeyi de her daim zihnimizde tutmak gerekiyor: Amerikan devletinin yaptığı gerekçelendirmeler, Amerikan güvenlik devletinin bizzat kendisinin yaptığının belirli bir düşmana yönelik olarak yansıtılmasıdır aslında... Eğer diğer zayıf devletleri “kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar kullanmakla, uluslararası hukuku ihlal etmekle veya terör yoluyla kendi iradesini dayatmaya dönük girişimlerde bulunmakla ” yüksek sesle itham ediyor ise, bu durumda Amerika’nın başkalarını suçlamak suretiyle dikkati başka yöne sevkedip daha başka neleri planladığına dair çıkarımda bulunabiliriz. Bu temel ilkeyi, Amerika’nın daha sonra yaptığı tüm uluslararası suçlamalarla birlikte bir sınamadan geçirin, bu ilkenin değişmez bir şekilde teyit edildiğini siz de göreceksiniz.

“Günün Düşmanı” olarak tanımlanan yabancı bir şeytanın koro halinde alenen itham edilmesiyle oluşan bir tür kolektif hezeyanla heyecanlanan basın organları ve siyasi sınıf karşısında bu taktik mükemmel şekilde işliyor. Dolayısıyla, Amerikan güvenlik devletinin kendi şiddet içeren politikalarını başkalarına dayatırken yaptığı tam da budur: diğerini bir suçla itham etmek suretiyle şiddetin yoğunluğunu artırmak ve durumu kızıştırmak. Sovyetler Birliği’nin 1991 öncesi dünyayı yönetme girişimi dahilinde sürekli olarak suçlanmasının ve Amerika’nın bugün küresel terörizme bu denli takıntılı olmasının sebebi bu şekilde daha iyi anlaşılabilir. Her iki tahmin de, Amerikan savaş devletinin davranış modellerinin ardındaki mantığı açıklamaktadır. Bunun kasıtlı bir stratejik taktik değişikliği mi, yoksa Amerikan kültürünün zihin yapısına içkin paranoyakça bir yanılsama yapısı mı olduğunu bazen merak ediyorum.

Bu çerçevede, Irak savaşını gerçekleştirme sürecinde Bush Jr yönetimin temel iddialarını ve örtbas ettiği meseleleri inceleyelim:

Bush yönetimi, yorulmak bilmeksizin şunu iddia etti: Irak, Birleşmiş Milletler kararları ve uluslararası hukuku ihlal etmiştir; dolayısıyla uluslararası hukuku korumak amacıyla Birleşmiş Milletler’in eyleme geçmesi gerekmektedir ve bunun için de üzerinde bir baskı oluşturulmalıdır. Aslında, Bush Jr yönetimi göreve geldiği günden beri, nükleer savaşlar, biyolojik silahlar, kimyasal silahlar, kara mayınları, hafif silahlar, uluslararası balistik füzeler, işkence, ırkçılık, kadınlara karşı ayrımcılık, keyfi tutuklama ve hapis, mahkumlara mahkûmlara kötü muamele, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları, askeri hava tahribatları, biyoçeşitliliğin kaybı ve uluslararası iklimin istikrarının bozulması gibi konularda halkları ve insanları korumaya dönük yasa, sözleşme ve denetim protokollerini sürekli olarak sabote etmiştir. Uluslararası hukuka yönelik son ihlali ise, Güvenlik Konseyi’nin Irak denetimlerinin zorla gaspedilmesi olmuştur. Modern tarihte hiçbir korsan devlet, uluslararası hukuku uygulamak adına uluslararası hukuk ve usulleri bu denli devamlı ve sistematik biçimde ihlal etmemişti.

Bush yönetiminin sınırlarından binlerce mil ötedeki bir devlete karşı askeri işgal hazırlıkları ve bu yöndeki tehdidi, uluslararası hukuk çerçevesinde tartışmasız olarak bir savaş suçudur – özellikle de Nuremberg Şartı’nın 1, 2 ve 6(a)1 maddeleri ve Cenevre Sözleşmesi’nin 54.maddeleri çerçevesinde... Birleşmiş Milletler’in kararı ne olursa olsun Amerika’nın öncülüğündeki silahlı güçler eliyle Irak’ın işgaline yönelik hazırlık ve planlarda bulunmak gibi bir savaş suçunun hiçbir zaman açık bir şekilde tartışmaya açılmamış olması, Birleşmiş Milletler’in özünde “önlemek” amacıyla kurulduğu saldırganlık durumunu teşvik etmiştir.

Bush yönetiminin kendisini hukukun üstüne konumlandırma gibi açık bir niyeti olduğuna dair herhangi bir kuşku yok; tıpkı Irak’ı da aynı şeyi yapmakla sürekli olarak suçlaması gibi. En başından beri bu süreci tek başına da yürütebileceğini açıklamış, isteyenlerin de ona katılabileceğini bildirmişti. Ancak, bunun hukuk tanımayan bir niyet ve plan olduğuna dair Canadas Bill Graham da dâhil olmak üzere hiçbir Birleşmiş Milletler elçisinden herhangi bir açıklama yapılarak, bunun uluslararası barış ve güvenliğe yönelik açık bir tehdit olduğuna dair bir ifade kullanılmamıştı.

Irak’a yönelik olarak Amerika’nın uzun zamandır planladığı saldırganlık savaşının Iraklı vatandaşlar üzerindeki etkisinin onları “serbestleştirmek” olduğu söylendi durdu. Bununla birlikte, Irak’taki ilk savaşından beri hedeflenen kurbanlar, çocuklar ve gençler oldu daha ziyade... Bush yönetiminin planlanan “Şok ve Dehşet Operasyonu”, Amerikan ordusunun saldırısının sonucunda sivil elektrik kaynaklarının, kanalizasyonun ve su işleme tesislerinin kasten bombalanması ve silah ve kovanlara nükleer atık konuşlandırılması suretiyle çocuklarda kitlesel olarak salgın hastalıklara, çocuklarda dizanteriye yol açtığı 1991 yılında yaşananlarla kıyaslandığında çok büyük daha kibrin olduğu ve bu kibirle gözlerin körleştiği, kendisini tıpkı bir Tanrı gibi konumlandıran bir güç yanılsamasına karşılık gelmektedir. Irak’ta daha şimdiden 500.000’in üzerinde çocuk, UNİCEF verilerine göre son savaş sonucunda öldü; bu rakam, New England Journal of Medicine’de 1991 yılında öne sürülen ve önde gelen İngiliz tıp araştırmacısı Lancet’nin 1999 yılında da somut verilerle desteklediği bir rakamdır.

Bush rejiminin endişelerini borazan çalarak dört bir tarafa ilan ettiği “Irak’ın kitle imha silahları”, Amerika, İngiltere ve diğer Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından büyük karlar elde edilerek Saddam’a satılmıştı. Bush yetkililerinin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Başkanı’ndan (o dönemde askeri bir müşteri devlet olan Kolombiya idi) BM’ye sunulan Irak raporunun orijinalini almasının ve bu askeri satışları belgelendiren tüm sayfaları silip, ardından daimi-olmayan üyelere yeni metni dağıtmasının ardındaki sebep de tam olarak budur. Dışişleri Bakanı Rumsfeld ise, o esnada, ilgili Senato komiteleriyle çalışmayı reddetmiş; Irak’a veya onun taşeronlarına Amerikan silah üreticileri tarafından sürekli olarak yapılan silah satışlarının ifşa edilmesini bu şekilde engellemek istemişti.

BM kararlarına Irak’ın uymasını isteyen Amerika’nın talepleri, aslında onun gerçek endişeleri değildi ve halen de değil; keza Amerika’nın askeri ortağı İsrail, yıllar boyu BM kararlarını hiçe saymıştı zaten. Dolayısıyla, İsrail yönetimleri tarafından insanlığa karşı süregiden bu suçlar ve savaş suçları, halen Filistin’de yasadışı şekilde işgal edilen topraklarda cezasızlık eşliğinde gerçekleştirilmeye devam ediliyor –örneğin, yasadışı işgalin sürekli genişletilmesi, kara ve mülk işgalleri, halkın kolektif şekilde cezalandırılması, artan cinayetler, sivil altyapı ve evlerin imhası. Teftişlerden önceki on iki ila on sekiz kadar BM kararının, Irak tarafından despot askeri rejim altındaki dönemde ihlal edildiği söylendi. İsrail ise, hiçbir ceza ile karşılaşmaksızın 64 kadar BM kararını ihlal etmişti. Uluslararası hukuka dair hiçbir çifte standart, bu denli uzun vadeli, sistematik ve apaçık olmamıştı – ABD tarafından yapılanlar hariç elbette...

Bush yönetiminin tüm süreç boyunca talep ettiği rejim değişikliği, Irak halkının –vaat edildiği gibi- işine yaramazdı çünkü Amerika’nın hedeflediği askeri işgalin amacı, Saddam’dan kurtulmak değildi (kendisi zaten Amerika tarafından silahla desteklenmişti), ancak daha ziyade Irak devletinin sahip olduğu petrol rezervlerinin zorla ele geçirilmesiydi. 1950’li yıllardan bu yana söz konusu rezervler (Saddam’ın ABD-destekli darbesine rağmen) Arap dünyasındaki en ileri sosyal altyapıyı, ücretsiz eğitimi, evrensel sağlık hizmetlerini finanse etmişti. Son altı ay içerisinde Irak’ın “şeytanlaştırılması” sürecinde ise, ülkenin elindeki petrol gelirleri, tüm vatandaşlar için devlet güvenceli gıdaya dönük bir hükümet programını harekete geçirmiş; söz konusu kamusal dağıtım sistemi, BM Dünya Gıda Programı tarafından dünyanın en “etkilisi” olarak tanımlanmıştı. Petrol ve diğer unsurlarda, imparatorluğun önündeki en büyük düşman, kurumsal piyasa denetimini sekteye uğratan, kamusal kaynakların halka açık olmasıydı. Dahası, Irak hükümeti, petrol gelirlerini dolar yerine Euro’ya dönüştürmek suretiyle Amerikan doları üzerinde olumsuz etki doğuruyordu; bu durum ise tüm kurumsal medya raporlarının görmezden geldiği, konuşulmayan başka bir hakikat idi.

Savaş Suçunun Gerçekleşmesine Seyirci Kalmak

Amerikan savaş partisinin nihai hedefi, gezegen üzerinde en büyük ve en erişilebilir yüksek kaliteli petrol rezervlerini ele geçirmek idi. Bush’un petrol partisi, buna uzunca bir süre can atmıştı ve Amerikan askeri işgali, yıllar süren planlama sonucunda bunu gerçekleştirmeye dönük bir yöntemdi aslında – hem de Güvenlik Konseyi’nden herhangi bir karşılık almaksızın. Ancak, hükümetler ve kurumsal medya gibi dünya kamuoyu bu sürece göz yummadı. Türkiye halkının %96’sı Irak’ın işgaline karşı çıktı; İspanya halkının ise %90’ı.... Dünya çapında 30 milyonun üzerinde kişi, bir hafta içerisinde Amerika’nın Irak işgali aleyhinde gösterilere katıldı – bu, tarihte daha önce görülmemiş bir gelişmeydi.

Amerikan başkanının tüm bunlar karşısında verdiği yanıt da manidardır. Dünyaya, tüm bu süreç içerisinde Birleşmiş Milletler’in bir dava içerisinde olduğunu ve kendisinin de Tanrı’nın hakimi olduğunu söyledi. Güvenlik Konseyi’ne aylar boyunca, ya Irak’ın Amerika tarafından işgal edilmesine onay vermesini, ya da varlık amacının artık ortadan kaybolduğunu kabul etmesini söyledi. Eğer bu onay gelmez ise, Bush yönetimi hukuku kendi eline alacak ve Amerika’nın egemenlik hakları çerçevesinde kendisinden fersah fersah uzaktaki zayıf Irak’ı işgal edecekti. Daha önceleri uluslararası hukukun bu kadar hiçe sayıldığı ve böylesine bir demagojinin kullanıldığı başka durumları anımsayın.

Farklılık en net olarak Amerika’nın Irak topraklarında hava ve kara denetimleri gerçekleştirmesi, Kuzey ve Güney’in savunması sırasında yumuşatılmış bombalar kullanılması ve kısa menzilli füzelerin imhasına yönelik başarılı talimatlar verilmesi sırasında ortaya çıktı. Tüm bunlar ise, Mart ayı ortası itibariyle Irak’ın zaten zayıf durumdaki savunma gücünü büyük oranda devredışı bıraktı. Bu süreçte, Amerika ve müttefiklerin talepleri, kitle imha silahlarının anında yok edilmesi noktasından –medyaya herhangi bir bilgi verilmeksizin- topyekün silahsızlanma taleplerine doğru yükseldi. En iyisi, aciz durumdaki bir kurbana sahip olmaktır. Savunmasız haldeki bir ülkeyi yok edip yağmalamaya dönük olarak, yolsuzluklara batmış, tek taraflı böylesi bir plana tarih daha önce tanıklık etmiş miydi hiç?

İktidardaki Grup Zihniyeti

Irak’ın askeri denetimlerinin Bush Jr yönetiminin “hukuku kendi kendine ele alma” kararı sonucunda zorla sona erdirilmesinin ardından 19 Mart günü Güvenlik Konseyi toplantısını izlerken, Konsey üyelerinin ne kadar korkak bir hale getirilmesi karşısında şaşırıp kalmıştım. Tek bir kelime etmeme gibi bir törensel seremoni içindeydiler adeta. Acı olan gerçek ise, Amerikan yönetiminin Irak’ı hukuksuz bir şekilde silahlı bir saldırıya uğratma yönünde aldığı ve sanki hiç olmamış gibi kimsenin dikkatini çekmeyen kararı ile Birleşmiş Milletler’in sürece gereğince müdahil olmasını bir anda engellemesi oldu. Bu kitlesel silahlı askeri işgal, uluslararası hukukun ciddi bir ihlali idi; Nüremberg Şartı çerçevesinde üst düzey bir uluslararası suç olarak kabul edilen bu durumdan hiçbir şekilde söz edilmemişti. Kaderin karşı konulamaz zorunluluğuna kolektif bir şekilde boyun eğmek gerekirmiş gibi, fedakarlık ritüeli galip gelmişti.

Resmi düzeyde saygı ve gerçeklerin gözardı edilmesi kuralları ağır basmıştı. Genel Sekreter, yasadışı işgalden zarar görmesinler diye, Amerikan yönetiminin talimatı üzerine denetim heyetlerini görevden aldığı için tebrik edildi. Müfettişler, tam teşekküllü ve yasa dışı işgal sonucu çalışmalarının tamamlanmasının zor kullanarak engellenmesi öncesinde Irak’ın elindeki askeri varlıkları denetledikleri için defalarca tebrik aldılar. Ortaya çıkmakta olan insancıl felaket karşısında çok büyük bir öfke sergilendi; ancak kimse, Birleşmiş Milletler sürecinin zayıf ve acı çeken bir ülkeye ani bir baskın sonucunda yasadışı bir şekilde devre dışı bırakılmasının kitlesel bir teröre sebep olacağından söz etmiyordu. Uzun süren soykırım süreci, diplomatik açıdan, soyutlama eylemleriyle diplomatik açıdan temize çıkarılmıştı. ABD’nin, İngiltere’nin ve İspanya’nın durumunda ise, Saddam Hüseyin tamamen sorumlu tutuluyordu.

Uluslararası barış ve güvenliğe ilişkin olarak sürekli yinelenen “kutsal sözler”, Irak hükümetinin –müfettişlerin bile tam olarak desteklemediği- ihlal vakaları, resmi pişmanlıklar, kolektif düzeyde kendi kendini suçlamalar ve yok edilmekte olan toplumun yeniden inşasına dek yapılan konuşmalar, resmi düzeydeki örtmecelerin uyurgezer adımları arasında resmediliyordu. Hepsinin ortak noktası ise, Amerika’nın BM Güvenlik Konseyi’nin iradesi ve yasal sürecini ihlal ederek, savaş suçu işleyen bir saldırı planına dair takınılan sessizlik idi. Kofi Annan, savaştaki bir ülkenin, hukuk çerçevesinde, işgalin maliyetinden sorumlu olduğunu neredeyse alenen ifade etmişti. Ancak BM ve Kanada, Amerika öncülüğündeki güçler tarafından yoksul bir toplumun bir başka şekilde kitlesel düzeyde imha edilmesinin bedeli neyse hazır görünüyordu.

Üçüncü Reich dönemi ve bu dönemde atılan tüm adımları kolaylaştıran resmi teskin politikası hakkında çok fazla şey okudum. Teskin etme süreci, o sırada, zihinsel düzeyde gerçekleşiyordu. Neler olup bittiğini söylemeye kimsenin cesareti yoktu. ABD’nin tehditleri ve rüşvetleri, aylardır, Konsey’in karar sürecini doyum noktasına ulaştırdı; ancak intiham parasını alan birkaç kişinin de bu süreçte büyük katkısı oldu. Güvenlik Konseyi, Amerika öncülüğündeki savaşa dair bir kararı ağırlıklı bir çoğunluk sayısıyla reddetti. ABD’nin buna rağmen bir işgale öncülük etmekte diretmesi, Güvenlik Konseyi’nin kararı ve iradesine tamamen karşı çıkılması anlamına gelecekti; ve dolayısıyla tamamen yasadışıydı. Bununla birlikte, suçu isimlendirmek konusunda da tuhaf bir reddiyecilik söz konusuydu: bir devletin bir diğer devlete yönelik olarak saldırganlık savaşı başlatması, en üst düzeyde uluslararası bir suç idi. Birleşmiş Milletler Şartı’nın, Nüremberg Şartının, uluslararası ceza kanununun, Genel Sekreter’in “Güvenlik Konseyi kararı olmadan ABD’nin gerçekleştireceği bir saldırının yasadışı olacağına dair” daha önceki açıklamasının ve BM Güvenlik Konseyi’nin iradesi ve işlemlerinin hiçe sayılmasının açıkça tekrarlandığını işitmek nafile...

Tam tersine, Irak, ABD ve İngiltere’nin devasa silahlı kuvvetlerinin sınırına yığıldığı bir dönemde zayıf savunma gücünü devre dışı bırakması yönünde Konsey’in her bir talebine itaat ettiği için sorumlu tutuldu. Amerika’nın yasa dışı şekilde ve Güvenlik Konseyi’nin oyları aleyhinde silahlı işgal etme yönünde yüksek sesle dillendirdiği her bir tehdit, doğal bir durummuş gibi karşılandı. Medyanın her bir kanalında, savaşın kaçınılmazlığı, bir kader gibi sunuldu. Kendi kafalarına göre ve herhangi bir cezayla karşılaşmaksızın bir toplumu sürekli yıkıp döken Amerikan güçlerini seyreden kişiler ancak şimdi bu durumu sorgulamaya başladılar; keza o dönemde, yasadışı gücün ortaya koyduğu eğlence için bu durum ideal bir kitlesel piyasa olmuştu. Ne Güvenlik Konseyi’nden ne de resmi küresel kültürden olan hiçbir kimse, özünde savunması bir halka karşı gerçekleştirilen kitlesel terörün her bir adımının daha önceden planlandığını, tercih edildiğini ve BM’de koltuğu bulunan her bir üye ülke tarafından uluslararası hukukun hiçe sayılarak gerçekleştirildiğini düşünmedi.

Bu devasa oluşumun hiçbir yazarı yoktu. Sorumluluk, sadece kurbana aitti. Amerika, kaçınılmaz savaşın bir diğer seyircisi olmuştu. Ülke bir kez işgal edildi mi, bu kitlesel imhanın maliyetinin ödenmesinin başka ülkelere devredilmesi konusunda ise oldukça yücegönüllü davrandı. Artık, bizzat kendisinin yok ettiği ülkenin yeniden inşasında uluslararası ortaklarla işbirliği yapmaya hazırdı. Uluslararası toplumda hiç kimse, Amerika’yı yaptıklarından sorumlu tutmayı düşünmedi bile. “Başka alternatif yoktu” düşüncesi, adeta başka bir anlam yükledi. Şimdilerde, Amerika’nın kurallarının ötesinde alternatif bir dünyanın olmadığı, suç niteliğindeki işgalin Tanrı’nın bir işi olduğu anlamına geliyor.

Yeni Köktencilik: Amerika Tanrı’nın Kendisidir

Irak’ın suç niteliğindeki işgalini gözlemlerken, genelgeçer ve sıradan yorumlar ve fotoğrafların yanı sıra genel gerçekliği sessizce gözlemlemek gerekiyor. Güvenlik Konseyi’nin talepleriyle savunmasız hale gelen bir ülkenin işgali ve askeri saldırı operasyonlarına dair ayrıntılı tartışmalar hiç bitmez. Amerikan süper gücünün stratejik adımları ve yeni elde ettiği silahlara duyulan hayranlık da cabası... Nasıl çalıştıklarını görmek için üçüncü dünya ülkeleri üzerinde test edilen yüksek teknoloji saldırı araçları hakkında kitlelere hayranlık içerisinde konuşan uzmanlar ve yorumculardan geçilmiyor. Bu, bir nebze, bir lise bilim deneyine benzetilebilir – ama bu kez Pentagon genelkurmayı tarafından askeriyeyle bütünleşik CNN’in haber yayınına yönelik olarak önerilmiş...

Bununla birlikte, tüm çatışmanın ana çekirdeğindeki gerçeklik, kısa süre içerisinde kimse fark etmeksizin unutulmaya terk edilebilir. Ne medyada ne de hükümette kimse, Irak’ın gizlediği ilan edilen biyolojik ve kimyasal silahları hiçbir zaman kullanmadığına ve hatta bu silahların belki de hiçbir zaman var olmadığına dikkat çekmeyecek. Savaşın başlıca bahanesi olarak Saddam’ın elindeki kitle imha silahlarının baştan sona devasa ve kriminal ve büyük bir yalan olduğunu kimse düşünmeyecek bile.

Ülkenin her bir tarafı işgalci ordularla doldurulsa ve nükleer silah veya kimyasal ya da biyolojik silah izi bulunmaksızın 3000 kez bomba fırlatılsa bile kimse bu yıkıcı savaşta kendi suç ortaklığını merak etmeyecek. Formül açık: ülkenin polis devleti tedbirlerinin sebebi olarak teröristleri suçla. Saldırıya uğrayan her bir ülkeyi, işgali meşrulaştırmak üzere, ivedi bir tehdit altında olmakla itham et. Her türlü direnişi, vatanseverlik-karşıtı ilan ederek reddet. Zayıf ülkeye elindeki tüm silahlarla saldır ve onu işgal et. Formül, artık yüksek sesle ifade edilmeyene dek tekrarlanıyor.

Grup zihniyeti, kendi sabit ön-kabulleriyle örtüşmeyen hiçbir şeye dair tahmin yürütemez. Dolayısıyla, sanki doğa kanunlarında varmış gibi, öngörülebilir sonuçlar gündeme gelir. Kaçınılmaz savaş, El Nino gibidir. Sadece zararlar korkunç düzeye varmış ise dikkate alınır veya haklarında konuşulur. Ahlaki düzeydeki tartışma susturulur. Uluslararası hukukun koordinatları ve Beyaz Saray’ın denetimindeki korsan savaş partisi, sanki hiç yoklarmış gibi, her tartışmadan engellenir. Yönetimin yasadışı başkanlığına, Amerikan ekonomisinin her türlü düzeyinde ülkeyi etkin bir şekilde yönetme konusundaki başarısızlığa, bunun sebep olduğu çevre felaketine veya dair herhangi bir tartışma gerçekleşmeyecektir. Birbiri ardı sıra yaşanan savaşların yarattığı delilik ve saldırı ritmi, dünya kendi medeniyetleri tarafından boyunduruk altına alınana dek bu formülün izinden gidecektir. Apaçık ortada olan şey inkar edildiği sürece onu hiçbir şey durduramaz. Saddam Hüseyin’e dair iddialar, bir sonraki düşman savaş sahnesine çıkıncaya ve Amerika’nın savaş devleti kurallarını genişletmesine imkân tanıyıncaya dek devam edecektir.

Kanada’da CBC ve ona eşlik eden Amerikalı açıklayıcılar ve müdafiler, dünyayı bize anlatacaklar; keza olan bitenin anlamını göremediğimizi düşünüyorlar. Yerel akademi de o sırada bir onay verecek. Dolayısıyla, Toronto Üniversitesi Munk Merkezi’nden Janice Stein, bize 20 Mart günü - yani, Amerika’nın barışa karşı suçlarının başladığı gün- CBC News’un kapağı konusunda (bizim hedefimizin siviller değil Irak’ın lider kadrosu olduğunu belirtmek suretiyle) güvence verecek. Tartışılmayacak yegane şey var: Amerika’nın savaş suçları. Ve hatta, bunun inkar edilmesi gerekiyor. İktidardaki grup zihniyetinin, kolektif yaşantılarımızın görünmez hapishanesi olarak kaldığı süre zarfında bu böyle devam edecek.

Amerikan grup zihniyetinin ahlaki sözdizimi, sorunun temel mantığını yansıtıyor. Bu çağda, grup zihniyeti “Amerikan tarzı.” Tüm ülkeleri, Tanrı’nın dini köktenciler tarafından öngörüldüğü şekilde algılanıyor –dünyanın her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, kıskanç yöneticisi. Toplumsal bir hakaret veya saldırı olmaksızın, kimse bu güçten şüphe duymaz. Amerika’nın dinine karşı çıkanlara yönelik olarak Amerikalı cadı avcıları, inancın fanatik boyutuna karşılık gelmektedir. Ancak, inanç, Amerika’nın kendine tapınma kilisesi içerisindeki ifadeyle sınırlanmaz. Bu, dünyanın tüm kıtalarında bir mücadele halindedir; özgürlük konusunda kendi iradesine boyun eğmeyen herkese silahlı saldırıda bulunmaya veya yıkıcı bir istikrar bozma gerçekleştirmeye odaklanmıştır.

Amerika’nın Tanrısı ilkeldir. Kendi kendine ibadet etmektedir. Ancak, 9-11’den bu yana küresel kültürü kendi içine hapsetmiş olan iktidardaki grup zihniyetini oluşturan bir dizi sessizce işleyen ilke de bulunmaktadır.

Yönetici grup zihniyetinin birinci ön kabulü; Amerikan ulusal güvenlik devletinin Amerika olduğudur.

Bu iddia hiçbir zaman direkt olarak ifade edilmemiştir, çünkü denklemin saçmalığını bu şekilde ortaya dökmek istemezler. Ancak, söz konusu iddia, 9-11’den bu yana Amerikan hükümet kurumlarından gelen her türlü açıklamanın altında yatmaktadır. Örneğin, bu bilinç-öncesi denklem, Amerikan hükümetinin resmi muhalefeti olan Demokrat Parti’nin Afganistan ve Irak’taki özünde savunmasız üçüncü dünya toplumlarına karşı meşrulaştırılmamış savaşlara karşı çıkarmış gibi görünme korkusuyla siyasi sorumluluğunu niçin bir kenara bıraktığını açıklamaktadır. İktidardaki zihin yapısına içkindirler??; 1930 yılında “vatan haini” olarak adlandırılma korkusu yaşayan Almanların haliyle kıyaslandığında çok daha paralize olmuş durumdadırlar. Bu; ancak devlet askeri kumandanlığı denklemi ve onun Amerika ile ilişkisi bağlamında açıklanabilir. Yüzeyin altında, parti politikasına dair yüzeysel fenomen, hangi algının oluşturulduğu konusunda yerleşik grup zihniyetini belirlemektedir.

Dolayısıyla, Amerika’nın silahlı devlet aygıtı ile olan denklemine, hiçbir zaman Batı’nın resmi kültüründe açıkça meydan okunmadı; çünkü söz konusu denklem, öncelikli olarak, Amerika’nın müttefiklerinin resmi lider kadrosu tarafından benimsenmektedir. Savaş devletinin ispatlanabilir hatalarını, Cumhuriyet’in demokratik geleneklerinin devrilmesini, diğer ülkelerdeki milyonlarca masum insanın güvenliğinin tehlikeye atılmasını görmezler. Çünkü Amerika ve onun ulusal güvenlik aygıtının bir ve aynı olduğunu düşünürler. Amerika’ya aşık oldukları için Amerika’yı olduğu gibi kabul ederler. Hayran oldukları ülkeyi, Ulusal Güvenlik Konseyi, Pentagon ve CIA’in kriminal çete kurumlarından ayırt edemezler. Haydut gizli servisler, silahlı terör gücüyle dünyanın her bir yanına yayılırken, kitlesel dezenformasyon, gizli narkotik bağlantılar, siyasi rüşvet ve zorlama kendini her düzeyde belli ederken, Amerika aşıkları, Amerika gibi bir kriminal küresel egemenliği savunmakla mükelleftirler. Bu saçma denklem, onları, -kısaca ifade etmek gerekirse- kör ahmaklara dönüştürür. Daha sonraları ise, dünyanın gangster bir devlet tarafından yönetilmesine karşı çıkan herkesin Amerikan karşıtı olduğunu düşünmek gibi yanlış bir noktaya savrulurlar. Bir saçmalık diğerini kovalar. Bu düzensizlik hali, vatanperverlik olarak tanımlanan paranoyakça bir kitlesel kült şeklinde son bulur. Tıpkı 1930’lu yıllarda dünyanın en güçlü endüstriyel devletinde olduğu gibi. Dünyanın sorunlarının merkezinde bu grup zihniyetine dair yanlış denklemi buluruz: Amerika’nın gerçekler veya uluslararası hukukla kendini bağlamayan mutlakçı bir silahlı güç olarak kendi kendini tanımlaması...

İkinci ön kabul ise, Amerika’nın, dünyanın özgürlük ve iyiliğinde nihai kaynak ve hareket eden bir çizgi olduğudur.

Söz konusu ön kabul de tanımı gereği gerçek kabul edilir. Tam teşekküllü egemenlik ve ortaya çıkmadan önce saldırıların ön-alıcı şekilde engellenmesi, güç ve zulme ilişkin klinik düzeyde paranoyakça yanılsamalardır. Amerika’nın Tanrı olduğu, yeryüzündeki tüm Özgürlük ve İyiliklerin kaynağında bulunduğu temel ve giderek mutlaklaşan iddiadan kaynaklanırlar. Bu tür bir dengesiz ön-kabule dair ifadeler, Beyaz Saray’ı işgal eden eski bir alkol ve kokain bağımlısının her türlü konuşmasında kendini göstermektedir ve Amerika’nın resmi kültürünün müdavimleri tarafından da herhangi bir açık muhalefetle karşılaşmaz.

Grup zihniyetine dair bu ilk ahlaki ön kabulün herhangi bir şekilde dolaylı yoldan sorgulanması veya kendisine meydan okunması, ülkeye ve kutsala bir ihanet olarak kabul edilir. Dolayısıyla, Amerika’nın özgürlüğü, sadece ve sadece temelini attıkları ve dünyayı yönetmek üzere mutlak gücünü azamiye çıkarması anlamına gelir – tüm toplumların Amerikan tarzı bir piyasa, Amerikan değerleri ve kültürü, ve yeryüzünün tüm alanlarında Amerika’nın askeri egemenliğini benimsemelerini sağlamak için onlara hükmetmek kaçınılmazdır. Bu fanatik düşünce temelini nasıl test edebiliriz? Bush doktrininin politika dokümanlarında bunlardan bahsedilir. Ancak, Amerika ve uyruğu olan kurumsal devletlerde diğer halk ve toplumlara dair talepte bulunma hakkı üzerinde herhangi bir sınırlandırma getirilip getirilmediğini sormak suretiyle (Amerikan sınırlarından on binlerce mil ötedeki toplumları yok etmek üzere tam teşekküllü bir savaşın koşulsuz desteği de buna dahil) ilgili temel ilkeyi kolaylıkla ortaya çıkarabiliriz.

Her şey saldırı köpeği türü bir gazetecilik şeklinde gerçekleşebilir; ancak bu temel ön-kabul, Amerika’nın dünyaya özgürlük getirmek üzere çabaladığını iddia eder ki, bu tamamen bir saçmalıktır. Dolayısıyla, ön kabul, sansürden önce içselleştirilmiştir. Oto-sansür, bu rejimin ağırlık merkezidir ve grup zihniyetini tutsak kılar. Ona karşı çıkanlar, özgürlükten nefret ederler. Sosyal ve siyasi düşüncenin bu nihai önermesine sadakat, açıklama öncesinde bilinç-öncesi düzeyde zihni yöneten şeylerdir.

Üçüncü ilke ise, ikinci ilkeden mantıklı bir devamlılık arz eder. Amerika, her zaman için diğer ulus veya insan veya sosyal güçlerle çatışmalarında haklıdır.

Bu, olguların inkâr edebileceği bir gerçek değildir; çünkü iktidardaki grubun mantığı tanımsal olarak doğrudur. Gerçekleri inkâr etmek anlamsızdır veya herhangi bir sonuç vermez – bunu kurumsal medya yoluyla yapsalar bile... Bu üçüncü ön-kabul, en ağır gerçekliklerin bile, şayet uluslararası çatışmalarda Amerika’nın yenilmez ahlaki üstünlüğüne dair kuşkular yaratırlarsa, kısa süre sonra gözden kaybolacağını açıklar – örneğin, Uluslararası Mahkeme tarafından ABD’nin Nikaragua’ya karşı savaş suçu eylemlerinin suçlu bulunması ve asla ödenmeyen 13,2 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm etmesi.

Editoryal görev ve politikalara dek düzenleyecek şekilde, gerçeklerin ve yaklaşımların seçilmesi ve dışlanmasının ötesinde, iktidardaki grup zihniyetinin üçüncü ilkesi, algı ve konuşmaları doğrudan denetlemeye dayanır. Bir kelime ifade edilmeden önce denetimden geçer. Bu, özneler-arası bir operasyondur. Amerika’nın bir rakip karşısındaki ahlaki üstünlüğünü gündeme getiren herhangi bir gerçek veya argüman, özgürlük ve iyiliğe düşman olarak kabul edilir.

Dördüncü ve Beşinci ilkeler ise, tüm Amerikalılar ve onların müttefiklerine yönelik nihai ahlaki zorunluluklardır.

Amerikan hükümetiyle aynı safta yer almayan veya ona karşı çıkan her türlü halk veya ulus ya da sosyal güç, “şeytan” olarak kabul edilir (dördüncü ilke) ve dünya özgürlüğü ve adaletinin düşmanı olarak, herhangi bir tehdit doğurmadan önce ön-alıcı silahlı güç de dahil olmak üzere eldeki tüm olanaklarla kendisine saldırılması gerekir (beşinci ilke).

Bush rejimiyle birlikte dördüncü ve beşinci ilkeler, vatanseverliğin mutlak unsurları olarak belirginlik kazandı. Bir başka halkın toprağı ve toplumuna yönelik bir askeri saldırıyı gerekçelendirmek için artık uydurulmuş bir kanıta bile (örneğin, Vietnam açıklarında Tonkin Körfezi saldırısı veya 1991 yılında Irak’ta inkübatörlerde elektrik kesintisi gibi) gerek yoktu. George Bush Jr’ın West Point’teki dinleyici kitlesine söylediği gibi: “Tehditlerin gerçekleşmesini beklerseniz çok uzun süre beklemeniz gerekir.” Dolayısıyla, tehdidin gerçek olmasına artık gerek yok. Tehditlerin sadece beyan edilmesi gerekir. İşte bu yüzen de ABD ve İngiliz askeri güçlerinin Irak’a yönelik saldırısı sırasında, Irak’ın kitle imha silahlarını teröristler tarafından Amerika’ya yönelik olarak kullanma olasılığının olup olmadığını sorgulamamıştı kimse... Şeytan biliniyordu. Ve bir kez suçlandı mı, şeytan, tanımı gereği şeytanlaşıyordu. Çünkü maddileştirme için, artık çok geç kalınmıştı. Tanımlamayı sorgulayanlar, düşmanla aynı safta yer alır. Ya bizimlesin, veya teröristlerdensin. Bush’un Irak’a karşı saldırı savaşı sırasında Fransızların muhalefeti karşısında duyduğu öfke, tam da bu sebepten kaynaklanıyor. İktidardaki grup zihniyetinin mantığı, gerçekliği, inşasından önceye alıyor.

Dolayısıyla, bu tanımlandırmanın temeli, dünyanın geri kalanı için de geçerli. Amerika, iktidardaki grubun mantığını temel alarak, belirli düşmanlara karşı savaşa girişebilir. Herkes, değerler zincirini harekete geçiren bir unsuru tetiklemelidir. 9-11’den bu yana, çoğunluk düşüncesine göre, Amerika’nın Yeni Savaş şekli desteklenmektedir. Gözden kaçmadığı sürece öngörülebilir niteliktedir.

Kaynak: http://www.globalresearch.ca/understanding-the-u-s-war-state/5382847



Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüpheli yakalandı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 ilde eş zamanlı düzenlenen Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüphelinin yakalandığını bildirdi.

Teknoloji

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Rusya, Ukranya'nın en büyük özel elektrik şirketine saldırdı

İsrail ordusu Halep'i vurdu: 38 kişi öldürüldü

Türkiye’nin iç sorunu bir PKK’dan Avrupa’nın sorunu bir PKK’ya

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Katillerin gözü döndü! İsrail’den Şifa Hastanesi’ne katliam gibi baskın: Sivilleri acımadan öldürdüler

Uzman isim Türkiye'nin rolünü anlatarak uyardı! Karadeniz'i bekleyen büyük tehlike

Pakistan'dan Afganistan'a hava saldırısı!

Rusya'da seçim: Dünya Putin'i protesto ediyor

Bayraktar AKINCI'dan İHA-230 füzesiyle çifte atış

Yükleniyor