Batı ve Geri Kalanı: Değişen Küresel Güç Dengesi

Batı ve Geri Kalanı: Değişen Küresel Güç Dengesi

Kissinger’in argümanına göre; Çinli politika-yapıcılardan, uluslararası ilişkilerde bildiğimiz geleneksel kategorilerimizi kullanmalarını bekleyemeyiz; keza onlar ne realisttirler, ne de idealist. Güç dengesini gözetmezler; Batılı devlet

Niall Ferguson *


Burada yeniden sizlerle olmak, büyük bir onur. Chatham House’ta daha önce kaç kez konuşma yaptığımı unuttum bile. Çağdaş uluslararası ilişkilerle bu denli ilgili bir dinleyici kitlesi önünde tarih konuşmak, çok büyük bir fırsat olacak.

Son kitabımın (Medeniyet: Batı ve Geri Kalanı – Civilization: the West and the Rest) argümanı şuydu: 1500’lerden sonra milenyumun diğer yarısının en ilginç tarihi gelişmesi, daha sonraları “Batı” olarak adlandırılan şeyin yükselişi oldu. Batı medeniyetinin İngilizce yayımlanan kitaplardaki popülerliği ise, 20.yüzyıl ortalarına rastlar. Kulağa oldukça tuhaf gelen “Batı medeniyeti” tanımlaması, en çok 1914 ila 1950’li yılların ortasında kullanıldı. Aslında, bu tanımlama, dünya savaşlarına ve Soğuk Savaş’ın zirvesine eriştiği döneme aittir ve daha çok “öteki”ne (yani önce Almanya, daha sonra da Rusya) karşı olan safımızı belli etmek için Britanya ve Amerika tarafından savaş propagandası olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, ne zamanki birisi “Batı”dan söz ediyorsa, o kişinin bu kavramın özel tarihçesinden haberdar olması gerekir.

Batı denildiğinde benim anladığım ise şudur: Batı Avrupa’dan köklerini alan bir düzine imparatorluk... Eğer mesela 1411 yılında, yani bundan 600 yıl önce dünya turuna çıkmış olsaydınız, geleceğin gücünün ve refahının kimin elinde olacağını pek göremezdiniz. Avrasya’nın bu batı ucunda görebileceğiniz tek şey, yoksul, kanlı savaşlara girişen ve küçük krallıklar ve “tuhaf cumhuriyetler” olacaktı. Avrasya’nın diğer ucunu, yani Ming Çini’ni görmek için oldukça parçalı bir siyasi haritaya bakmanız gerekirdi.

Dolayısıyla, bu kitabın temel çıkış noktası şu sorudur: Neden İngiltere, İskoçya ve Portekiz gibi küçük krallıklar bu denli başarılı imparatorlukları kurdular ve 1913 yılı itibariyle bu onlarca imparatorluk, dünyanın arazilerinin %58-59’unu kontrol edip, eşdeğer bir nüfusa söz geçirir hale geldi? Daha da beklenmedik olanı ise, bu Batılı imparatorluklar, küresel gayri safi hasılanın yaklaşık %80`ine nasıl sahip oldu?

Peki, bu nasıl gerçekleşti? Birbirlerinden ayrı duran bu barbarların böyle bir şeyi başarabileceklerini 1411 gibi bir tarihte hiçbir şekilde ummayacak olan İmparator Yongle’un bakış açısıyla, bu son derece şaşırtıcı bir tarihsel sonuç oldu. Ayrıca, İmparator, Batı’nın bu ayrık barbarlarının, emperyal Çin’i “bağımlılık” haline indirgeyebileceklerini de ummazdı.

Çünkü her ne kadar Çin hiçbir zaman Mughal Hindistan’ı gibi alt bir seviyeye düşmediyse de, 1900’lü yılların başında, Batı karşısında ekonomik, mali ve son kertede askeri bir bağımlılık içinde olduğu da apaçık ortadaydı. 1899 yılındaki Boxer Ayaklanması’nın nasıl bastırıldığını anımsayın: devasa bir uluslararası ittifak gelip ayaklanmayı bastırmış; Yasak Şehir’in hazineleri yağmalanarak Çin’in egemenliğine yönelik müdahalede bulunulmuştu.

Batı’nın yükselişinin ve egemenliğinin hakim olduğu bir milenyumun yarısını sonlandırmak üzere ilerliyoruz. Ve, bu süreç sona doğru oldukça hızlı şekilde ilerliyor. Dolayısıyla, örneğin 1970 sonundaki kişi başına gelir düzeylerini alın: ortalama Amerikan vatandaşı, ortalama Çinli’den 30 kat daha zengindi. Bu da, satın alma gücünde farklılıklara yol açıyordu. Örneğin, 1970’lerde Pekin’de saçınızı kestirmeniz, New York’ta aynı işlemi yapmanızdan daha ucuza geliyordu.

Eğer Çinli bir vatandaş, Çin’de kazandığı parayla 1978 yılında New York’a gidip yerleşseydi, ortalama Amerikalının 7`de 1`i kadar zengin olurdu. Dolayısıyla bu gelir farklılığı, 1970’lerin sonundaki durumu gözler önüne seriyor. Benzer bir hesaplamayı Britanya ve Hindistan için de yapabilirsiniz.

1970’lerin sonu itibariyle, Batı ile geri kalan arasında yaşam standartlarında ortaya çıkan bu devasa boşluk, çarpıcı biçimde daraldı. Dolayısıyla, şu anda ortalama Amerikan vatandaşı, ortalama Çinliden yaklaşık beş kat daha zengin. Ve, bu durum son derece kısa süre içinde gerçekleşti.

Böylelikle, ekonomik refahın giderek ortak bir noktada buluştuğu bir süreçten geçiyoruz ve bunun jeopolitik etkilerinin de olduğunu düşünüyorum. Çin’in önümüzdeki on yıl içinde, gayri safi milli hasıla açısından ABD’yi geride bırakacağını iddia etmek, artık bir hayal değil. Bu mutlaka gerçekleşecek bir şey.

Aynı şekilde, son on yıl içinde bu tahmini yürütmeye çalışan herkes, tahminlerini sürekli olarak güncellemek zorunda kaldı. BRIC ülkelerine dair araştırmalarında benzeri bir projeksiyonda bulunan Goldman Sachs’a göre, Çin’in ABD’yi geride bırakacağı tarih 2040 idi. Ardından, bu tarih 2027’ye çekildi. Citibank’tan Williem Buiter ise, bunu daha yakın bir tarih için öngördü.

Dolayısıyla, ilginç bir dönemden geçiyoruz. Peki, tüm bunların anlamı nedir?

Kitabımda geliştirdiğim argümana göre; Batı’nın yükselişini açıklamak için, Batı’ya ekonomik ve stratejik olarak dünyanın geri kalanı üzerinde avantaj sağlayan altı karmaşık fikir ve kurumun olduğunu görmelisiniz. Ve, Batı, son derece uzun bir süreden beri, bu fikir ve kurumların tekelini elinde bulunduruyor.

Kısa ve basit olmak gerekirse, bu şeyleri “katil uygulamalar” olarak adlandırıyorum; çünkü bu kurumlar/fikirler, Batı’ya bir avantaj sağlıyor.

Söz konusu fikirler/kurumlar şu şekilde:

1. Rekabet: Monolitik emperyal bir sistemdense bölünmüş bir ekonomik ve siyasi sistem, daha avantajlıdır. Örneğin, ticaret yarışı ve kaynaklar için verilen yarış… Çin, bu keşif çağında yerini alabilirdi; ancak Pekin’deki imparator değişikliğinden dolayı almamayı tercih etti.

2. Bilim devrimi: Isaac Newton ile bağlantılandırdığımız en büyük atılımlar, son derece kısa bir zaman içinde (17 ve 18.yüzyıllar) ve oldukça dar bir coğrafi bölgede gerçekleşti. Bunların tümü, neredeyse istisnasız şekilde Batı Avrupa’da oldu. Ve tüm Batı Avrupa’da da değil; topraksal olarak bir altıgen içinde…

Batı’ya en büyük avantajları sağlayan şey ise, Batı’nın ağır silah ediniminin kesinlik kazanmasıydı. Newton fiziğini anladığınızda ve onu Benjamin Robins’in yaptığı gibi balistiklere uyguladığınızda, silahlarınız hedefi vurmaya başlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, savaş zamanında bu son derece önemlidir.

3. Siyasi kurumların hukukun üstünlüğü ilkesini temel alması gerektiği: John Locke’un, mülkiyet haklarıyla bağlantılı gördüğü özgürlük tasavvuru ve bu temel üzerine yükselmesi gereken temsili hükümet kavramından söz ediyorum.

Mülkiyet dağılımının İngiltere’dekine oldukça benzediği Kuzey Amerika’ya söz konusu kurumlar ihraç edildiğinde, demokrasinin uzun süreli temelleri atılmış oldu. Dolayısıyla, Batı, söz konusu katil uygulamayı yeniden tekelleştirmiş oldu.

Diğerlerinden ise, konuşmamı uzatmamak için kısa kısa söz edeceğim:

- 19.yüzyıl sonunda başlayan modern tıp, insan ömrünü iki katına çıkardı. Bu durum, Batı’ya diğer herkes üzerinde bir avantaj sağladı.

- Endüstri devriminin temelini oluşturan tüketim toplumu da Batı’nın bir icadıydı.

- Çalışma etiğindeki değişiklikler çerçevesinde, insanlar çok daha uzun saatler boyunca, daha yoğun ve etkin şekilde çalışmaya başladılar.


Tüm bunlar yüzyıllar boyu Batı dünyasında görüldü. Tarihçiler ve sosyologlar, bu tür şeylerin niçin sadece Batı’da gerçekleştiğini açıklamaya uğraştılar.

Bununla birlikte, Japonya, söz konusu fikir ve kurumların “kopyalanması” gerektiğini gören, ilk Batılı olmayan toplum oldu. Demek ki, eğer onları alt edemiyorsanız (ki edemiyorsunuz), onların safına katılmanız gerekiyor. Dolayısıyla, büyük Asyalı toplumlar –Çin ve Hindistan da- bu katil uygulamaları kendi ülkelerine aktarmayı ciddiye aldılar.

Ve Çin eliyle oldukça şaşırtıcı bir şey gerçekleşti: bu ülkelerin yaşadığı en büyük ve hızlı endüstriyel devrim... Bu durum, Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunu açtı ve ABD’yi 1872’den beri işgal ettiği koltuğundan etti.

Çin ve Hindistan ekonomilerini simgeleyen ve yüzyıllardır süren durgunluk düşünüldüğünde, yaşanan bu Asya mucizesi, oldukça sarsıcıydı. Bu dönüşümün önemi şuradan kaynaklanıyordu: Kısa bir süre içinde (üç ila dört yıl), Batı, sadece Batılı dünyanın refahını değil, aynı zamanda –daha da önemlisi- meşruiyetini, inandırıcılığını ve hatta kendine güvenini zedeleyen bir mali kriz yaşamıştı.

Dolayısıyla, büyük Asya ekonomilerinin Batılı katil uygulamaları kopyalamalarıyla birlikte ekonomilerin 30-40 yıllık yakınlaşma süreci yaşamasının yanı sıra, son birkaç senedir Batı’da süregelen Büyük Buhran’dan bile daha büyük bir kriz söz konusu. Ve bu kriz henüz sonlanmış değil. Kimse kendini kandırmasın kriz sona erdi diye. Kriz halen capcanlı karşımızda. Günden güne etkilerini hissettiriyor. Avrupa’da sonu gelmeyen devlet borcu krizi de, mali ve parasal teşvikin er ya da geç bir “mahmurluk” getireceğini gösteren bir hatırlatmaydı adeta… Ve şu anda Avrupa dolaylarında tanıklık ettiğimiz “mahmurluk” örnekleri, bir süre sonra, büyük ekonomilerde de kendisini hissettirecek.

Haftasonumu Henry Kissinger’ın Çin ile ilgili yeni kitabını okuyarak harcadım. Onun yazdığı her şeyi okumam gerekiyor; çünkü kendisinin biyografisini kaleme alıyorum. On China (Çin hakkında) başlıklı bu kitap, Çin’in uzun süren emperyal durgunluk döneminden ve Mao döneminde yaşanan devrim döneminden sonra ortaya çıkışına dair parlak ve ilgi çekici bir araştırma. Kissinger da bu ülkeye ilk ziyaretini Mao döneminde gerçekleştirmiş.

Kitapta öne sürülen argüman ise; Mao’nun yönetimiyle bağlantılandırılan büyük ayaklanmalara ve Deng Xiaoping’in neden olduğu ekonomik çalkantıya rağmen, Çin’in devlet aygıtının, Konfüçyus’a dek uzanan bir gelenek içine temellenmeyi sürdürdüğü… Bir Çin medeniyeti geleneği olduğunu anımsamak son derece önemli. Çin’in medeni bir devlet olduğun dair benzer bir argümana, Martin Jacques’ın “When China Rules The World / Çin Dünyaya Hükmettiğinde' adlı kitapta da rastlayabilirsiniz.

Çin, Batı’lı büyük güçlerden, imparatorluklardan farklı. Ve Çin’in hedefi, Batılı gelenekte anladığımız şekilde bir güç veya imparatorluk olmak değil. Onun yerine, komşu ülkelerden gerçek ve sembolik bir saygı görmeye ve en azından kendine Asya-Pasifik bölgesinde bir yer edinmeye çabalıyor.

Dolayısıyla, Kissinger’in argümanına göre; Çinli politika-yapıcılardan, özellikle de dış politika yapıcılardan, uluslararası ilişkilerde bildiğimiz geleneksel kategorilerimizi kullanmalarını bekleyemeyiz; keza onlar ne realisttirler, ne de idealist. Güç dengesini gözetmezler; Batılı devlet aygıtı ve diplomasisiyle bağlantılı diğer hedeflerin peşinden gitmezler. Barbarları kendi aralarında dengelemenin, birbirlerine kızıştırmanın yolunu ararlar.

Çin’in dünyanın en büyük ekonomik gücü ve belki de mutlak olarak en büyük gücü olarak yükseldiği bir dönemde, bu sürecin derin izdüşümlerine yanıt verebilecek durumda olmalıyız. Aslında, karşımızdaki Çin, o kadar da “tehditvari” bir Çin de olmayabilir.

Ancak, yeni Çin hakkında başka bir düşünce şeklinin, başka bir olasılığın olabileceğini de belirtmek isterim. Şöyle ki; Çin’in ekonomik mucizesini gerçekleştiren katil uygulamaları kendi iç koşullarına aktarmasının yanı sıra, Çinliler, Batı tarzı bir güç kavramını da kabul etmiş olabilirler ve bu durum onları geçmişteki dış politika biçimlerinden farklı bir şekilde davranmaya sevkedebilir.

Daha spesifik olayım: Bana göre; Çin’in endüstriyelleşmesinin gerekleri –örneğin, emtia tedarikini güvence altına alma gereği- Çin’i “gayriresmi emperyal bir stratejiye” doğru yöneltiyor. Örneğin, Sahra-altı Afrikası’nın neredeyse her noktasında Çin’in müdahalesinin izlerine rastlayabilirsiniz. Zambiya’dan yeni döndüm ve burada küçük bir Çinli kolonisi görmenin yanı sıra, Çin restoranları ve diğer perakende mağazalarını görmek oldukça ilginçti. Belki bundan daha çarpıcı olanı ise; buradaki bazı bakır madenlerinin ve soya filizi üretilen çiftliklerin sahiplerinin de Çinli oluşuydu. Ve bu durum sadece bu ülkeyle de sınırlı değil.

Benzeri durumlarla tüm Sahra-altı Afrikası’nda, Güney Amerika’nın bazı bölümlerinde ve Asya’nın diğer bölümlerinde karşılaşıyoruz. Peki, neler oluyor?

Çinli bir bakış açısıyla, bu olanlar, ekonomik açıdan son derece mantıklı. Son yıllarda emtia piyasalarında korkunç bir fiyat değişkenliği söz konusu. 2008 yılındaki ani artışın ardından 2010-2011 arasında başka bir artış yaşandı. Çinli perspektiften bakıldığında, bu olanlar “alarm” niteliğinde; çünkü emtia fiyatlarındaki bu ani artışı bu denli şiddetli kılan şey, kısmen, Çinlilerin taleplerinden kaynaklanıyor.

Bu sırada, söz konusu müdahale stratejisinin bir sonucu olarak, Çin, döviz kurunu zayıf tutmaya, uluslararası rezervlerini de üç trilyon dolarla sınırlandırmaya çalışıyor. Eğer siz Çin olsaydınız ne yapardınız? Ekonomik bir bakış açısından, dolar cinsinden rezervlerini ve emtia üreten varlıklarını çeşitlendirmek son derece mantıklı. İşte, bana göre bu da Pekin’in birkaç yıldır stratejisinin özünü oluşturuyor.

Çin’in “kasıtsız” kurduğu imparatorluğun başka boyutları da bulunuyor. Örneğin, Çin’in sanal savaşta diğer ülkeler ile arasındaki mesafeyi bu denli hızlı bir biçimde kapatması, Pentagon ve diğer yerlerdeki siyaset yapıcıları derinden etkileyen bir durum. Geleneksel olarak, Çin’in askeri açıdan oldukça geri planda olduğuna inanılıyor ve 20.yüzyılın teknolojik koşulları düşünüldüğünde bu kanı aslında doğru. Ancak, 21.yüzyıla gelindiğinde, sanal uzay düzeyinde Çin ile ABD arasındaki mesafe, oldukça daraldı. Hatta kimilerine göre gelecekte Çin, ABD’yi bu alanda geride bırakacak.

Üçüncü olarak, Çin’in orta vadeli geleceğine bakıldığında, büyümenin yavaşlayacağı kesin bir durum. Ancak, Komünist Parti, iktidar üzerindeki tekelini korumaya çalışacak. Ve buradaki mesele; yılda %8, %9, %10 bir büyüme sağlayamazsa Çin rejiminin halk nezdinde meşruiyetini nasıl sağlayacağı noktasında düğümleniyor. Bu soruya verilecek bir yanıt; “milliyetçilik yoluyla sağlayabileceği” olabilir. Zaten günümüzde Çin’in politikalarında “milliyetçilik” meselesi, en önemli ve önemi artan etmenlerden biri.

Birkaç yıl önce, Harvard’daki öğrencilerimden bazılarına –ki içlerinde Çinliler de vardı- internetin Çin toplumu üzerindeki etkilerini incelemelerini istedim; çünkü internetin, tıpkı matbaanın 15. ve 16.yüzyıllarda Orta Avrupa üzerindeki etkisi gibi bir etki doğurduğunu düşünüyorum.

Soruma aldığım yanıtların önemli bir bölümü; internet aracılığıyla milliyetçiliğin genç Çinliler arasında bir virüs gibi yayıldığı oldu. Ne demek istediğimi anlamak için, YouTube’a özellikle Tibet krizi sırasında yüklenen aşırı milliyetçi videolara bakmanız yeterli.

Bir diğer deyişle, Çin, herhangi bir şekilde dış politikasını yürütme biçiminde Ming veya Song dönemlerine geri dönmeyecek. Şu anda Batılı ekonomilerle yaşadığı benzeşme sürecinde, Çin görece ekonomik önemini yeniden kazandı. Kapitalizmin katil uygulamalarını kendine aktarırken, bir şekilde Batılı kurumsal yaşantının bazı unsurlarını da özümsemiş olabilir.

Peki, bu duruma tepkimiz nasıl olmalı? Bana göre, şu anda Çin’in Avrupalı ülkeleri bölüp yönetmesi son derece kolay. Halihazırda birçok Avrupa ülkesinde Çin’e yönelik olarak benimsenen dış politika, ticari ilişkilerin etkisi altındaki bir karambolden farksız.

“Çin’den evimize ne getirirsek kardır” şeklinde bir rekabet ortamı söz konusu. Çin ile ilişkilerimizi bu şekilde düşündükçe, Çin’in barbarları birbirine düşürme şeklinde ifadesini bulan stratejisi karşısında daha kırılgan hale geliyoruz. “Çin yüzyılı” gibi bir sorunla başa çıkmak istiyorsak, “Batı” kavramını da derhal yeniden canlandırmamız gerekiyor.

Washington’da bu meselelerden söz ettiğimde, bana hep şöyle deniyor: “Niall, bizim onlara ihtiyaç duyduğumuz kadar onların da bize ihtiyacı var”. Ben buna “Chimerica formülü” diyorum (Editör Notu: ABD ve Çin ikilisinin oluşturduğu ekonomik süper güç için kullanılan terim). Yani, ABD ve Çin’in halihazırda karşılıklı bir bağımlılık içeren, sembiyotik ilişkisi. Bununla birlikte, artık bu durumun gerçek olduğunu düşünmüyorum. Dört yıl önce bu terimi ilk kez kullandığımda, bunun gelip geçici bir durum olduğunu her zaman hissetmiştim.

Bence, sadece Londra’da değil, Paris’te, Berlin’de ve hatta Washington’da bile, yaşanan bu durumu yeniden değerlendirmek gerekiyor. Keza, Çin, artık Chimerica tarzı bir kalkınma düzeyini bir kenara bırakıp, bence daha “emperyal” bir yöne doğru ilerliyor.

Bu konuda vereceğimiz tercih ise, görece olarak basit. Ya Çin’in yükselişini bir tür Asya koalisyonuyla dengelemeye çalışırız ve bu koalisyonda Hindistan’a önemli bir rol biçeriz; ya da bunun kalıcı bir strateji olmadığını kabul edip, Çin’in yükselişini kendimizden taviz vererek kabul ederiz; örneğin bu durumda Tayvan meselesinde pek üstelemeyiz.

Dolayısıyla, bu konuşmamda şu argümanı vurgulamaya çalıştım: Statüko, bir yanılsamadır. “Chimerica” dediğimiz şey öldü ve yeni bir dünyaya adım atıyoruz. Çin, önümüzdeki yıl yaşanacak lider değişiminin ardından, daha iddialı olacak ve sessiz sedasız yükseliş yolunda ilerleyecek. Umudum ise, şu anda karşımda bulunan herkesin, bu sorunu ve bu sorunun Britanya’nın dış politikası üzerinde gelecekteki izdüşümlerini ciddiyetle kavramasıdır.

Soru-Cevap Bölümü

Soru 1: Kitabınızda din konusundan da oldukça söz ettiğinizi işittim, ancak konuşmanızda bundan ve özellikle de Reform ve Rönesans’ın öneminden bahsetmediniz. Kitabınızda Katoliklik karşısında Protestanlığın önemini de belirtmişsiniz. Ayrıca, Çin’de Hıristiyan ve özellikle de Protestan kiliselerinin yükselişi de, kitabınızda yer alan bir diğer önemli ayrıntı. Bu ilişkide “din”in rolü nedir sizce?

Niall Ferguson: Evet, oldukça haklısınız. Medeniyet’in son bölümünün oldukça önemli bir parçasını “Din” konusu teşkil ediyor. Etik istihdam sorunu hakkında düşünmeye başladığımda, işe Max Weber ile başlamam gerekiyordu. Kendisi, Protestan etiği ve kapitalizmin ruhu konusunda önemli bir deneme kaleme almıştı.

Weber’i yeniden okuduğumda, onun söylediklerinin aslında yarı-doğru olduğunu düşünmeye başladım. Reform’un önemli bir yanının olduğunu söylerken haklıydı; ancak bu doğru yanın ne olduğuna dair görüşü bana göre yanlıştı. Ve, bu kitapta yapmış olduğum argümana göre; Protestanlığın temel anahtarı, okuma-yazma oranlarını artırma şekliydi. Bunu da, bireysel müminin kutsal kitabı okuması ve İncil’le doğrudan bir ilişki kurması gerektiğini vurgulayarak başarmıştı.

Protestan misyonerlerin 19. ve 20.yüzyıllarda diğer misyonerlerin yapamadığını yapıp, okuryazarlık oranlarını nasıl artırdıklarına dair önemli bir araştırma var. Bu gerçekten ilginç bir nokta. Eğer 19.yüzyılda yaşamış olup Çin’e gelmiş bir misyonerseniz, yapacağınız ilk şey, yazılı bir basın organına sahip olmak, yerel dili kısa sürede ve iyice öğrenmek, ardından da İncil’i hızlıca tercüme edip, bu tercümenin nüshalarını dağıtmaya başlamak olurdu.

Bu son derece önemli; çünkü insanları okur-yazar yaptığınız anda, bu bireyin üretkenliğinin artacağına kesin gözüyle bakmanız gerekir. Bu kişilerin daha karmaşık işler yapma kapasiteleri de artacaktır.

Etik çalışma konusunda ilginç olan şey; bunun tam anlamıyla Protestan nitelik taşımadığıydı. Eğer Konfüçyıs-sonrası ateist bir Çin’den geliyorsanız, zaten böyle bir etik çalışma vardır. Burada önemli olan okur-yazarlık ve bunun üretkenliği artırmasıdır. Çin’de karşımıza çıkan sorun son derece ilginç. Weber’in düşüncesinin aksine, en girişimci Çinlilerin çoğu, Protestan Hıristiyanlığına son derece bağlılar. Ve, Çin’de en hızlı artan devlet-dışı hareketlerden biri de, Hıristiyan kilisesinin gayriresmi hareketidir.

Oldukça ilginçtir: Sanatçı Ai Weiwei’ye ek olarak, gayriresmi kiliseler de, son birkaç aydır ifade özgürlüğü konusunda hükümetin baskılarının hedefi oldular. Bugün resmi merciler Hıristiyanlığın Çin’de en hızlı büyüyen hareketlerden biri olması karşısında rahatsızlıklarını gizlemiyorlar. Bu durum ise, bizi tuhaf bir şekilde Weber’e geri döndürüyor ve temel bir soruyu gündeme taşıyor.

Çinliler bugün “altı katil uygulamadan beşini benimseyelim; ancak hukukun üstünlüğü ve siyasi özgürlükle ilgili olanı dışarıda bırakalım” diyerek riskli bir girişimde bulunuyorlar. Ve bence yanlış yapıyorlar. Çünkü, ifade ve inanç özgürlükleri olmaksızın özgür bir ekonomik sisteme sahip olamazsınız. İşte, kilise hareketi de, Komünist Parti’nin her türlü güç üzerinde kurduğu tekele karşı bu minvalde meydan okuyor.

Soru 2: Sunumunuz, Çin’in neredeyse önlenemez yükselişine odaklandı. Bununla birlikte, Çin, hem ülke içinde birçok sorunla cebelleşiyor; hem de demografik bir sorun teşkil ediyor. Çevresel sorunlar da cabası. Çin Komünist Partisi’nin önümüzdeki on yıl içinde bu sorunları çözmesi durumunda, senaryonuz ne olacak?

Soru 3: Medeniyet tarihine dair anlattıklarınızın, gereğinden fazla basite indirgeyici olduğunu düşünmüyor musunuz? Ve, aşırı maddiyatçı olmaları da cabası. Çünkü ben tarih karşısında bu denli “bilimsel” bir yaklaşım benimsenmesinden pek hoşlanmıyorum. Çin’in kendine ait bir vizyonu olmadığı herkesin malumu. “Vizyon sahibi olmanın”, gelecekteki süpergüçler açısından önemli olduğunu düşünmüyor musunuz? Dünyayı yönetebilecek meşruiyeti elde edebilmesi, dünyayı, vizyonu hakkında ikna etmesine bağlı değil mi sizce?

Soru 4: Çinlilerin kendilerini ayrı bir medeniyet gücü olarak gördüklerini söylüyorsunuz. Doğrudur; her şeyi Çinlilere özgü şekilde gerçekleştiriyorlar. Ancak, günümüzde yaşanan değişim süreci oldukça farklı. İmparatorluklar artık ya çok büyük ya da çok küçük; birbirleriyle mücadele halindeler; kimi kazanırken kimi de kaybediyor. Dolayısıyla, Çin konusunda bizi nelerin beklediğini bize daha ayrıntılı anlatmanızı rica ediyorum.

Çünkü, Çin hükümeti varolan durumu manipüle edebilir ve geçmişte bir süreliğine göz ardı edildiğini hisseden bir ülkedeki gizli milliyetçilik su yüzüne çıkabilir. Ancak, Çin konusunda önemli olan nüfus değil, hukukun üstünlüğü meseledir. Siyasi hesap verebilirlik, çevre duyarlılığı önemlidir. Ayrıca, Çin toplumu dahilinde devasa baskılar söz konusu.

Diğer ülkelerin kavradığı fikirleri Çin neden anlamak istemiyor? Şimdilerde Arap Baharı’nda da tanık olduğumuz gibi, uzun yıllar adeta “mahsur” kalmış halklar, artık hükümetlerinden bu duruma bir tepki vermelerini ister hale geldiler.

Oturum Başkanı Profesör Michael Cox (**) : Bu noktada kısaca devreye girmek istiyorum. Eğer Çin sizin de ima ettiğiniz gibi kendine güvenen bir ülke ise, Tunus özelinde ve Orta Doğu genelinde gerçekleşen olaylar karşısında niçin bu denli endişeliler? Çünkü, kendine güvenen bir güç, onların yaptığı gibi bir karşılık vermezdi. Görünen o ki, kendilerini oldukça “güvensiz” hissediyorlar.

Görünen o ki, tüm bu sorular aslında birbirini tamamlar nitelikte. Niall, dilersen tüm bu soruları bir arada ele alabilirsin; veya elbette ayrı ayrı da cevap verme hakkın var. Sen nasıl istersen…

Niall Ferguson: Tüm sorular için teşekkür ederim. Size Çin konusunda “Pollyanna” olduğum izlenimini vermek istemem. Aslında, Medeniyet adlı kitabımın sonuç bölümünü okuduğunuzda, Çin’in önünde oldukça ciddi engeller bulunuyor. Ve, Andrew’un da söz ettiği gibi, bunların en önemlisi de “demografik sorun”. Bu da, tek çocuk politikasının bir mirası… Bu politikadan da kısa süre içinde vazgeçeceklerini düşünüyorum.

Sunumum sırasında Çin’in büyümesinin yavaşlayacağından söz ettim. Demografik sorunlar olmasaydı da yavaşlaması gerekirdi; çünkü Barry Eichengreen ve diğerlerinin de kısa süre önce bize anımsattığı gibi, ülkelerde kişi başına yıllık gelir 17.000 dolara ulaştığında, büyüme oranı azalmaya başlar. Ve kısa süre içinde Çin’de böyle bir durumla karşılaşacağımızı düşünüyorum. Ancak ne yarın ne de önümüzdeki yıl olmayacak bu…

Çin açmazında ilginç olan şeyin şu olduğunu düşünüyorum: Çin’in büyümesi önünde sözünü ettiğimiz sorunlar gerçek birer engel olarak sıralanmaya başlamadan önce, Çin’in mevcut ivmesiyle ABD’yi geride bırakması mümkün. Çin’in bu ivmesinin önümüzdeki 10-20 yıl içinde yavaşlaması pek mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla, ortada bir takım sorunların olduğunu düşünüyorum ve işte bu yüzden de yakın gelecekte “milliyetçilik” meselesinin daha da önem kazanacağı kanısındayım. Çin’in nasıl bir vizyonu olduğunu sormuştunuz. Öte yandan, geçmişe dair basite indirgeyici ve materyalist bir bakış açısına sahip olmakla suçlandım. Ancak, 25 dakikalık bir sunum süresince basite indirgeyici olmayayım da ne yapayım?

Kitabımda geliştirmeye çalıştığım ve geçmiş deneyimlerimize dayandırdığım argüman şu şekilde: Ne zamanki otoriter rejimler büyümek üzere bir hamle yaparlarsa, karşılarına hep aynı sorun çıkar: Daha önce varolmayan sosyal grupları güçlendirmişlerdir ve bu gruplar, bir tür temsiliyet ve karar alma sürecinde söz sahibi olma hakkı isterler. Ve bu pazarlığı önlemek son derece güçtür.

19.yüzyıl sonunda böyle bir sorunla karşılaşmış olsaydınız, savaş tehdidi içeren ve milliyetçiliğe meyilli bir dış politika benimserdiniz. Böylelikle, dikkatlerin eşitsiz siyasi güç dağılımına odaklanmasını önlemiş olurdunuz. İşte bu yüzden de Çin’in gelecek kuşak liderlerinin milliyetçiliği ön planda tutacaklarını düşünüyorum. Çünkü, bence, Batı’da birçok insanın görmezden gelmesine karşın genç Çinlileri harekete geçirecek potansiyel orada duruyor. Çin milliyetçiliği son derece güçlü bir potansiyele sahip ve kolaylıkla harekete geçirilebilir.

Son olarak, üç trilyon dolarlık büyük soruya yanıt vermem gerekiyor. Çin’de siyasi düzlemde neler oluyor? Çinliler, Orta Doğu’da yaşanan Arap Baharı’na bakıp, kendi kendilerine “Aman Tanrım, bu bizim de başımıza gelebilir” diyor olabilirler. Çin’deki enflasyon ise, ciddi bir endişe kaynağı.

Ancak, bu analojiyi gereğinden fazla uzatmanın bir hata olacağını düşünüyorum. Örneğin, Pekin’deki McDonalds’ta Yasemin Devrimi patlak verdiğinde, protestoculardan daha fazla sayıda gazeteci ve polis bulunuyordu. Çin rejiminin devasa bir meşruiyeti var. Aynı durum Mısır’daki Mübarek rejimi için söz konusu değildi. Dünyadaki diğer rejimlerle kıyasladığında Çin’deki rejimin insanların gözünde çok daha fazla meşruiyete sahip olduğunu görmek için Pew araştırmalarına bakmanız yeterli olacaktır.

Dolayısıyla, pirinç fiyatları artıyor diye Çin’de aniden büyük bir devrimin patlak vereceğini düşünmek yanlış olacaktır. Böyle bir devrimin gerçekleşeceğini şahsen düşünmüyorum.

Çinli liderlerin tarihten ders çıkarma biçimleri beni oldukça şaşırtıyor. Batılı liderlerle kıyaslandığında çok daha “tarihsel zekalı” oldukları söylenebilir. Özellikle de Rus tarihinden aldıkları dersleri, içselleştirmişler. Büyük bir ekonomik gelişimden geçerken, siyasi olarak liberalleşmezsiniz. Ve zaten Çin’de de böyle bir durum olmayacak. Hatta tam tersi bir yöne doğru bir gidişat söz konusu.

Soru 5: Teşekkürler. Çin ekonomik olarak son derece hızlı şekilde büyüyor. Ve sizin de öngördüğünüz gibi, 2027 veya 2030 itibariyle dünyadaki en büyük ekonomi haline gelebilir. Ancak, Çin’in dünyanın gözünde “örnek alınması gereken bir ülke” ye dönüşeceğini sanmıyorum. Herhangi bir sorun baş gösterdiğinde, Fransa veya Britanya gibi bir ülke, Çin’den çok daha “meşru” olarak kabul edilir. Bu durumda, Çin’i dünyadaki en büyük küresel şirket olarak görecek miyiz? Veya, onu büyük bir siyasi güç olarak mı kabul edeceğiz?

Soru 6: Çin, elbette Batı dışında kalan dünyanın önemli bir parçası. Ancak, tüm dünya da ondan ibaret sayılmaz. Batılı olmayan başka ekonomik oyuncular ve başka medeniyetler de var. Bu oyuncuların yarının küresel toplumundaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Soru7: Daha önce söylemiş olduğunuz gibi, Batı’da son derece yıkıcı bir mali kriz yaşadık. Bu süreçte Çinli şirketlerin, bankaların ve hükümet maliyesinin finansal yapıları şeffaf değil miydi; yoksa şeffaftı, ancak er ya da geç büyük bir sıkıntıya yol açabilecek türden bir tehlikeyi mi barındırıyordu?

Soru 8: 1980’lerin sonunda Paul Kennedy’nin yazdığı kitapta da benzer konular ele alınmıştı. Ancak elbette kendisinin vardığı sonuçlar, bugün artık demode oldu. Dolayısıyla, iki temel soru var: Tarihsel perspektife getirdiğiniz orijinallik nedir? Yedi adet katil uygulama, sadece argümanınızı yapılandırmak için başvurduğunuz bir araç. Peki, masaya nasıl bir orijinallik getiriyorsunuz? İkinci olarak; Kennedy, Fukuyama ve Huntington, geleceğe dair öngörülerinde hatalı çıktılar. Kendinizin hangi noktada hatalı çıkabileceğinizi düşünüyorsunuz?

Niall Ferguson: Sorulara sırasıyla yanıt vereyim. Çin’in sessiz yükselişi, Libya gibi bir ülkede halihazırda karşımıza çıkan türden büyük sorunların içine çekilmemeyi gerektiriyor. Hatta daha da ileriye giderek şöyle bir yorumda bulunabilirsiniz: Çin’in büyük Orta Doğu’ya yönelik politikası, “beleşçi” olarak tanımlanabilir; çünkü Çin, ABD ile kıyaslandığında Orta Doğu’nun petrol sahalarından çok daha fazla nemalanıyor. Geçtiğimiz on yılın en büyük ironilerinden biridir bu. Ve, bölgeye yeniden çekidüzen vermek için trilyonlarca dolar harcayan da yine ABD’nin kendisidir. Dolayısıyla, eğer Libya ve diğer yerlerdeki gibi sorunlarla mücadele etmede Batılı güçlerin ve ABD’nin öncü rol üstlenmesi, Çin açısından pek de kötü bir şey değildir.

Ancak, dünyanın daha az tanınan yerlerine baktığınızda Çin’in etkisinin giderek artığını görürsünüz. Güney Kore’ye gidin. Tokyo’daki insanlarla konuşun. Güney Afrika’da biraz zaman geçirin. Tüm bu ülkelerde Çin’in etkisi giderek artıyor.

Mali kriz etkisini epeyce hissettirdiğinden beri, Çin sayesinde bu ülkelerin büyüme oranları arttı. Çin’in ticari ortaklarının ihracat istatistiklerini ise tahmin dahi edemezsiniz. 2008-2009’dan beri küresel olarak ekonomik toparlanmanın büyük bölümü, Çin’e yapılan ihracatlardan kaynaklandı.

Mali kriz öncesi, Çin, diğer yükselen piyasalarla birlikte, bir rakip olarak görülürdü; keza diğer Asyalı ihracatçıların pazar paylarını ellerinden almıştı. Krizden bu yana, diğer yükselen piyasalardan ithalat yapan en büyük oyuncuya dönüşen Çin, bu haliyle nemalandığı ülkelerde oldukça popülerleşti.

Sunumumda Çin dışındaki ülkeleri yeterince anlatmadığımı söylerken haklıydınız. Bu tamamen zaman sınırlaması ile ilgili bir durum. Kitabımda, dünyada Batı’nın göz ardı ettiği diğer bölgeleri de içine katan kıyaslamalı bir bölüm bulunuyor. Dolayısıyla, ikinci bölüm Müslüman dünyayla ve bilimsel devrimin niçin orada gerçekleşmediğiyle ilgili. Üçüncü bölüm ise, Amerika’nın tüm bölümleri Avrupalılar tarafından kurulmasına rağmen, Güney Amerika ve Orta Amerika’nın niçin Kuzey Amerika kadar başarılı olamadığını ele alıyor. Çin’le ilgilendiğim kadar bu konuyu da yakından incelemişimdir.

Dış politika açısından bakıldığında, yakın dönem uluslararası ilişkilerde, Batı karşısında bir tehdit oluşturma anlamında Çin ilk sıraya kuruluyor. Brezilya ve Hindistan ise, jeopolitik erişim anlamında onun oldukça gerisinde. Ancak, ekonomik önem açısından bakıldığında, bu ülkeler de giderek büyüyorlar ve İngiltere’nin koltuğunu sallayacağa benziyorlar.

Çin’in devasa mali sorunları bulunuyor ve bu sorunlar şu anda oldukça iyi örtbas edilmiş bulunuyor. Çin ekonomisinin mali kriz öncesinde bu denli etkili bir biçimde büyümesinin nedeni ise, devletin talimatıyla verilen ve bankalar tarafından uygulanan kredilerde yaşanan patlamadır.

Peki, bu durum, Çin’de büyük bir mali krizin hazırlanmakta olduğu anlamına mı geliyor? Kimi Batılı kesimlerin bu tür bir dilekte bulunduklarından şüpheleniyorum; keza böyle bir kriz patlak verse onların son derece memnun olacağını sanıyorum. Ancak bu tür bir önerme karşısında biraz şüpheci yaklaşmakta yarar var; çünkü Çinli bankalar daha önce de benzer krediler vermişler ve bu bankaların sermaye yapıları yeniden düzenlenmişti. Çin Halk Bankası ve Hu Jintao’nun ekonomi danışmanı Xibin, bir keresinde şöyle demişti: “Rezervlerde üç trilyon dolarımızın bulunmasına gerek yok. Bankaları yeniden sermayeye kavuşturmak ve Zambiya’da bakır madenleri satın almak için bu kaynaklardan bazılarını kullanmamız gerekiyor.”

Dolayısıyla, bu politikanın sonucunun açık ve net olduğunu düşünüyorum: Bu bankalar, kötü kredilerle dolu ve bir şekilde sermayeleri yeniden düzenlenecek. Şunu unutmayın, Çinli bankalar, bizim anladığımız şekilde bankalara –yani, devletten bağımsız özel sektör birimlerine- benzemiyorlar.

Paul Kennedy’nin kitabına gelince; The Rise and Fall of the Great Powers / Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü) adlı kitabı, Sovyetler Birliği ve ABD hakkında oldukça kötü şeyler söylemişti. Ancak, bu iddiaların yanlış olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde Japonya hakkında söylediği iyimser şeyler de çürütüldü.

ABD açısından gerçek sorunun; finansal ve özellikle de mali olduğunu düşünüyorum. Ve bu sorun, Reagan döneminden çok daha ciddidir şu anda. Dostum Paul Kennedy’nin Reagan dönemindeki mali sorunlarla ilgili yanlış sayılar edindiğini düşünüyorum.

Mali krizi önceden tahmin eden ve 2006-2007 yıllarında likidite krizine dikkat çeken birkaç kişiden biri olduğum için, burada bazı “orijinal” noktaları aktaracağım.

Medeniyet adlı kitabımda, Batı ile geri kalan ülkeler arasındaki benzeşme sürecine dair inandırıcı açıklamalar getirdim. Peki, nerede hata yapmış olabilirim? Bu kitapta ele almaya çalıştığım noktalardan biri; tarihsel değişim sürecinin lineer olmadığı ve son derece öngörülemez nitelik taşıdığı idi. 2050 yılına dair öngörülerde bulunurken, düzenli eğilimlerden söz etmek pek mümkün olmuyor.

Kitapta çöküşünü anlattığım imparatorluklardan her biri –sadece Sovyetler Birliği değil, Britanya İmparatorluğu ve hatta Ming dönemi Çin de-, bu çöküşün hızı karşısında şaşkınlığa düşmüştü. Dolayısıyla, geleceğe dair söylediklerim hakkında temkinli olmamın nedeni, aslında “gelecek” diye bir şeyin olmayışıdır: birçok gelecek vardır. Ve şu anda oldukça gerçekçi görünen argümanlar şunlardır: Çin, bu hızla büyümeye devam ederse, ABD’yi geride bırakacak; Komünist Parti’nin iktidar tekeli sayesinde oldukça istikrarlı bir iç siyasi yapıyı tesis edecek ve dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana uluslar arası sistem üzerinde gördüğümüz en büyük meydan okumayı gerçekleştirecek.

Söylediklerimin hepsi yanlış olabilir. Umarım hatalıyımdır. Böyle bir durum olursa, yazdıklarımda değişiklik yapmaya seve seve hazırım. (Chatham House Toplantı Tutanağı)


Kaynak: http://www.chathamhouse.org.uk/files/19251_090511ferguson.pdf


* Niall Ferguson, Harvard Üniversitesi’nde tarih profesörü

** Oturum Başkanı, Profesör Michael Cox, London School of Economics’te Uluslararası İlişkiler profesörüdür.



Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Rusya, Ukranya'nın en büyük özel elektrik şirketine saldırdı

İsrail ordusu Halep'i vurdu: 38 kişi öldürüldü

Türkiye’nin iç sorunu bir PKK’dan Avrupa’nın sorunu bir PKK’ya

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Yükleniyor