Dünya`yı Kim Yönetiyor?

Dünya`yı Kim Yönetiyor?

Faşizm şekil değiştirdi. Geçmişte insanları bir araya getirip soykırım kamplarına gönderirken şimdi elinizi kana bulamanıza artık gerek yok. Bunu, dünyanın geri kalanından tamamen tecrit edilmiş halde, şirketinize ait jetin içinde bir

David DeGraw *

Amerikan halkı, nüfusunun kayda değer büyüklükteki kesimleri arasında, yoğun ekonomik saldırıları kalıcı kıldı. Söz konusu saldırılar son dört yıldır ölçek olarak oldukça ciddi bir boyut alırken, teknokratik bir titizlikle uygulandılar. Bu zamana değin aşamalı bir şekilde uygulamaya geçirildiler; halk büyük bir maharetle “pasif” kılındı; geniş ölçekli herhangi bir sivil direniş engellendi; bir yandan da halkın büyük bölümünün yaşam standartlarında gözle görünür bir düşüş yaşandı. Raporda da göreceğiniz gibi, bu süreçten en fazla zarar gören 55 milyon Amerikalı, dönemsel mali desteklerden (gıda yardımları, süresi uzatılmış işsizlik primleri gibi) dolayı bu zamana dek pek seslerini çıkarmadılar.

Küresel ekonomik elit, Amerikan kamuoyunu idare etmede çok daha stratejik davrandı; keza refah, kaynaklar ve gücü sürekli olarak konsolide etmelerinin önünde potansiyel olarak en büyük tehdit onlardı. Onlar kadar güçlü olmayan ve ekonomik elitin küresel imparatorluğunun periferisinde kalan ulusal halklarla ise çok daha sert biçimde mücadele edildi. Görece olarak daha küçük ve daha az güçlü ülkelerde, gıda fiyatlarındaki ve yaşam maliyetlerindeki ani artış ise, isyanlara yol açtı: Tunus, Cezayir, Arnavutluk ve Mısır, ilk başkaldıranlar arasındaydı. İsyan Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya hızlı biçimde yayılırken, dünyanın büyük bölümünde de adem-i merkeziyetçi şekilde bir yayılma sergiliyor; halihazırda Avrupa çapında halk ayaklanmalarını tehdit eder hale geliyor. Amerikan halkı gibi coğrafi olarak kümelenmiş Avrupa milletleri, Ekonomik Elit’in daimi tahakkümü karşısında potansiyel olarak güçlü bir karşıt-ağırlık oluşturuyor.

ABD’de ise halk teknokratik düzeyde ve yoğun bir baskı altında tutuluyor. Giderek daha ciddi bir hal alan ekonomi ve hükümet politikaları, halkın elinden refah, güç ve hakları sistematik biçimde alıyor. Yoğun propaganda sonucu ABD halkının dikkati etkin biçimde dağıtılıyor; aklı karıştırılıyor; tecrit ediliyor; marjinalize oluyor ve bölünüyor. Bu zamana değin gösterilen tüm bu çabaların başarısına karşın, süregiden ve sürekli şiddeti artan ekonomik yoksunluğa rağmen sivil ayaklanmalar kaçınılmaz bir hal alıyor. Eğer kritik bir düzeye erişirse, ABD halkı, ekonomik elitin önündeki en büyük tehdidi oluşturuyor. Bu anlamda Amerikan halkı, onların başlıca düşmanı konumunda.

Bu raporu kaleme alırken, ABD halkına karşı kasten tertiplenen ve sistematik biçimde gerçekleştirilen ekonomik saldırıların ciddiyeti ve boyutlarını ayrıntılı biçimde göstereceğim. Bunu yaparkenki umudum ise, bilinçli ve sorumluluk yüklenmiş vatandaşlardan oluşan bir kitleyi acilen oluşturmak…

Birinci Bölüm: Ekonomik Yıkım

Enstantane bilgi: Nüfus İdaresi’nin son verilerine göre, 2005-2009 yılları arasında Amerika’daki ortalama hane-halkı refah düzeyi %28 oranında azaldı. Bu da, hane başına 27.000 dolarlık bir kayıp anlamına geliyor. Halihazırda, en az 62 milyon Amerikan vatandaşı –yani Amerikan hanelerinin %20’si- meteliğe kurşun atıyor; veya borçlanmış durumda.

Yukarıda sözü edilen sayım rakamları, eksik tahmin oldukları sürekli ortaya çıkan istatistiklere dayanıyor. Hükümet ve kurumsal medya, yaşadığımız ekonomik krizin vahametini gizleyen başlıca ekonomik istatistiklere dair propaganda yayıyor. Yanıltıcı enflasyon, işsizlik, yoksulluk ve GSYİH ölçümleri, aslında biraz araştırma sonucu kolaylıkla ortaya çıkıyor. Bu raporda, hükümetin ekonomik propagandasına dair bazı önemli örneklemeleri ortaya çıkaracağız. Hükümet, birçok durumda, ispatlanmış hatalardan dolayı rakamlarda bir revizyona gitmek durumunda kaldı. Hükümetin “revizyonları”, çoğu zaman daha da kötü bir duruma yol açtı ve genellikle halkın bihaber kaldığı bir dipnot değişikliğinden ibaret kaldı. Birçok istatistiğe göre, hükümetin verilerini kullanmaya mecburuz; keza alternatif kaynaklardan elde edilebilecek başka kapsamlı veri bulunamıyor.

I: Rekor kıran Yoksulluk

Nüfus İdaresi’nin yoksulluk rakamları, artık kadük hale gelmiş bir metodolojiyi kullanan ve korkunç hatalarla dolu bir ölçüme dayanıyor. Nüfus İdaresi, yoksulluğu 1955 yılında –yani 56 yıl önce- oluşturulan yaşam maliyetleri ölçümleri temelinde hesaplıyor. Birçok kilit etmeni de (örneğin artan tıbbi bakım maliyetleri, çocuk bakımı, eğitim, taşımacılık ve diğer birçok temel maliyet) göz ardı ediyor. Ayrıca, coğrafi temelde yaşam maliyetlerini dikkate almıyorlar. Kurumsal medyanın es geçtiği Ulusal Bilim Akademisi’nin ölçümü ise, yoksulluğa dair çok daha titiz bir sonuç sağlıyor; keza yaşam maliyetlerine dair tüm bu değişkenleri dikkate alıyor.

En güncel Nüfus İdaresi verisine göre, Amerikan halkının %14,3’ü –yani 43,6 milyon kişi- 2009 yılında sefalet içinde yaşadı. Her ne kadar söz konusu rakam, yoksulluk çeken Amerikan halkına dair şu zamana dek elde edilmiş en yüksek rakam olsa da ve 2008’den bu yana dört milyon kişinin daha yoksullar kervanına katılmış olduğunu gösterse de, toplam rakamı aslında tam olarak vermiyor. Geçtiğimiz sene hazırlamış olduğum analizde, 2009 yılında yoksul Amerikalıların sayısının en az 52 milyon olduğu sonucuna varmıştım. Kısa süre önce Ulusal Bilim Akademisi’nin yayımladığı rakamlar ise, benim iddiamı destekler nitelikte: 52.754.000, yani Amerikan halkının %17,3’lük kesimi, 2009 yılında sefalet içinde yaşadı.

Çocuklardaki yoksulluk oranı daha da kötü. Nüfus İdaresi verilerine göre, Amerikan çocuklarının 15,5 milyon kadarı 2009 yılında sefalet içinde yaşamışlar; bu da tüm çocukların beşte birlik bölümüne karşılık geliyor. Yoksulluk geçen çocuk sayısı 2000’den beri %28 oranında arttı. 2008’den 2009’a dek %10’luk bir sıçrama yaşadı. Ulusal Bilim Akademisi’nin 2009 yoksulluk oranları ve Nüfus İdaresi’nin çocuklarda yoksulluk verilerinden yola çıkarak, 2009 yılında yoksulluk çeken Amerikalı çocuk sayısının kesin olarak 18,8 milyon olduğu söylenebilir. Bu da toplam çocuk sayısının %24’ü, yani neredeyse dörtte biri demek.

Kısa süre önce yoksullaşan ailelerde yaşayan çocuk sayısının artmasının dışında, “her gün Amerika’da 2573 çocuk yoksul bir ailede gözlerini açıyor.”

Ayrıca, Amerika’nın en büyük kentlerinden dokuzunda, %25’in üzerinde bir yoksulluk söz konusu.

Birçok temel gösterge baz alındığında, toplam yoksulluğun 2009’dan beri artmış olduğu görülüyor. Ayrıca, kısa süre önce açıklanan borç azaltım planında, bugün on milyonlarca Amerikalıya yardım edilen “yoksullukla mücadele programlarında” bir kısıntıya gidileceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu’nun yapmış olduğu bir çalışmada, “bu programlar olmaksızın yoksulluk oranının iki katına çıkacağı” tahmininde bulunuluyor. Borçların azaltımına yönelik yeni anlaşma neticesinde, söz konusu programlara ayrılan fonun yarı yarıya kesintiye uğrayacağı öngörülüyor. Bu da, söz konusu tahminlere göre, yoksulluk çeken toplam Amerikalı sayısının nüfusun %26’sına karşılık gelecek şekilde, 80 milyona yükseleceği anlamına geliyor.

II: Rekor Kıran Gıda Güvensizliği

Bir diğer istatistiğe göre, 2005 yılında gıda pulu programına muhtaç Amerikalı sayısı 25,7 milyon iken, halihazırda bu oran 45,8 milyona yükselmiş durumda. Dolayısıyla gıda yardımına muhtaç kişi sayısı yıldan yıla artış gösteriyor.

Bu sırada gıda destek programlarına ayrılan fon, Kongre tarafından kesintiye uğruyor. Tarım Bakanlığı ise, ilave olarak 22,5 milyon kişinin de bu yardımlara ihtiyaç duyacağı öngörüsünde bulunuyor. Bu da, gıda desteğine ihtiyaç duyan kişi sayısını 68,3 milyona çıkarıyor.

III: Rekor Kıran İşsizlik

“Resmi” işsizlik rakamları %9’larda (14 milyon kişi) görünürken, hükümetin rakamları bir kez daha oldukça düşük tutuluyor. Son birkaç aydır işsizliğin %10’ların altında kalmasının ardındaki yegane gerekçe ise, milyonlarca uzun süreli işsizin ve tam zamanlı bir iş arayan part-time işçilerin, hükümetin işsizlik oranlarına dahil edilmemiş olması. ShadowStats.com’dan John Williams’ın, genel durumu gözler önüne sermede işsizliğe dair çok daha kesin bir metodu var. Ne kadar şaşırtıcı olsa da, kendisinin benimsediği SGS metodunu uyguladığınızda, yani istihdam arayışındaki toplam kişi sayısını bulduğunuzda, işsizlik oranı %22,5’a yükseliyor; bu da tüm zamanların rekoru niteliğinde: yani, 34 milyon Amerikalı iş arıyor!

Tüm bu şaşkınlık verici rakamların en üstünde de işgücü katılım oranı bulunuyor. Halihazırda çalışan toplam nüfusun oranının ölçüldüğü söz konusu oran, 27 yıldır en düşük seviyesine geriledi: %63,9.

Halihazırda son altı yıldır 6,3 milyon kişi işsiz. Bir kişinin iş bulma süresi ise, 40,4 haftaya yükselmiş durumda.

Şirketler küçüldükçe ve iş kollarını denizaşırı bölgelere taşıdıkça işsizlik de artıyor. Özel sektörün Temmuz ayında gerçekleştirdikleri istihdam kısıntıları, 16 ayın en yüksek düzeyine, %60’a yükselmiş durumda. Toplam işgücü içinde nüfus artışını hesapladığınızda ise, 2007 Aralık’tan günümüze dek 10,6 milyon iş yitirilmiş bulunuyor.

Devlet ve federal bütçe kesintilerinin uygulanmasıyla birlikte kamu sektöründeki işsizlik de artış gösteriyor. Bütçe ve Politika Öncelikleri Merkezi’ne bakılırsa, 2008 Ağustos’undan bu yana devlet ve yerel yönetimler, 577.000 işte kesintiye gitti. Ekonomi Politikası Enstitüsü’nün tahminleri ise, yeni borç azaltım anlaşmasında öngörülen kısıntılar sonucunda ilave olarak 1,8 milyon kişinin de işini kaybedeceği yönünde.

2010 yılında istihdam piyasasına eklene iş gücünün %60’ı düşük maaşlı işler. 2007 Aralık’ından bu yana resmi işsizlik oranı şunu açıkça gizledi: Yeni iş kollarından 1,8 milyon kadarı, part-time işlerden oluşuyordu.

Verileri daha da incelersek, son 12 ay içinde Ulusal İstihdam Yasası Projesi’ne göre, iyi ücretli işler hızla azalıyor; düşük ücretli işler ise, işsizlik krizinin boyutlarını gizlemeye yardımcı oluyor.

- Düşük ücretli endüstriler, iş kaybının %23’ünü oluştururken, yakın dönemde kaydedilen büyümenin %49’una karşılık geliyor.
- Orta ücretli endüstriler, iş kaybının %36’sını oluştururken, yakın dönemde kaydedilen büyümenin %37’sine karşılık geliyor.
- Yüksek ücretli endüstriler, iş kaybının %40’ını oluştururken, yakın dönemde kaydedilen büyümenin sadece %14’üne karşılık geliyor.

IV: Azalan Gelir

Yaşam maliyeti 1990-2010 yılları arasında %67 oranında artarken, işçilerin gelirleri azaldı. En yakın dönemde hazırlanan IRS verilerine göre (2009), ortalama gelirler %6,1 oranında azaldı; bu da işçi başına 3516 dolarlık bir kayıp anlamına geliyor. Ortalama gelir, 2007-2009 yılları arasında %13,7’lik bir azalma kaydetti. Bu da işçi başına 8588 dolarlık bir kayıp demek.

Çalışanların gelirlerindeki azalışın nedeni ise, CEO’ların maaşının çarpıcı biçimde artması. 1970’lerin ortalarından beri CEO’ların cepleri yıldan yıla doluyor. 1975-2010 arasında işçi üretkenliği %80 oranında arttı. Bu zaman zarfında CEO maaşı ve dünyanın en zengin %0,1’lik bölümünün geliri dört katına çıktı. En zengin %0,01’lik bölümün geliri ise (yani %1’in yüzde biri) beş kat arttı.

CEO maaşlarındaki artışın, işçilerin her yıl gelir üzerinden azalan payları üzerindeki etkisini anlamak için, vergi muhabirleri arasında isminden söz ettiren David Cay Johnston, 2008 vergi verilerini inceliyor ve durumu, şu çarpıcı istatistikler aracılığıyla özetliyor:

“Eğer önümüzdeki 28 yılda gelirdeki artış 1950-1980 arasında olduğu oranda sürer ise, 2008 yılında en yoksul %90’lık kesimde bulunanların ortalama geliri, %68 daha yüksek olacak. Bu da, büyük çoğunluğun ortalama gelirinin 2008’dekinden daha yüksek olacağı anlamına geliyor. Tipik bir Amerikan ailesinin geliri her hafta 406 dolar olsaydı Amerika bugün çok daha farklı bir Amerika olurdu…”

Bunun kadar çarpıcı olan bir diğer tespit ise, son iki yıldır çalışanların gelirlerinin çok daha büyük bir bölümünü CEO’lara kaptırmış olmaları. Sadece son bir yıl içinde CEO maaşları %28’lik bir sıçrama yaşadı. 2009’a bakıldığında, Dollars&Sense’in hazırladığı son rapora göre işçiler sadece o yıl içinde maaşlarında yaklaşık 2 trilyon dolarlık bir kayıp yaşadılar:

“2009 yılında, hisse senedi sahipleri, bankerler, simsarlar, hedge fonu ustaları, yüksek maaşlı şirket yöneticileri ve orta gelirli yöneticilerin ceplerine yaklaşık 1,91 trilyon dolar geçti. Bunlar ya gelir, ya prim ya da ikramiye şeklinde ödendi.”

Tıpkı bu sayıların ne denli vahim olduğu gibi, Amerikalı işçilere yönelik saldırının da 2009’dan beri önemli ölçüde artmış olduğunu dikkate almak gerekiyor. 2009 yılından 2010’un dördüncü çeyreğine kadar gelir artışlarının %88’lik bölümü, kurumsal karlara (yani CEO’lara) giderken, sadece %1’lik bölümü işçilere yaradı.

NY Times’ta “Muz Cumhuriyetimiz” başlıklı makalede de belirtildiği gibi, 1980-2005 yılları arasında Amerika’daki gelirlerdeki toplam artışın beşte dördünden fazlası, en zengin %1’lik bölüme gitti.” 2005’ten beri ise durum daha da kötüleşti. Zero Hedge’in kısa süre önce haber verdiği gibi, “işçilerin halihazırda ulusal gelirden aldıkları pay, modern zamanların en düşük düzeyine geriledi.”

İkinci Bölüm: Ekonomik Elit

“Evet; bir sınıf mücadelesi var; doğru. Ancak, savaşı açan benim mensubu olduğum zengin sınıf; ve biz kazanıyoruz.”
Warren Buffett, Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO, Berkshire Hathaway

V: Ekonomik Elitin Elinde Ne Kadar Refah Var?

68,3 milyon Amerikalı, karnını doyurmak için yeterince gıdaya erişme mücadelesi verirken ve nüfusun %90’ının geliri düşerken, Amerikalı milyonerlerin refahı daha önce emsali görülmemiş düzeylere erişti. Audit ve mali danışmanlık şirketi Deloitte’in gerçekleştirdiği kapsamlı bir çalışmaya göre, Amerikalı milyonerlerin hanelerinde refah düzeyi halihazırda 38,6 trilyon dolar. Ayrıca araştırmaya göre, denizaşırı hesaplarda gizlenen 6,3 trilyon dolarlık bir meblağ da söz konusu.

Toplamda Amerikalı milyoner hane sahiplerinin refahı en az 45,9 trilyon dolar düzeyinde. Bu refahın büyük bölümü, nüfusun yüzde birinin onda birlik bölümünün elinde bulunuyor.

Eğer tüm bu anlatılanlar yeterince açık değilse ve küresel ekonominin saplandığı durumu daha fazla gözler önüne sermek gerekiyorsa şundan söz edilebilir: Mevcut eğilimleri baz alan Deloitte’in analizine göre, Amerikalı milyoner hane sahiplerinin refahında 2020 yılına dek %225’lik bir artış yaşanacak ve 87,1 trilyon dolara çıkacak. Denizaşırı hesaplarda saklanan paraları da hesaba katarsak, önümüzdeki on yıl içinde sözü edilen kesimin elinde toplam 100 trilyon doların üzerinde bir zenginlik bulunacak.

Birçok insan 1 trilyon doların neye benzediğini bilmezken, 46 trilyon doları hayal etmek bile zor olsa gerek. Şöyle düşünelim: geçtiğimiz sene 40 milyon Amerikalıya gıda yardımı vermenin maliyeti 65 milyar dolar olmuştu.

En son yayımlanan IRS verilerine göre; ABD nüfusunun sadece % 0,076’lık bölümü (yani %1’in onda birinden bile az), 2009 yılında 1 milyon doların üzerinde para kazandı. Yıllık geliri 50 milyon dolar ve üzerinde olan elit grupta ise sadece 74 Amerikalı bulunuyor. Bu kategorinin 2008 yılındaki ortalama geliri 91,2 milyon dolar düzeyindeydi. 2009’da ise söz konusu gelir 518,8 milyon dolara yükseldi; yani haftada 10 milyon dolar. Bunun da anlamı; resesyonun en dibe vurduğu dönemlerde en zengin 74 Amerikalının gelirlerini bir yıl içinde 5 katından daha fazla artırmış olmaları. Bu 74 kişi, 19 milyon işçinin toplam kazancından daha fazla para kazanmış yani...

Bu bağlamda, genel itibariyle bakıldığında Amerika’da en zengin 400 kişinin geliri, 154 milyon Amerikalının toplam geliriyle eşdeğer. Bu da ülkenin yarısına karşılık geliyor. ABD nüfusunun en zengin %1’lik kesimi, tüm refahın %40’ına sahip.

VI: Amerika’yı Kim Yönetiyor? En Zengin %0,1’lik Kesim mi?

Amerikan halkının en zengin kesiminden müşterileri olan bir yatırım bankası yöneticisinin yaptığı analizi, kısa süre önce sosyoloji profesörü ve “Who Rules America?” (Amerika’yı kim yönetiyor?) adlı kitabın yazarı William Domhoff şu şekilde aktarıyor:

“Özellikle en zengin %0,1’lik kesim denizaşırı bölgelerdeki üretimlerinden kar elde ediyorlar; vergi cennetlerinde kişisel varlıklar tutuyorlar; piyasaları ve ekonomileri alt ediyorlar; ABD’deki yasa yapım süreçlerini bile etkiliyorlar. Muhasebe firmalarına, vergi avukatlarına, danışmanlara, özel servet yöneticilerine, zengin ve güçlü dostlar ağına, kar getiren iş olanaklarına kolaylıkla erişim imkanları buluyorlar.”

En zengin %0,1’lik kesim, farklı arka planlardan geliyor; ancak servetini, finansal ve bankacılık endüstrilerine doğrudan veya dolaylı katılım yoluyla sağlamamış birine rastlamak pek mümkün değil. ABD’nin bugün karşılaştığı ciddi ekonomik sorunların büyük bölümünde, bu %0,1’lik kesimin payı var ve bundan epey faydalandılar. Örneğin 2011’in ilk çeyreğinde Amerika’nın en büyük şirketlerinin karlarında %31’lik bir artış yaşandı; vergilerde de %31’lik bir azalma. Vergilerdeki azalmanın nedeni, gelirlerin düşük vergi oranları uygulayan ülkelere kaydırılması. 2010 yılında ise, kurumsal CEO’lara verilen tazminatlar %30 oranında artış gösterdi.

2010 yılında, aralarında GE, Verizon, Boeing, Wells Fargo, ve Fed Ex’in de bulunduğu on iki büyük şirket, Amerika’da -0.7% ila -9.2% arasında bir vergi ödedi. Üretim, istihdam, karlar ve vergiler ülke dışına kaydırılmıştı zira...

Bu konuda daha fazla yazılıp çizilebilir; ancak ana fikir belli: Amerikan mali sisteminin en üst kademelerinde bulunan kişiler, oldukça karmaşık yasalar ve muafiyetler belirlemiş bulunuyor. Böylelikle servetlerini koruyup artırabiliyorlar; Amerika’daki siyasi ve yasal süreçleri önemli oranda etkilemiş oluyorlar.

Ellerinde gerçek bir güç ve gerçek bir servet bulunuyor. en yoksul %99,9’luk sıradan vatandaş ise, tüm bu sistemlerden ekseriyetle habersiz kalıyor; sistemin nasıl işlediğini anlamıyor; zaten sisteme katılacağa da benzemiyor.

“Bir anda zengin olmayı dayatan Amerikan rüyası, oldukça iyi pazarlanan bir fantezi. Bu fantezi sayesinde, en yoksul %99,5’luk kesim, daha iyi yaşama umudu taşıyor ve gerek sosyal gerekse siyasi istikrarsızlık bu şekilde önlenmiş oluyor. Ancak en zengin kesim, kapısını dışarıya karşı sımsıkı kapamış durumda.”

Nüfusun bu %0,01’lik en zengin kesimine girebilmek için (yani yüzde birin de yüzde biri), yıllık 27 milyon dolar üzerinde bir hane gelirinizin olması gerekiyor.

Bu ekonomik krize yol açan bazı temel oyunculara bakıldığında, bunların Ekonomik Elit grubundan olduğunu göreceksiniz.

Goldman Sachs’ın eski CEO’su ve Bush döneminin Hazine Müsteşarı Hank Paulson, 2006 yılında ABD Hazinesi’ne geçmeden önce en az 700 milyon dolarlık bir servetin sahibiydi. Goldman Sachs’ın halihazırdaki CEO’su Lloyd Blankfein ve şirketteki diğer üst düzey yöneticiler ise, kısa süre önce 111,3 milyon dolar prim aldılar. Blankfein’in cebine 24,3 milyon dolar geçti. Bu; kendisine verilmesi öngörülen 67,9 milyon dolarlık primin parçasıydı. Goldman Sachs’ın Başkanı Gary Cohn ise, evine 24 milyon dolar götürdü; bu da onun için öngörülen 66,9 milyon dolarlık prim kapsamındaydı. Goldman Sachs’ın CFO’su David Viniar ve eski eş-başkanı Jon Winkelried de, toplamda 20 milyonun üzerinde prim aldılar.

Citigroup CEO’su Vikram Pandit’a 80 milyon dolarlık prim verilirken, JP Morgan Chase CEO’su Jamie Dimon’ın cebine 90 milyon dolar prim girdi.

Böylesi bir gelir düzeyine sahip insanların Amerika’daki siyasi süreci denetlemediklerini düşünüyorsanız, bu konuya yeterince dikkat etmemişsiniz demektir. Ekonomik krize neden olduktan sonra, hükümetten vergi mükelleflerine destek anlamında trilyonlarca dolar kaynak aldılar; ardından da kendilerine tüm zamanların en yüksek primlerini layik gördüler. Wall Street yöneticilerinin en yüksek prim aldıkları yıl da yine 2009 oldu: toplamda 145 milyar dolar! Ardından, 2010 yılında söz konusu oran daha da arttı ve bir önceki yılın rekorunu kırdı: 149 milyar dolar! İnsanların küstahlıkları dudak uçuklatan cinsten...

Wall Street yöneticilerinden daha açgözlü insan bulmak imkansız görünüyor. Bununla birlikte, sağlık sigortası şirketlerinin CEO’ları onlara kök söktürüyor. LA Times’ın haberinde belirtildiği gibi:

“Cigna, Humana, UnitedHealş, WellPoint ve Aetna şirketlerinin patronları 2009 yılında yaklaşık 200 milyon dolarlık tazminat aldılar. Şirketlerin büyüme oranları ise %39 civarında oldu.”

Filadelfiya merkezli Cigna şirketinin eski yöneticisi H. Edward Hanway, en yüksek maaş alan yöneticiler listesinde ilk sırada. Bunun da nedeni, 110,9 milyon dolarlık emeklilik paketine sahip olması. Cigna, kendisine ve onun ardından gelen David Cordani’ye geçtiğimiz sene toplam 136,3 milyon dolar para ödedi.

Hartford şirketi CEO’su Ron Williams ise, toplam tazminat bedeli olarak yaklaşık 18,2 milyon dolar kazandı. Bu da, 2008’deki 24,4 milyon dolardan bir düşüş anlamına geliyor.

Sağlık hizmetleri endüstrisindeki bu kar düzeylerine bakıldığında, Amerikalıların dünya üzerinde sağlık hizmetlerine en fazla para harcayan ülke olmaları şaşırtıcı olmasa gerek. Aslında, Amerikalılar birçok ülkenin iki katı kadar para harcayıp, daha düşük kalitede bir hizmet alıyorlar. Sağlık sigortası şirketlerinin de kabul ettiği gibi, sağlık sigortası olan kişiler doktora gitmeyi karşılayamadıkları ve acil bir durum olmadıkça da doktora gitmedikleri için beklenmedik karlar elde ediyorlar. 50 milyonun üzerinde kişi sağlık sigortalarını ve tırmanışa geçen maliyetleri karşılayamadıkları için, kişisel iflasların %60’ından fazlasının sağlık faturaları sonucu olması şaşırtıcı değil. Ve bunların %75’i de sağlık sigortası olan kişiler.

Ekonomik Elit Grup içinde savaştan kar sağlayan petrol şirketleri de bulunuyor. bunların da büyük bölümü, Wall Street’teki büyük bankaların aidiyeti altında. En büyük beş petrol şirketi –doğalgaz fiyatlarının sıçrayışa geçtiği bir dönemde- son çeyrekte 36 milyar dolar kar elde ettiler. Bu şirketler aynı zamanda her yıl vergi teşviklerinden ortalama 6 milyar dolar sağlıyorlar.

VII: Zengine Vergi İndirimi, Geri Kalan Bizlere ise Bütçe Kesintisi

En zengin kesimin siyasi sürecimiz üzerinde nasıl denetim kurduğunu daha iyi göstermek için şunu unutmamak gerekiyor: En zengin 400 Amerikalı, 1995 yılında gelirlerinin %30’unu vergi olarak öderken, şimdi sadece %18’ini ödüyorlar.

Aslında, 1470 Amerikalı 2009 yılında 1 milyon doların üzerinde kazanç sağladı ve herhangi bir şekilde vergi ödemedi.

Milyonerler için ortalama vergi oranı ise 1995’te %30,4 iken, 2009’a gelindiğinde %22,4’e düştü. Ortalama Amerikalı milyoner, vergi indirimleri sayesinde her yıl 136.000 dolar tasarrufta bulunuyor.

Vergi oranlarına uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında, en zenginin ve en karlı şirketlerin vergiye ödediği miktar, 1955’ten beri çarpıcı biçimde düştü. Kurumsal vergiler, 1955 yılında federal gelirin %27,3’ünü oluştururken, 2010 yılında sadece %8,9’unu teşkil eder hale geldi. Kurumsal vergiler 1955 yılında toplam GSYİH’nın %4,3’ünü oluştururken, 2010 yılında sadece %1,3’ünü oluşturuyor.

Üçüncü Bölüm: Mükemmel bir Fırtına bizi bekler

(Eşitsizlik = Borç = Kemer Sıkma = Sivil Ayaklanma = Enflasyon + Deflasyon = Stagflasyon)

En müreffeh kesimin üzerindeki vergilerde yapılan indirimler, rekor düzeyde bir servet eşitsizliğine yol açtı ve yine rekor düzeyde bir ulusal borçla sonuçlandı. Bu esnada, halkın en zengin yüzde birin onda birlik kesiminin yarattığı borcun üstesinden gelmek için Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, temel sosyal hizmetlerde devasa bütçe kesintilerine gitmekte karar kıldılar. Böylelikle, yoksul, yaşlı, hasta orta sınıf hedef kapsamına alınırken, her yıl kurumsal servetlere milyarlarca dolar eklenmiş oldu. (Eşitsizlik = Borç = Kemer Sıkma)

Tıpkı hükümetin yaptığı gibi, en zengin kesime kaptırılan vergi gelirlerini telafi etmek için Amerikalılar, büyük borç yüklerini üstlenmek zorunda kaldılar. Bu da gelirlerinde bir azalmaya neden oldu. (Eşitsizlik = Borç)

Oldukça eşitsiz bir toplumda devasa borçlar her zaman yaratılacaktır; bu da eşitsizliği ve borçları artıran fasit döngüyü oluşturacaktır. Ta ki toplumdaki ayrışma öyle bir noktaya varır ki, borçlu olanlar artık borçlarını ödeyemez ve açlıktan ölecek hale gelirler. İşte şu anda bu kopma noktasına varmaktayız. (Eşitsizlik = Borç = Kemer Sıkma = Sivil Ayaklanma)

VIII: Borç Esareti: Sözleşmeli Köle, Borçlu Vatandaşa Dönüştü

Finansal borçlara gömülen Amerikalılara dair istatistiklere bakıldığında, sözleşmeli kölenin artık borçlu vatandaşa dönüştüğü görülüyor. Daha önce de söylendiği gibi, 1990-2010 yılları arasında yaşam maliyetleri %67 oranında artarken, ücretlerde bir durgunluk yaşandı ve azaldı. Ulusal borç oranı 14,6 trilyon dolar gibi bir düzeye erişirken, toplam kişisel borçlar 16 trilyon doların üzerinde bulunuyor. Tüketici borçları ise, 2,5 trilyon dolar. Kredi kartı borçları 805 milyar dolar iken, öğrenci borçları da 1 trilyon doları aşmış durumda.

Şurası gayet açık: Borçlarınız ne kadar artarsa, harcamalarınızı o kadar çok kısmanız gerekir ve yeni eşya alacak paranız o kadar azalır. (Borç = Kemer Sıkma)

Bu sırada, toplum parçalandıkça ekonomik bir ölüm döngüsünün içine düşüyor; sağlık hizmetleri, gıda ve doğalgaz maliyetleri tırmanışa geçiyor. Ancak bu sırada gelirler ve hane değerleri aşağıya düşüyor. (Enflasyon + Deflasyon = Stagflasyon)

Bu koşullar dikkate alındığında, 250 milyonun üzerinde Amerikalının maaş çeki karşılığında geçinmeye çalıştığını söylemek, şaşırtıcı olmasa gerek.

IX: Enflasyon

Temel ihtiyaç maddelerinin fiyatı sürekli artarken, sadece giyim malzemelerinin fiyatı azalıyor. Enerji ve eğitim maliyetleri ise tırmanışa geçmiş durumda.

Eğitim masrafları o raddeye vardı ki, eğitimini sürdürmek için borçlanan genç, hayatının önemli bir bölümünde bu borcu ödemeye çabalıyor. Yaşam maliyetlerinin artmasıyla ve pahalı bir eğitim sonucunda beklenen gelir düzeyine erişme fırsatlarının giderek yok olmasıyla birlikte, gençler hayatları boyunca borç döngüleri içine hapsolacaklar ve hiçbir şekilde bu döngüden kurtulamayacaklar.

Propaganda Enflasyonu

İşçi İstatistikleri Bürosu, 1980`den bu yana, enflasyonun ciddiyetini gizlemek için metodolojilerini iki kez gözden geçirdiler. Tıpkı işsizliğin vardığı vahim durumu gizlemek için yaptıkları gibi. Enflasyonun ölçüldüğü Tüketici Fiyatları Endeksi’nde, enerji, gıda ve eğitimin ağırlığını hesaplarına büyük ölçüde katmadılar. Oysaki bu üç etmen, birçok Amerikalı hane açısından en yüksek maliyetleri doğuruyor.

Metodolojinin revize edildiği de şuradan anlaşılıyor: mevcut “resmi” Tüketici Fiyatları Endeksi, yıllık %3,6 oranında. Bununla birlikte, eğer Federal Rezerv’in eski başkanı Alan Greenspan’in 1980 yılında değiştirmesinden önceki şekliyle hesaplansaydı, %11,1 olacaktı ki bu da resmi açıklamadan üç kat daha kötü bir rakam.

Dolayısıyla hükümet ve Federal Rezerv enflasyonun düşük olduğunu iddia ederken (geçtiğimiz yılla kıyaslandığında %3,6), aslında gıda fiyatları %39 oranında arttı; doğalgaz fiyatları da aynı dönem içinde %34’lük bir artış sergiledi.

Son bir yıl içinde doğalgaz maliyetlerindeki artış, toplam doğalgaz enflasyonunun ne denli vahim boyutta olduğunu gizliyor. Doğalgaz fiyatları, Aralık 2008’den bu yana %125 daha pahalı. Bu da, galon başına fiyatın 1,67 dolardan 3,75 dolara yükseldiği anlamına geliyor.

Gizli vergi

Federal Rezerv’in Niceliksel Rahatlatma (Quantitative Easing – QE) adını verdiği stratejik politikası, temel ihtiyaç maddelerinin maliyetlerinin artışında temel bir etmen olarak beliriyor. Bunun da nedeni, enflasyonun kasti olarak harekete geçirilip, doların değerinin azaltılması. En son QE2 programına bakıldığında, dolar, Ocak 2010’dan Mart 2010’a dek değerini %7,5 oranında kaybetti. Mart 2010’dan Ağustos 2010’a dek ise, doların değerinde %17’lik bir azalma oldu. Bunun “gizli vergi” olarak nasıl işlev gördüğünü anlamak için şöyle düşünün: bankada 10.000 dolarınız var ve bu zaman içinde alım gücünüzde 1700 dolarlık bir azalma olacak. Dolayısıyla 10.000 dolarınız 8300 dolara düşecek. Aynı zaman dilimi içerisinde doğalgaz ve gıda fiyatlarında da bir sıçrama yaşanacak.

Gölge iyileştirme

Federal Rezerv, doların değerini azaltırken, aynı zamanda borsada da enflasyon yaratıyor. Bunu da borsa fiyatlarının artmakta olduğu algısını oluşturarak sağlıyor. Aslında dolar cinsinden ölçüldüğünde gerçekten de borsa fiyatları artıyor. Ancak reel açıdan bakıldığında toplam değer azalıyor aslında... Yatırımcı Michael Krieger’in de açıkladığı gibi, aslında borsa fiyatlarındaki aşağı doğru iniş devam ediyor. Hatta, Mart 2009’dakinden daha da düşük bir noktada. Aslında, her ne kadar borsalarda 2009’la kıyaslandığında reel anlamda geçici bir yükselme olmuş olsa da, halen reel düzeyde %5 daha düşük seviyedeydiler. Ardından, geçtiğimiz sene altın borsalarında %14’lük bir düşüş yaşandı. Son olarak, altın borsaları bugüne dek %23’lük bir düşüş kaydetti.”

Dolar Vs. Altın

Dolar ile altının değerlerini kıyasladığınızda, dolar, 2000’den bu yana değerinin %84’ünü kaybetti. 2000 yılında altının ons başına değeri 279 dolar idi. 8 Ağustos 2011 itibariyle ise, ons başına altın fiyatı 1725 dolar oldu. Aslında, doların değeri sürekli azalırken, altınınki de artmaya devam ediyor.

Stagflasyon

Tüm bu etmenler bir arada değerlendirildiğinde, mükemmel bir stagflasyon fırtınası yaratıyor. Amerikalıların %90’ının geliri azalırken, doların da değeri düşerken, temel ihtiyaç maddelerinin fiyatı artıyor. Ayrıca birçok Amerikalının elindeki en büyük değer olan evlerinin değeri de bu süreçte azalışa geçiyor. Azalan ev değerleri sağolsun, ABD’li ev sahiplerinin %28’inin, evlerinin halihazırdaki değerinden daha fazla mortgage borcu bulunuyor. 2007’den beri 10,4 milyon Amerikalı aile, ipotekten dolayı evlerini kaybettiler. Mortgage bağlantılı yatırımlarla ilgilenen simsar şirket Amherst Securities’in tahminine göre, önümüzdeki altı yıl içinde 10,8 milyon ev daha temerrüde düşüldüğü için elden çıkarılacak. Bu durum, ev değerlerinde aşağıya doğru baskının daha da süreceği anlamına geliyor.

X: Yenilmiş Kitleler

Bu denli ağır bir mali sıkıntıyla karşılaşmalarına karşın Amerikalılar niçin halen pasif kalıyorlar?

ABD nüfusunun yüzde birlik bir kesiminin en zengin onda birlik bölümünün elindeki on trilyon dolarlarla ölçülen ve daha önce eşi benzeri görülmemiş servetler karşısında, Amerikan tarihinin en güçlü ve en ciddi refah eşitsizliğini yaşıyoruz.

Ünlü Amerikan feylesof John Dewey’in bir zamanlar söylediği gibi, “Bir bireyin, topluluğun veya sınıfın özgürlüğü veya etkin gücü gibi bir şey yoktur. Bunun tek istisnası, bu bireyin, topluluğun veya sınıfın, diğer bireyler, topluluklar veya sınıflar karşısındaki özgürlüğü ve etkin güçlerinin varlığıdır.”

“Economic Elite Vs. şe People” (Ekonomik Elit vs. Halk) adlı kitabımda, bizden önceki kuşakta Amerikan halkının %99’Unun elinden servetinin stratejik olarak nasıl alıkonduğunu anlatmıştım. 1970’lerin ortalarından beri işçi üretimi ve servet yaratımında patlama yaşandı. Raporda da ortaya konan istatistiklerin gösterdiği gibi, servetteki çarpıcı artış, nüfusun yüzde biri arasındaki en zengin onda birlik bölüm tarafından neredeyse tamamen “emildi”.. Bu servetin büyük bölümü de, yüzde birlik bölümün en zengin yüzde birlik bölümünün cebine girdi.

Geçimini sürdürmek için umutsuzca mücadele veren bu denli kritik orandaki bir insan topluluğunun niçin bu gücü kullanıp kentin en zengin aristokratlarını bertaraf edemediklerini merak ediyorsanız, iki önemli etmeni anımsamamız gerekecek:

1) İnsanlar yaşam standartlarını korumak üzere o denli meşguller ki, ellerinde avuçlarında kalan iki dirhem parayı kaçırmamak için tüm enerjilerini tüketiyorlar.

2) İnsanlar, en zengin yüzde birin onda birinin elinde ne denli servetin biriktiğini pek iyi anlamıyorlar.

İlk etmeni göz önünde bulundurduğumuzda, insanlar hem psikolojik hem de mali açıdan alt edilmiş durumdalar; burası aşikar... Guardian’da yayımlanan ve “Endişe, en zengin kesimleri, orta sınıfın hışımdan koruyor” başlıklı raporda, insanların ellerindekini korumak için umutsuzca bir uğraş verdikleri ve bu yüzden de olan biteni geriye çekilip anlamaya çalışacak vakitlerinin olmadığı belirtiliyordu: “Psikologlar da size aynısını söyleyecektir: bir şeyi kaybetme korkusu, kazanma olasılığından çok daha güçlüdür. Bir mücadele içindeki orta sınıflar, özellikle resesyon ve ekonomik düzeltim dönemlerinde hayata çok daha endişeli şekilde yaklaşırlar.”

İkinci etmeni düşündüğümüzde ise, insanlar ellerinden ne kadar servet alındığını pek anlamıyorlar. Ortalama bir kişi, şahsen, hiçbir zaman mega-zenginlerin deneyimlediği türden aşırı bir servet deneyimi yaşamadı veya görmedi. Servet eşitsizliği o denli aşırı boyutlara ulaştı ve zenginler toplumun diğer kesiminden o denli uzaklaştı ki, sokaktaki insan, zenginlerin artık dış bir stratosferde yaşadığını düşünüyor. Guardian’da yayımlanan raporda belirtildiği gibi:

“Zenginlerle her gün pek bir teması olmayan ve onların nasıl yaşadıklarını bilmeyen bu kişiler, eşitsizlik olgusu üzerinde de pek düşünmüyorlar; veya zengin kesimleri kaynakların önündeki doğrudan rakipler olarak görmüyorlar. Sosyolog Garry Runciman’ın da gözlemlediği gibi, “Kıskançlık, uzun bir sosyal mesafe üzerinden devam ettirilmesi zor bir duygudur.” Şu anda bile çoğu kişi, bankerlerin ve şirket yöneticilerinin kazandığı ikramiyeleri görmezden geliyor. En üst düzey yöneticilerin maaşları öyle düzeylere geldi ki, tıpkı yıldızlar arası mesafe gibi bu rakamların ne anlama geldiğini anlamak oldukça güç bir hal aldı.”

Aslında, ortalama Amerikalı şu anda yaşadığımız refah farklılıklarını büyük ölçüde görmezden geliyor. NY Times’ta yayımlanan bir araştırma ise, Amerikalıların, toplumuzu olduğundan daha eşitçi olarak düşündüklerini ortaya koyuyor:

“Amerikalılar üzerine kısa süre önce yaptığımız bir araştırmada meslektaşım Dan Ariely ile birlikte şu sonuca ulaştık: Amerikalılar, ABD’deki refah eşitsizliğinin boyutlarını görmezden geliyorlar. Son dönemde elde edilen verilere göre, Amerikalıların en zengin %20’lik bölümü, toplam refahın %84’üne sahip bulunuyor. insanlar ise, bu grubun sadece %59’luk bir refaha sahip olduğu görüşünde. Dolayısıyla, bu ülkedeki toplam refahın, daha yoksul Amerikalılar arasında daha fazla bölündüğüne inanıyorlar.”

Dahası, refahın nasıl dağıtılması gerektiği sorulduğunda ise, daha eşitlikçi bir dağıtım istediklerini söylüyorlar. Yani en zengin %20’lik kesimin toplam servetin sadece %32’sine sahip olmasını istiyorlar. Bu Demokratlar için de Cumhuriyetçiler için de, yoksulu için de zengini için de doğru. Ankete katılan tüm gruplar, belli bir eşitsizlik olduğunu kabul ediyorlar; ancak idealleri, mevcut düzeyle neredeyse eşit...”

İşin gerçeği şu ki, Amerikan halkının ezici çoğunluğu, ellerinin altındaki büyük servetin farkında değiller. Daha önce eşi görülmemiş bir servet yaratan bir kuşak, 35 yıldır toplumun %99’luk kesiminden gizlendi. Bu serveti şahsen hiçbir zaman deneyimlememiş ve tanımamış olan sıradan bir Amerikalı açısından, toplumun durumunun iyileştirilmesi için neyin mümkün olabileceğini idrak etmek pek kolay değil.

Aslında modern teknoloji ve servet göz önünde bulundurulduğunda, hiçbir Amerikalı yurttaşın sefalet içinde yaşamaması gerekiyor. istatistikler açıkça şunu gösteriyor ki, halihazırda neo-feodal bir toplumda yaşıyoruz. Nüfusun en zengin yüzde birin onda birlik bölümü ile kıyaslandığında –ki bu kesim, on trilyon dolarlık bir servet içinde yüzüyor- modern çağın köleleri ve hatta propaganda yapan köylüler gibiyiz.

Amerikalıların ezici çoğunluğunun geçim derdiyle uğraştığı gerçeği düşünüldüğünde, on trilyonlarca dolar, nüfusun küçük bir kesiminin elinde konsolide olmuş durumda. Bu ise, başlı başına insanlığa karşı işlenen bir suç teşkil ediyor.

Ortalama Amerikan vatandaşının söz konusu zengin zümrenin elinde ne kadar çok servet biriktiğini tam olarak anladığı gün, büyük bir ayaklanma olacak ve borç defteri kapanmış olan tüm politikacılar bertaraf edilecek.

Ay sonunu nasıl getireceğim stresini bir daha yaşadığınızda, borçlarınızı ödemek ve geçiminizi sağlamak için adeta mücadele verdiğinizde, sadece şunu düşünün: halkın yüzde birlik kesiminin onda birinin cepleri, trilyon dolarlarla dolu! Köylü olmaktan kurtulmak için atılacak ilk adım, kendinizin bir köylü olduğunuzu idrak etmenizdir. Bu yutulması zor bir ilaç gibidir; keza birçok insan, hep alışageldikleri gibi, medyanın pompaladığı yanılsamaları, inkarları, vurdumduymazlık ve cehaleti sürdürmeye devam edecektir.

Ancak yine de umudum var: yeterince insan bu gizlenmiş ve karartılmış hakikati anladıklarında, ihtiyaç duyulan ve şiddet içermeyen devrim gerçekleşebilir. O zamana dek, zengin daha da zengin olacak ve giderek ekonomik durumu kötüleşen kitleler, geçimlerini sürdürmek için canlarını dişlerine takacak.

Dördüncü Bölüm: Amerika’da Faşizm

Amerikan toplumunda geniş kesimleri yoksulluğa sevketmek ve çoğunluğu devasa bir borca ve mali bir çaresizliğe düşürmek yerine, bugün gerçekleşen olayların daha da karanlık bir yüzü var. Ekonomik Elit, Amerika’yı modern çağın faşist devletine dönüştürdü.

Faşizm, birçok güçlü duyguyu çağrıştıran oldukça güçlü bir kelime. İnsanlar, bu kelimenin Amerika’nın modern çağına uygulanamayacağını düşünebilirler. Ancak, Benito Mussolini’nin daha önce özetlediği gibi; “Faşizm demek yerine, korporatizm demek daha doğru; çünkü bu, devlet ve kurumsal gücün birleşimine karşılık geliyor.” 1900’lü yılların başlarında faşizm kelimesini icat eden İtalyanlar, onu aynı zamanda “estato curporativo” olarak da adlandırdılar. Yani, kurumsal devlet...

Şirketlerin günümüzde hükümetimizi denetledikleri ve toplum üzerinde hakim bir rol sahibi olduklarını iddia edecek çok az Amerikalı vardır. Ancak, bu bir gerçek... Artık yasallaşmış bir rüşvet sistemi aracılığıyla –seçim kampanyasının finansmanı, lobicilik ve Washington ile şirketler arasındaki “döner kapı”-, en güçlü küresel şirketler, daha önce hiç olmadığı kadar yasal ve siyasi süreçler üzerinde hakimiyet kurmuş durumdalar. Senator Huey Long, şu uyarıda bulunurken haklıydı: “Faşizm Amerika’ya geldiğinde, demokrasi şeklinde gelecek.”

ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, zamanında faşizmi şu şekilde tanımlamıştı: “Eğer insanlar, özel şahısların gücünün demokratik devletten bile daha fazla olduğu bir noktaya varmasına hoşgörüyle yaklaşıyorlarsa, artık demokrasinin özgürlüğü de tehlikede demektir. Bu da faşizm anlamına gelir. Yani hükümete bir bireyin, bir topluluğun veya özel gücü denetleyen herhangi birinin sahip olması...

Bunun en çarpıcı örneği ise, Wall Street’in kurtarılması sırasında görüldü. “Batmak için fazla büyük” görülen bankalar, bu krize yol açan kişilere destek mahiyetinde vergi olarak ödenen trilyonlarca doları derhal elde etti; ancak bu kişilerden hiçbirisi yaşananlar karşısında hesap vermedi.

XI: Modern Çağ Köleliği

Faşizme ne denli yaklaştığımıza dair bir diğer çarpıcı örnek ise, Amerikan Yasal Değişim Konseyi ALEC. Asıl itibariyle hükümetin mevzuatını kaleme alan, şirket yöneticilerinden oluşan bir grup bu... Yoksulu mahkum eden ve mahkum edilmemiş işçilere yaşamlarını sürdürmelerine yetecek kadar maaş ödemek yerine onları çalışmaya yönelten bir sistem kurulmasında oldukça yol katettiler. Hata olmasın: gözümüzün önünde akıp giden, modern bir kölelik sistemidir bu.

ALEC’in lider kadrosu ve diğer birçok ekonomik elit örgütüne göre, yoksulluk, herşeyden önce bir suç. Yoksula yönelik bu saldırıları kanıtlarcasına, kamu iskan programlarından 17 milyar dolarlık bir kesintiye gidildi. Hapishane inşasına yönelik programlarda da 19 milyar dolarlık bir artış yaşandı. 1980’de yasalar yeniden kaleme alınmadan önce, -ki ALEC’in de bu işte doğrudan parmağı var- hapishanelerdeki insan sayısı 500.000’e ulaştı. Yasaların yeniden yazımının ardından cezalar daha da ciddi bir hal alınca, ABD’deki hapishane nüfusu 2,4 milyon kişiye fırlayıverdi.

Şu anda dünyada en fazla hapishane nüfusuna sahip ülke biziz. Dünyadaki nüfusun sadece %4’ünü barındırmamıza karşın, dünya üzerindeki hapishane nüfusunun %25’i ABD’de bulunuyor. Daha önceden aktardığım gibi, “Amerikan Gulag’ı: Dünyanın En Geniş Hapishane Kompleksi” başlıklı bir raporda şöyle denmekteydi:

“ABD, bu zamana değin dünya üzerinde hiçbir milletin olmadığı kadar mahkuma sahip. Çin’in ise, bir milyarlık nüfusuyla hapse attığı insan sayısı Amerika’ya erişebilmiş değil. ABD’de 100.000 kişiden 700’ü tutuklu. Çin’de ise 100.000 kişiden 110 kişisi tutuklu. Orta Doğu’da baskıcı Suudi rejiminde bile 100.000 kişiden sadece 45’i tutuklu. ABD’de kişi başına düşen düzeyler, Sovyet Gulaglarının karanlık dönemlerini anımsar nitelikte...”

XII: Ölüm Çanları Çalıyor

Yoksulluğun çarpıcı düzeyde artması birçok ailenin de dağılmasına neden olurken, yıkıcı psikolojik yıkımlara da yol açtı. Ancak, yoksulluk ve ciddi refah eşitsizliklerinden dolayı ölümlerde de önemli bir artış olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu, kesin olarak ölçümü oldukça zor bir istatistiktir; ancak Kolombiya Üniversitesi bünyesindeki Kamu Sağlığı Okulu, ölüm oranları ve tıbbi verilere dair kapsamlı bir inceleme yürüttü ve şu tahmine ulaştı: “2000 yılında ABD’de ölen 875.000 kişinin ölüm nedeni, yoksulluk ve gelir eşitsizliğiyle bağlantılı sosyal etmenlerden dolayıdır.”

Debra Watson’ın hazırladığı bir rapor ise, araştırmayı özetler nitelikte: “Sosyal programlara sürekli müdahaleler yapılan ve işsizlik oranlarının devamlı yüksek düzeylerde seyrettiği on yılın ardından, sosyal ölüm oranlarının azaldığına inanmamızı sağlayacak en ufak bir neden bile yok. Tam tersine, bu oran artmış bulunuyor.” Keza, yoksulluk ve gelir adaletsizliği de, 2000’li yıllardan bu yana sıçrayışa geçmiş bulunuyor.

Nüfus İdaresi’ne göre, 2000 yılında 31,1 milyon kişi yoksulluk içinde yaşıyordu. Kolombiya Üniversitesi’nin araştırmasına göre ise, bunun sonucunda 875.000 kişi öldü. Tüm bu rakamlar şu anlama geliyor: Sefalet içinde yaşayan her 35,5 kişiden 1’i her yıl yoksulluktan ölüyor. Bu verileri 2009 yılını kapsayacak şekilde genişletirseniz, bu tarihte 52,8 milyon kişi sefalet içinde yaşıyordu. Bu da demek oluyor ki, 2009 yılında 1.486.338 kişi yoksulluktan öldü. Nüfus İdaresi’nin daha düşük yoksulluk rakamlarını temel aldığınızda bile (toplam 43,6 milyon kişi üzerinden), 2009 yılında 1.228.169 kişinin yoksulluktan öldüğü ortaya çıkıyor.

XIII: Kasti Sistemik Saldırılar

Ekonomik eşitsizlik ve yoksulluktaki çarpıcı artış, küçük bir zümrenin servetinde eşi benzeri görülmemiş artışla birlikte, aslında tesadüfen gerçekleşmedi. Tüm bunlar, kasti bir hükümet politikası ve ekonomi politikasının sonucudur ve bu şekilde tasarlanmıştır. Dünyanın en zengin kesimlerinin ve “batmak için aşırı büyük” addedilen bankaların finans ve lobicilik sistemini kullanarak, finansal kazançları uğruna nüfusun %99,9’luk kesimini sömürmeye yönelik politikalar uygulayan siyasetçileri “satın almaları”nın sonucudur. ABD’de yaşananları “finansal bir terörist saldırı” olarak nitelendirmek, abartı olmasa gerek. Bu daha ziyade, şu anda olan bitene dair teknik bir terim olabilir ancak...

Bu ekonomik saldırılar sonucu her sene ölen milyonlarca kişi ile 9-11 saldırılarında ölen 2977 kişiyi karşılaştırın. Dünya Ticaret Merkezi’nden üç blok ötede yaşayan biri olarak, bu ekonomik saldırıların, 9-11 kadar trajik olduğunu, ancak milletimiz açısından çok daha ciddi ve yıkıcı sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Her ne kadar ölü sayısı çok daha yavaş ve gizli olsa da... Bununla birlikte, sonuç, tamamen soykırım boyutlarına varmış durumda. İstatistikssel olarak ABD’de gerçekleştirilen ekonomik saldırılar ile bazı tahminlere göre bir milyon ölünün olduğu Irak işgali karşılaştırılabilir. Bir kez daha bu ölümlerin çoğu, “şok ve dehşet” olarak adlandırılan bombardımanlar sırasında çarpıcı ve acımasız bir şekilde gerçekleşti. Bununla birlikte, Irak’ta yaşananlar, dört yıldır süregelen ekonomik şok ve dehşet kampanyasına içkin örtülü acımasızlıkla karşılaştırılabilir. Irak’ın işgal edildiği gibi ABD de küresel bankacılık kartelinin işgaline uğramış bulunuyor.

Tasavvur edilmesi ne kadar dehşet verici olsa da, dünyada olan biteni bir kez düşünmenizi istiyorum. ABD’de yoksulluktan ölenlerin sayısı, muhtemelen, birçok Avrupa ülkesinden çok daha yüksek. Federal Rezerv’in ekonomi politikaları ise –IMF, Dünya Bankası ve Uluslararası Ödemeler Bankası’nınkilerle birleşince-, dünya çapında yaşam maliyetlerinin ve gıda fiyatlarının sıçramasından dolayı ayaklanmalara neden oluyor. İşin özü şu ki, küresel ekonomi planlamacıları, kasten, soykırım-vari ekonomi politikaları uyguluyorlar.

Küresel mali elit ile zamanında boy ölçüşen Che Guevara bir keresinde şöyle demişti: “Bir Rockefeller’in ortaya çıkması için gereken yoksulluk ve yoksunluk miktarı ve bu denli büyük bir servetin elde edilmesi için gereken ahlak yoksunluğunun boyutları genellikle gözden kaçırılıyor. İnsanların tüm bunları görmesini sağlamak her zaman pek mümkün olmuyor.”

On trilyonlarca dolar, kasti olarak dünya nüfusunun yüzde birinin en zengin onda birlik bölümüne doğru akarken, geri kalan geniş kitleler yoksulluk içinde kıvranıyorlar. Bu tablo karşısında şöyle bir çıkarımda bulunmanız gerekiyor: Teknik olarak karşımızda neo-feodal bir faşist devlet bulunuyor. Zengin, hiçbir zaman bu denli zengin olmamıştı. Rüşvet yiyen politikacılar ise, yoksul ve orta sınıfa yönelik bütçe kesintilerine gitmeye ve temel ihtiyaç maddelerinin maliyetlerinin sıçramasına neden olmaya devam ediyorlar.

Durumu abarttığımı düşünebilirsiniz; ancak aslında, gerçeklik oldukça abartılı bir hal aldı. Bu insanlar, yani dünyanın en zengin zümresi, adeta bir holokost yürüten soykırımcı faşistlere benziyorlar. Faşizm şekil değiştirdi. İnsanları bir araya getirip soykırım kamplarına gönderirken elinizi kana bulamanıza artık gerek yok. Bunu, dünyanın geri kalanından tamamen tecrit edilmiş halde, şirketinizin jetinin içinde bir jakuzide yan gelip yatarak, ekonomi politikaları yoluyla da yapabilirsiniz.

Bununla birlikte, tüm imparatorlukların başına geldiği gibi, açgözlülük ve kibir, altından kalkılamayacak işler üstlenilmesine neden oluyor. Ezilmiş kitleler öyle bir noktaya geliyorlar ki, artık bu koşullar altında yaşamak imkansızlaşıyor. İçine düştükleri umutsuzluk hali toplumun geneline yayılıyor, ta ki kritik bir sayıya erişene dek. İşte o zaman ayaklanıveriyorlar ve imparatorluk çökmeye başlıyor. Tunus, Cezayir, Mısır, İsrail (Kuzey Afrika ve Orta Doğu), Arnavutluk, Yunanistan, İspanya, Britanya (Avrupa), Wisconsin...

Ekonomik elit, artık altından kalkamayacağı bir noktaya varıyor ve imparatorluğu çöküşe geçiyor.

Adem-i merkeziyetçi bir hal alan küresel bir ayaklanma başladı.

Hoşgeldin Üçüncü Dünya Savaşı.

Peki, siz, tarihin hangi noktasında konumlanmak istiyorsunuz? Tarafınız nedir?

Bilge bir dostum bana bir zamanlar şöyle demişti: “Hareket eden bir trenin üzerinde tarafsız kalamazsın”.


* David DeGraw, AmpedStatus.com`un kurucusu ve direktörüdür.

Kaynak: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=25967



Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

Yapay zeka teknolojisi finans sektörünün geleceğini belirlerken yasal düzenlemelerden hayata geçen uygulamalara kadar çok sayıda yenilik hem sektöre hem de son kullanıcıya fayda sağlıyor.

Teknoloji

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

AVRASYA BİR VAKFI BİLİM TEKNOLOJİ DERNEĞİ KONFERANSI (27 NİSAN 2024)

Üst düzey isim İstanbul'da dünyaya duyurdu! Hamas'tan İsrail'e tarihi çağrı

İlham Aliyev: Fransa, Hindistan ve Yunanistan, Ermenistan'ı silahlandırıyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail ile ticaret tartışmalarına noktayı koydu: O iş bitti

ABD Başkanı Biden, İsrail ve Ukrayna'yı kapsayan 95 milyar dolarlık yardım paketini imzaladı

İsrail'in "konforlu mağduriyeti"

Meteoroloji'den 44 ile toz taşınımı uyarısı! Göz gözü görmeyecek

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Yükleniyor