Paul R. Pillar
İran ile nükleer anlaşmanın muhalifleri (gerçekten de bir anlaşma var ise); İranı tüm Orta Doğuda kontrol sağlamaya niyetli, acımasız ve saldırgan bir emperyalist olarak tanıtma gayesiyle İranın nükleer programı üzerinde müzakere edilmiş kısıtlamalar olması veya olmamasının görece avantajlarından dikkati başka bir yöne çevirmeye devam ediyorlar. İran sürekli olarak bölgesel egemenlik peşinde veya diğer ülkeleri silip süpüren, atak bir güç olarak tanımlanıyor. Bu tablonun, gerçek olsa bile, bu sözümona saldırgan emperyalist gücün insanoğlunun icat ettiği en güçlü silahı hiçbir zaman ele geçirememesini sağlamak üzere bir nükleer anlaşmayı tamamlamamanın gerekçesini neden oluşturacağını da hiçbir zaman açıklamıyorlar. Ancak, mantık, burada uygulanan şeyde aranmamalı. Daha ziyade, böylesine zalim bir rejimle iş yapmamaya dönük, duygusal bir çabadan çok daha ötesi var ortada.
Bu anlaşma-karşıtı ajitasyona ilave bir boyut ise, Soner Çağaptay, James Jeffrey ve Mehdi Khalajinin bağlı oldukları Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü (WINEP) adına yazdıkları bir görüş metninde yer alıyor. WINEP yazarları, İranın hegemon emelleri olan devrimci bir güç olduğunu söylüyorlar ve onu geçmişteki hegemon güçlere (Rusya, Fransa, Almanya, Japonya ve Britanya gibi dünyayı 1914 ve 1939da savaşa sürükleyen güçlere) benzetiyorlar.
Bu hegemon güçlerin neler yaptığını anımsayalım. Ruslar, Avrasya kara kütlesinin büyük kısmını içeren ve devam devletinin 11 zaman bölgesine yayıldığı bir imparatorluk kurmak için ordularını kullandılar. Britanya, Kraliyet Donanması ile okyanusları egemenliği altına aldı ve güneşin hiç batmadığı bir imparatorluk kurmak için gücünü kullandı. Fransa da Asya ve Afrikanın geniş bölgelerini ele geçirip sömürgeleştirdi; keza o sırada yeterince becerisi olan ve Avrupanın büyük kısmını idare eden bir imparatorluğa sahipti. Japonya, askeri gücünü kullanarak doğu yarımkürenin devasa kısımlarında denetimi ele geçirdi. Almanya ise, WINEP yazarlarının anımsattığı üzere, şu şekilde davrandı: Nazi Almanyası, Atlantik Okyanusundan Volga Nehrine kadar Avrupayı idare etmeye çabaladı; diğer ülkeleri tebaa devletlere indirgeyip, tam bir askeri, ekonomik ve diplomatik kontrol kurdu. Aslında sadece bununla da yetinmedi; Nazi Almanyası, en azından bir süreliğine bu hedefi yerine getirmek üzere rakipsiz bir askeri güç kullandı.
İran, işin doğrusu, beceriler, yetenekler veya hedefler açısından onlarla yakından uzaktan alakalı değil. Şurası kesin ki, mevcut İran İslam Cumhuriyeti onlarla hiçbir benzerlik taşımıyor ve Perslerin yakın çevresinin küçültülmüş ölçeğinde bile bir emperyalizm tadı almaya başlamak için Fars tarihinde gerilere gitmek gerekir. WINEP makalesinde yazarlar tam da bu şekilde geriye doğru gitmişler. Bize şöyle söylüyorlar: İranın hegemonik iddiaları, 16.yüzyılda Safavi hanedanlığına dek uzanıyor. 16.yüzyılda Safavilere dair referanslar, 21.yüzyılda nükleer program konusunda başka biriyle bir anlaşma yapılmasına karşı çıkmanın temeli olarak kullanıldığında çok fazla tartışma konusunun da ortaya döküldüğünü biliyorsunuz.
Safavi Hanedanlığı, modern devlet sisteminin saygın bir üyesi olarak hareket etme isteği ölçülüp biçilmeden önce zayıflayıp kaybolmuştu. Makalede bahsi geçen diğer hegemon güçler ise, mevcut uluslararası düzenin saygın üyelerine dönüştüler (her ne kadar Ukrayna krizine dair tartışma, halen Rus hükümetinin tutumları konusunda devam etse de). Dolayısıyla, İranın hiçbir zaman saygın ve iyi tutum sergileyen bir üye haline gelemeyeceğini iddia etmeye çalışırken, İranı toplumdan ayrı tutan şeyin hegemoni iddiaları değil, hegemoni iddiaları olan devrimci bir güç olmasından kaynaklandığını iddia ediyorlar. Ve diyorlar ki: Devrimnci hegemon güçler, Wilhelm Almanyasında görülen lebenstrauma yönelik emperyalist şehveti Nazilerle kıyaslamaları gözden kaçırmayın-, klasik uluslararası düzenin ilkelerini reddeden dini veya bin yıllık bir dünya görüşüyle birleştiriyorlar.
Gerçekten bu denli ayrık durumdaki bu argüman çizgisi, yazarların, İranla kıyaslanamayan güç ve heveslere sahip olan bir başka güce yaptıkları referanstan ortaya çıkıyor: Çin. Yazarlar, Çini hegemon ancak İran gibi devrimci olmayan bir güç olarak görmemizi istiyorlar. Ve şöyle yazıyorlar: bugün bile, hegemon eğilimleri olan Çin gibi ülkeler, bu uluslararası düzenin meşruiyetini kabul ediyorlar. Bu, Çinin uluslararası tutumunun nasıl açıklanabileceğine ve Çinin kendi katılımı olmaksızın Batı tarafından kurulan uluslararası düzenin unsurlarını reddetmesinin birçok analist tarafından nasıl açıklandığında dair çarpıcı bir beyandır. Çinin politikasının bu boyutuna dair yakın dönemden verilen bir örnek, Asya Altyapı Yatırım bankası ve Batı egemenliğindeki uluslararası mali kurumlara alternatif olarak Çinin kurduğu diğer mekanizmaları içeriyor.
Buna karşın, iddia edildiği gibi İran rejiminin devrimci dış politikasının başlıca unsurlarından biri, İranı mümkün olduğunca mevcut uluslararası düzene (bu düzenin Batılı kökenlerine rağmen) entegre etmeye çalışmaktı. (İran, Çinin aksine, istese bile Batı kurumlarına alternatifler getirecek güce yakınlaşabilmiş değil). İranın politikasının bu boyutu, sadece İranlı liderlerin açıklamalarında değil, aynı zamanda eylemlerinde de görülüyor. Bu hafta gerçekleşen Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasının gözden geçirme konferansına katılım, buna bir örnek teşkil ediyor. Halihazırda P5+1 ile müzakeresi gerçekleşen nükleer anlaşma, kendi başına, İranın uluslararası topluluğa daha fazla entegre olmuş bir üye haline gelme hedefi doğrultusunda önemli imtiyazlar ve ödünler verme politikasının en bariz göstergelerinden biridir.
Günümüzde İranın uluslararası sisteme karşı gelmek anlamında devrimci olarak nitelendirilmesi, yakın tarihin yok sayılmasını ve 16.yüzyıldaki Safavi emperyalizmine benzeterek İranın günümüzdeki davranış modellerinin göz ardı edilmesini gerektirir. İslam Cumhuriyetinin ilk yıllarında, Tahranda birçok kişi, kendi devrimlerinin komşu bölgelerde benzer devrimler olmaksızın ayakta kalamayacağına inanıyordu. Ancak, İslam Cumhuriyetinin otuz yıldan uzun süre ayakta kalmasıyla birlikte bu yaklaşım da kadük hale geldi.
Bu konuda iyi bir örnek Bahreyndir. Şii çoğunluk nüfusu ve İranın tarihten gelen iddiaları, bu noktada belirleyicidir. Bahreynde son yıllarda yaşanan ayaklanmaya rağmen, İranın buradaki faaliyetlerinin yıkıcı veya devrimci olarak nitelendirilmesini gerektiren herhangi bir inandırıcı olay yaşanmadı. İranın Bahreynde asgari düzeyde yaptığı müdahalelerin aksine, Suudi Arabistan, Şii ayaklanmasını durdurmak ve Manamadaki Sünni rejimi desteklemek için tüm askeri gücünü seferber etmişti. Benzeri bir tezat ise bugün Yemende yaşanıyor. İsyanları İran tarafından başlatılmamış olan Huthilere İranın yaptığı yardım, Suudilerin yüzlerce sivili öldüren hava saldırıları karşısında gölgede kalıyor. Söyleyin bana: hangi Fars Körfez ülkesi, hegemon bir güçtür?
İranın çevreyi tehdit eden bölgesel bir hegemon olduğuna dair hikayeler, Tahran ile yapılacak anlaşmalara karşı çıkmanın bir gerekçesi olmamakla birlikte, üstelik bu hikayeler gerçek de değil.
http://nationalinterest.org/blog/paul-pillar/overstretching-the-specter-iranian-imperialism-12753