Veli Cem ÖZDEMİR & Yaşar KALAFAT

Burdur yöresi, sahip olduğu kültürel birikim ve kültüre kaynaklık etme potansiyeli bakımından Teke Yöresi içinde müstesna ve ilgi çekici bir konuma sahiptir. Burdur genelinde şimdiye kadar tarihten teolojiye, halk inançlarından müzikal kültüre kadar birçok konu etraflıca incelenmiş ve gerek lisansüstü tezler gerekse yerel ve ulusal yayınlar olmak üzere değişik şekillerde ilgililerin beğenisine ve istifadesine sunulmuştur.

Ancak 1300 metre rakımdan başlayarak yerel halkın “Dağ İçi” olarak adlandırdığı Dirmil ve çevre köyleri bu araştırmalardan yeterince nasibini alamamış, literatürü taradığımız zaman Dirmil üzerinde müzik kültürü dışında neredeyse hiçbir alan araştırması ve derleme çalışması yapılmamıştır. Bunun neticesi olarak gerek coğrafî konumu gerekse içine kapalı kültürel yapısı sebebiyle çok kadim kültür kodlarını içerisinde barındıran Dirmil yöresi halk inançları kıyıda köşede bir gün keşfedilmeyi beklemiştir. Dirmil yöresinin tarihî gelişimi incelendiğinde tamamen Yörük-Türkmen boylarının gelip yerleştiği ve günümüzde de varlıklarını devam ettirdiği sonucuna ulaşılabilir. Bu boylar içerisinden üç tanesi Dirmil´i meydana getiren aslî unsurlardır: Dirmil´e adını veren Yıva boyu, köylerin birçoğunun mensubu olduğu Avşar boyu ve Dirmil´in güneybatısındaki ovalık alanı yurt edinmiş ve daha çok Baba Ali Türbesini kutsal mekân olarak kabul eden Salur boyu.

İşin bir başka boyutu ise Dirmil yöresine Salurların gelip yerleşmiş olduğunu Baba Ali Türbesinin “Gündoğdu”tarafında bulunan “Salur damgası” nın varlığından ispat edebildiğimiz halde bahsi edilen diğer iki boyun açık damgalarını henüz tespit edememiş olmamızdır.

Çalışmamızın muhtevası gereği Dirmil Salurlarını merkeze alarak Dirmil halk inançlarında Salur boyuna ait karakteristik özellikleri eldeki veriler nispetinde tespit etmeye çalışacağız. Bu çalışmanın bize göre en önemli katkısı ise daha önce üzerinde neredeyse hiçbir çalışma yapılmamış bu halkın (Dirmil Salurları) halk inançlarının tespit edilmesi ve yazıya geçirilmesi olacaktır. 

GİRİŞ 

Burdur ili, Teke Yöresi adı verilen tarihî coğrafya içinde sahip olduğu kültürel değerler ile ön plana çıkmaktadır. Yörede müzikten, halk oyunlarına, tarihten halk inançlarına kadar birçok çalışma yapılmış ve bu kültürel değerler kayıt altına alınmıştır. Ancak Burdur´un en uzak ilçesi konumunda bulunan Altınyayla´yı içine alan Dirmil yöresi, gerek coğrafî konumunun elverişli olmamasından gerekse yol güzergâhlarına uzaklığından dolayı kültürel anlamda kapalı bir yapıda kalmış ve araştırmacıların dikkatinden kaçarak (müzik araştırmaları hariç) geçmişten getirdiği köklü geleneklerin ve halk inançlarının araştırılmasını beklemektedir.

Dirmil yöresinin bir başka özelliği ise yörede Yörük-Türkmen boylarından başka etnik bir yapının olmamasıdır. Yörede belli başlı üç boy yerleşmiş konumdadır: Salurlar, Avşarlar ve Yıvalar. Üç boya mensup köylerin gerek ağız özellikleri, gerek geleneksel yapıları gerek de yaşayış şekilleri az çok birbirinden farklılık arz etmektedir. Tarafsız gözle yöreyi inceleyen bir araştırmacı bu ayrılığın sebebinde farklı boylara mensubiyetin etken olduğunu görmekte zorlanmayacaktır.

Dirmil yöresi halk inançları ve Dirmil Salurları hakkında bir ön çalışma niteliği taşıyan bu yazımızda Türk kültür coğrafyasının pek çok yerinde rastladığımız kadim inançların tekrarlandığını gördüğümüz gibi bulguların arasında halk inançları çalışmalarını zenginleştirebilecek yeni bulgular da vardır.

Yörede düğünler üç gün sürmektedir. Ya Salı günü başlayıp Perşembe günü biter ya da Cuma günü başlayıp Pazar günü biter. Pazartesi günü asla düğün yapılmaz. Yapılmak mecburiyetinde kalınırsa da uğursuz kabul edilir. Pazar ve Perşembe günleri yörede “Dernek Günleri” olarak adlandırılmaktadır. Perşembeye “Cuma Derneği”, Pazar´a ise kendi başına “Dernek Günü” denir. Kız isteme işleri de birbirini takip eden bu günlere denk getirilir ve nihaî kararlar da yine bu günlerin birinde verilir. Bize göre bu iki günün, kökeni çok eskilere dayanan, kutsiyeti söz konusudur. Zaten Perşembenin ertesi olan Cuma günü Müslümanlar için kutsal gündür. Ancak Pazar gününe neden bir kutsiyet atfedilmiştir bunu henüz tespit edemiyoruz.

Düğünün başlaması, oğlan evinde “bayrak kaldırılması” ndan belli olur[3]. Özel olarak hazırlanan ve genelde selvidalından olan sırığın üzerine “al”“yeşil”“pembe” ve “mor” poşular takılır.[4] Bu poşular uç taraflarından sıkıca bağlanır. Bunların tepesine mutlaka bir elma takılır.[5] Eskiden elmanın üzerine bir ayna ve onun üzerine de kartalveya keklik tüyünden bir telek takılırmış.[6] Ancak ayna ve telek uygulaması zamanımıza gelmemiştir. Düğün bayrağının üzerindeki kuş tüylerinin boylara ait ongunlar olabilecekleri üzerinde duran çalışmalar da yapılmıştır[7].

Türk halk kültüründe elma, üremenin çoğalmanın kök salıp yayılmanın, egemen olmanın, mutluluğu ve egemenliği aramanın sembolü olarak bilinir[8].Ayna ise, aydınlık geleceğin, parlak bir yaşamın simgesi olarak algılanmıştır. Ayrıca ayna görünmeyenin görünmesini sağlayan, sırlar saklayan, sırlara ulaşılmasında araç olarak da bilinir[9].

Gelin başı hazırlanırken de önce gelinin başının etrafına uzunlamasına kalın bir ip gibi “çeki” çekilir. Onun üzerineon iki adet yeşil, al, sarı, açık pembe, açık mavi, mor renklerde poşular sırayla bağlanır. Bağlanan poşuların uçları gül şeklinde düğümlenir.[10] Daha sonra önceden hazır olan ve kartal, keklik gibi değerli kuşların tüylerinin poşularda bahsi edilen renklerle boyanmış olduğu “cığa” ismi verilen tüylü-tülekli başlık takılır.[11] Bu başlığa yakın yörelerde“kepez” dendiği halde Dirmil yöresi halkı “cığa” demektedir. Daha 40-50 yıl öncesine kadar kıymetli kuşların telekleri makbul iken günümüzde kolay bulunduğu için tavuk tüyleri bu kuşların tüylerinin yerini almıştır.[12]

Yörede gelinler üç kat üç etek giydirildikten ve başına gelin başlığı takıldıktan sonra ata bindirilir ve kocasının evine bu şekilde götürülür. Gelin yeni evinin önünde atından inmez. “Üzengilik” adı verilen bir hediye istenir ve kayınvalidesi çeşitli hediyeler verdikten sonra attan indirilir.[13] Attan indirilirken muhakkak ekmek pişirdikleri demir sacın üzerine bastırılır. Eğer demire bastırılmazsa şeytanların musallat olacağına inanılır.[14] Bu uygulama da kara iyelerden korunma yöntemlerinden başka bir şey değildir. Gelin attan iner inmez bir koç kurban edilir. Kanından bir damla gelinin alnına sürülür. Kurban kanının üzerinden adım atarak eve doğru ilerletilir.

Gelin için yapılan bu hediyelendirme işlemi düğün boyunda yakın çevreden olan kimseler için de yapılır. Bunlar genel anlamda saçı kapsamında düşünülebilir[15]. Bu uygulamanın içeriğine haklaşmak helalleşmek inancı da alınabilir[16]

Demirin, Türk kültürlü halklar arasında genel koruyucular arasında olduğuna inanılır. Al Karısından korunmak için annenin yatağının altına demir konur, definden evvel cenazenin bekletilmesi zarureti doğmuş ise, üzerine bıçak veya makas türü demir bir aksam koyulur. Çok yağan yağışın önlenmesi için ocaktan çıkarılmış demir bir aksam eşikten dışarı atılır[17]. Gelinin anlına bir damla kurban kanı sürülmesi, adanan kurbanın kime olduğu mesajını vermek içindir[18].

Gelin eve girmeden önce evin eşiğine yağ sürer, duvarına çivi çakar.[19] Bunların anlamı “kocasıyla yağ gibi geçinsinler, çivi gibi sağlam bir evlilikleri olsun” dur.[20] Daha sonra kayınvalidesi başındaki al yazmayı çıkarır ve gelinin boynuna dolayarak evin içine kadar çeker. Bunun anlamı “ömrümce sözümden çıkmasın” demektir.[21] Tüm bu işlemler olurken, gelin ata bindiği sırada, varsa kendinden bir önce gelin olmuş eltisi, yoksa kocasının en küçük yengesi omzunda taşıdığı heybeden buğdayçörekotuşeker ve para saçar.[22] Eltinin görevi aynı zamanda yeni geline sağdıçlık etmektir. Ancak mutlaka kendisinden bir önce gelin olan elti veya yoksa da en küçük yenge bu işi yapmalıdır. Yengenin heybesinde ayrıca bir ekmek ve süpürge de bulunur. Gelin yengesi seçilirken dikkat edilen bir diğer husus da yenge olacak kadının daha önceden evlenip boşanmamış olması gerektiğidir.[23] Eğer buna dikkat edilmezse yeni gelinin de evlendikten sonra boşanacağına inanılır. Bunun için “başı bağlı” ve “geçimi dirlikli”münasip akraba kadınlar yenge seçilir.[24]

Türk kültür coğrafyasında kişioğlu etrafında oluşmuş inançlar da vardır. Evlenmesi çok gecikmiş kızların, dul hanımların, çocuksuz veya erkek çocuksuz hanımların, birkaç evlilik yaşamış hanımların, düğün dernek gibi sosyal etkinliklerde yer almaları pek fazla istenilmezdi[25].

Eşiğe yağ ve bazı hallerde de bal sürülmesi Anadolu Türk kültür coğrafyasında sık görülen uygulamalardır. Bazı hallerde kapıya hamur da yapıştırıldığı olur. Bunlardan yağ, uyumlu sorunsuz ilişkileri temsil ederken bal tatlı dilliliği, mutlu ilişkileri temsil eder. Unun ve hamurun ise bereket bolluk sembolü olduğuna inanılır. Gelin başına o eşikten girmeden evvel yapılan saçının içerdiği nesneler yöreden yöreye az çok farklılık gösterdiği olur. Bu hal biraz da yörenin üretimini yaptığı mahsulle ilgilidir.[26] Gelinin başı için yapılan bu saçı çok kere damat tarafından ve bacadan serpilerek yapılır ve içerisinde elma da bulunur dağılacak şekilde hazırlanmış elma gelinin başına doğru atılır. Saçının içerisine konulmuş bozuk paralar, bereket sembolü olarak saklanır. Genç kızlar saçıdan bir parça saklamaları halinde kısmetlerinin açılacağına inanırlar[27].

Al rengin koruyucu bir özelliği olduğu üzerinde durulan çalışmalar da vardır. Bu çalışmalarda al, al karısı ile ilişkilendirilmektedir[28]. Makedonya Yörük Türklerinde gelin yeni evinin kapısından girmeden kayın validesi onun başına at gemi takar, onu evin kilerine mutfağına götürür ve onun kafasının 3 defa ocak taşına değmesini sağlardı. Böylece gelinin yeni ocağına bereket getireceğine inanılırdı[29].

Gelin eve girdikten sonra kayınvalidenin en çok sevdiği bir eşyası, gelin yengesi tarafından alenen yere çarpılarak kırılır. Bunun sebebi ise kayınvalidenin canını yakmak, içini sızlatmak ve geline kötü bakışlarla veya olumsuz düşüncelerle yönelmesini önlemektir. En sevdiği eşyanın kırılmasına üzülen kayınvalide bir süre gelinini düşünmekten alıkonulmuş olacaktır.[30]

Bu tespitin inanç sistemi içerisindeki yerini belirlemede yardımcı olacak başka bulgular da vardır. Kırılan ve kırıldığı zaman ses çıkaran cam türü eşyaların kırılması ile kara iyelerin def olacaklarına inanılır. Bazı hallerde yere düştüğü halde kırılamayan bu eşyanın kırılmamış olmasına esef edilir. Bu tür eşyanın içinde bir kem gözün olduğuna inanılır. Negatif güçlerin kırılınca çıkardığı sesten ve genel olarak gürültümsü seslerden rahatsız olduklarına inanılır. Gelinin yeni evinin eşiğinden girmeden ayağı ile basarak eşikte tabak kırması da bu inancın bir parçası olarak anlatılmaktadır.[31]

Gelin saçlarından 10–15 melik[32] yapılır bunların ortalarına nazar boncuğu veya muska koyulur. Kızların saç örgüleri ile gelinlerinki aynı olur.[33] Yaşlı kadınların iki saç örgüsü olur. İkiden fazla bırakmaları ayıplanır.[34]

Türk kültürlü halklarda saç etrafında da inançlar oluşmuştur. Düşen kadın saçının uluorta saçılmasının istenmemesi beher saç telinin altında kişiye ait kutun oluşu ile izah edilir. Taç telinden hareketle büyü yapılır. Çok acı çektiğini anlatmak için hanımlar cenazelerde saçlarını yonarlar. Zülüf, perçem ve saç örgüsü özel mesaj verirler. Ev bark sahibi olmuş bir hanımın saç örgüsü sayısını artırarak, yeniden yuva kurup çoğalma arzusunu anlatmaya kalkması bu nedenle şık olmaz[35].

Teke Yöresinin belli yerlerinde ve özellikle Dirmil´de ceviz dikenin öleceği, ceviz dikmenin uğursuzluk getirdiği inancı vardır. Dikilen cevizin kalınlığı, diken kişinin göbeğini geçince başına uğursuzluk geleceğine ve bir kötülüğe uğrayacağına inanılır. Yakın zamana kadar insanlar ceviz dikmezlerdi. “Karganın diktiği ceviz çıkar, insanınki çıkmaz!” sözü yaygındır.[36]

Nahcıvan Türk kültür coğrafyasında cevizin altında uyuyan kimsenin öleceğine inanılır ki, bu ceviz ağacının gündüz zehirli gazlar çıkarabildiği ile izah edilmektedir.[37]

Ceviz ağacının, çevresinde gördüğü bazı güzel manzaraları gövdesindeki desene aktardığı, bir bakıma fotoğraf çektiği söylenir. Geçmiş yıllarda kesilen iri bir ceviz ağacının gövdesindeki kabukların desenlerini dikkatle inceledikleri zaman bir havuz içinde yüzen ördeklere benzediğini, cevizin kesildiği yere gidip baktıklarında ise gerçekten yakınında içi ördekli bir havuz gördüklerini söylemişlerdir.[38]

Salurlarda olduğu tespiti yapılan bu inanç diğer Türk kültürlü halklarda da vardır. “Ceviz çekim halindedir” denilir. İleride tekrar değinilecek olmakla birlikte aşeren anne adaylarının o aylarda ayı görmeleri halinde bebeklerinin vücudunun kıllı ve tavşan görenlerin de yırtık dudaklı bebeklerinin olacağı bu benzetme ile izah edilir[39].

Ekmek Türk kültürlü halklarda bir kült oluşturmuştur. Ekmeğe yemin edilir, ekmeğe saygısızlık yapılmaz. Ekmeğin diğer yiyecekler arasında itibarlı bir yeri vardır. Gelinin başına kutlu olması için ekmek kırılır. Tuz ekmek hakkı, unutulmayan, çok itibar edilen bir hak bağlantısıdır[40]. Keza süpürge etrafında bir inanç yumağı oluşmuştur. Süpürgenin konuluş şekli odadaki yeri süpürge yapılması zamanı, süpürgenin insana dokunması halinde beklenilen muhtemel olumsuzlar, gibi birçok inanç bir yumak oluşturmuştur. Borçalı Türklerinde davarın sırtına kesinlikle süpürge vurulmaz aksi halde bereketin kaçacağına inanılır. Merzifon´da Piri Baba türbesine şifa için getirilen çocukların üzeri özel süpürge ile süpürülür[41].

Yörede yolda yürümekte olan bir erkeğin önünden, genç bir oğlan olsa bile, kadınlar geçmezler. Eğer geçerlerse“erkeğin önünü kesmiş” olurlar ve o erkeğin işleri rast gitmez.[42] Karşıdan karşıya geçmek isteyen bir kadın yolun aşağısına ve yukarısına bakar, eğer görüş mesafesinde bir erkek gelmiyorsa geçer, geliyorsa bekler. Eğer erkek durumu fark ederse sağ eliyle “geç, geç” şeklinde işaret eder. Erkek müsaade verirse geçilebilir.[43] Bunun sebebini sorduğumuzda “Öldüğümüzde cenazelerimizi erkekler götürüyor. Onun için erkeğin önünü kesmeyiz, saygıdır” cevabını almıştık.[44] Nitekim geçmişte kadının biri bu kurala uymamış, yoldan geçmekte olan ünlü Dirmilli cura üstadı Kadir Turan´ın önünden geçmiş, buna çok kızan Kadir Turan da:

“Uzun uzun atılıyor adımlar 

Erkeğin önünü keser olmuş kadınlar 

Ne bilsin, Yörük´tür Yörük!” diyerek kadının yaptığı davranışı cümle âlemin diline dolayarak ayıplamıştır.[45] 

Halk inançlarında kadın kişi ve er kişinin konumu çok hallerde farklılık gösterir. Şimdilerde geçmişte kalan ve izlerini kırsal kesim halk inançlarında görebildiğimiz bu inancın derinliklerinde er kişinin kadın kişiden daha uğurlu olduğu inancı vardır[46].

Yine bir baba, kız çocuğunun altını temizlemek zorunda kalırsa bu şiddetle men edilir. Çünkü kırk gün işlerinin rast gitmeyeceğine inanılır.[47]

Kadınların, erkeklerin gücünü çektiklerine inanılır. Bunun için geçmişte ünlü pehlivanlar, güreşlerden bir müddet önce eşleri ile yataklarını ayırırlarmış. Eğer ayırmazlarsa güçlerinin gideceğine ve yenileceklerine inanırlarmış.[48]

Dirmil yöresinde, etrafında pek çok inanç ve pratiğin uygulanageldiği çeşitli yatır ve türbeler varken günümüze sadece Yaprak Ovasında bulunan ve üzerinde Salur damgası taşıyan Baba Ali Türbesi ulaşabilmiştir. Bu türbenin dışında, mezar toprağından çeşitli “urfasa”[49] ve “parpı”[50] ların yapıldığı birkaç ulu mezar yeri de mevcuttur.[51] Baba Ali türbesinin en önemli özelliklerinden birisi, bizzat görgü tanıklarının ifadeleriyle[52] sabaha karşı türbe üzerine nur yağması, sabah ezanı okunmazdan hemen önce büyük bir ışık kitlesinin türbeden ayrılarak hemen yakınlardaki dere kenarına gitmesi, bir müddet beklemesi ve geriye dönmesi, sonrasında türbe kontrol edildiğinde mezar taşının yaz-kış ıslak olduğunun görülmesidir.[53] Bu durumun sebebi sorulduğunda türbede yatan Dede´nin abdest almak için dereye gittiği[54], abdest alırken bir müddet beklediği ve namazını kıldıktan sonra tekrar gelip yerine yattığı şeklindedir.[55] Bu duruma ispat olarak da yaz-kış sabaha karşı mezar taşının ıslak olmasını göstermektedirler.[56]

Nur Saçan Mezarlar Anadolu Türk kültür coğrafyasında sık görülür. Keza ulu zatların sabah namazına kalktıkları inancından hareketle türbelere ibrik ve havlu konulur. Mevcut ibrik susuz bırakılmaz[57].

Yine Baba Ali türbesinin etrafı üç, beş veya yedi defa tavaf edilir. Çocuğu olmayan kadınlar türbenin duvarlarına belli bir süreliğine bağlanır.[58] Ziyarete gelenler yeme-içme ile beraber gelirler.[59] Topluca yemek yendikten sonra türbe yanındaki çalılığa adak bezleri bağlanır.[60] Türbenin biraz ilerisinde “Er” adı verilen ardıç ağaçları vardır.[61]Bu ağaçların dallarına da dua edilerek içine madenî para konulmuş adak bezleri asılır. Hiç kimse bu bezleri çözerek paraları almaz. Paralar yıllarca orada dururlar. Eğer dilekleri kabul olursa o parayı gelip alırlar ve bir fakire verirler. Bir kimse oraya gidip paraları almaya kalkarsa başına felaketler gelir. Çünkü paranın sahibi artık, Er olmuştur.[62]

Halk inançları kültüründe etrafında dönmek, başına dönmek, dönülmek ve döndürmek inancı vardır. Adeta dönen ile dönülen arasında mistik bir ortam oluşur manevi bir elektriklenme meydana gelir. Etrafında dönülerek ulu olduğu kabul edilen zattan şifa türü yardımlar istenilmiş olunur. Dönme esnasında dua edenler, hastasını sırtında getirenler olur. Bazı hallerde kesilen bir hayvan getirilmiş ise onunla birlikte dönen de olur. İslam´da yardım sadece Allah´tan istenir. Allah´tan istenmeyip başka güçlere yükünmek Allah´a eş koşmak, ortak aramak anlamına gelir ki, şirktir ve en büyük günah olarak kabul edilir. Bu yardım talebi maksatlı dönmeleri önlemek için din görevlileri telkinde bulunurlar ve dönmeye mani olmak için de mezarın mimarisine müdahale edildiği olur.

Dönmeden beklenilen şifa bazen da türbe etrafında değil de hasta şahıs etrafında olur. Kişi hastasının etrafında saatlerce dönerek Allah´tan yardım ister çok kere de hastasının bağışlanması karşılığında kendi canının alınması dualarında belirtir. Azerbaycan, Aras vadisi ve Van ve Diyarbakır sözlü kültüründe, âşık söylemlerinde bunun çok örneği vardır. “Anacan başına dönüm” diyen kimse “anne sana gelecek fenalıklar bana gelsin demiş olur.

Sadaka verilmeden evvel başın etrafında dolaştırılması, gelinin başında tuz, şeker veya kırılması uygulamaları aynı inanç bütünün parçalarıdır[63].

Dirmil yöresinde ölümün üçüncü gününde ölenin çöreği dağıtılır.[64] Kırkıncı gününde pişi yapılarak dağıtılır ve elli ikinci gününde de artık ölenin etinin kemiğinden ayrıldığına inanılarak elli iki yemeği verilir.[65] Ölüm olayından sonra gelen ilk dinî bayram ise “İlk Bayram” olarak adlandırılır ve tüm yöre halkı ölen kişinin evinde toplanarak cenaze sahiplerine taziyelerini iletir.[66]

Yine Dirmil yöresinde dinî bayramların bir öncesi gün olan arifelerde olmak üzere senede iki defa “Ölüler Bayramı”kutlanır.[67] Bu gün bütün yöre halkı sabah namazından akşam namazına kadar geçen süre içinde belli aralıklarla mezarlıklarını ziyaret ederler ve yanlarında getirdikleri buğday ve çörekotunu mezarların üzerine saçarlar. Herkesin yanında birer kucak mersin dalı olur ve her bir mezarın başına mersin dalı dikerler. En son olarak da mezarları sulayıp üzerindeki otu çöpü temizleyerek mezarlıktan ayrılırlar. Eskiden Ölüler Bayramında mezarların üzerine ekmek, şeker vb. yiyecek maddelerinin de bırakıldığını kaynak kişiler ifade etmiştir.[68] Yeni mezarları yapılıncaya kadar yaş farkı gözetmeksizin bütün mezarların baş ve ayakuçlarında bulunan sırıklara mevsim çiçekleri ile beraber al, yeşil ve beyaz şeritlerle poşular bağlanır.

Ölü Bayramı veya Ölüler Bayramı Şii-Caferi İslam kesimde ve Alevi-Bektaşi İslam kesimde de kutlanır. Esasen Sünni mezheplere mensup İslam kesimin arife günlerinde yaptıkları kabir ziyaretleri genel içerik bakımından farklı değildir. Mezarlığa yiyecek içecek götürmek, bir kısmı yenilirken orada da yiyecek içecek Sünni inançlı kesimde görülmez iken[69], bu uygulamanın mahiyetinde bize göre ruhun bedenden ayrıldıktan sonra varlığını devam ettirdiği, hayatta olanlarla ilişkisi kesmediği inancı vardır. İslami dönemde kendi şartlarında sürdürülen uygulaman Eski Türk inançlarındaki tul inancından bağımsız değildir[70].

Yörede ölen kişinin atı, pazara getirilerek satılır. Böylece atın sahibinin ölmüş olduğu anlaşılır.[71] Eski Dirmil ağıtlarında bu durum:

“Helebedir deli gönlüm helebe 

Gır atını çekerin ben celebe!”[72] şeklinde anlatılmaktadır. 

Halk inançlarında sık olmasa da görülen bir uygulamaya göre de atını satan kimse sahibi ölmüş ise kantarması ile satabilir. Sahibi yaşayan at satılırken kantarması veya gemi verilmek istenilmez. Verilmesi düşünülüyor ise onlar yere koyulur yerden alınırlar[73].

Bu yörede rüyalara çok ehemmiyet verilir. Rüyalar bazen doğrudan çıkabileceği gibi bazen aşırt da çıkar. Aşırt çıkan rüyalar tam tersi anlamda ve olumlu yönde çıkacak rüyalar demektir.[74] Rüyada ölmüş bir akraba, kara bir deve, büyük bir tomruk[75] görmek çok yakın bir zamanda akrabalardan birinin öleceğine işaret eder. Rüyada bir yılanın önden akıp gitmesi, işlerinin tıpkı yılan gibi akıp gideceğine ve başarılı olunacağına yorulur.[76] Görülen rüyalar sıra dışıysa anlatılmaz. Eğer anlatılırsa rüyanın gerçekleşmeyeceğine inanılır. Kötü rüya gören kimseler hemen birakarsu yanına giderek rüyalarını akarsuya anlatırlar ve tam tersinin gerçekleşmesi için fakirlere sadaka dağıtırlar.[77]

Rüyasında ölmüş yakınlarını gören kimse “herhalde bizden bir şeyler umuyor” diyerek bildiği duaları okuyarak ölenin ruhuna bağışlar ve ertesi gün ufak tefek hayır hasenat dağıtır.[78]

Bu yörede anne adaylarının aşermesine inanılır. Eğer annenin istekleri yerine getirilmezse çocukların kusurlu doğacağına inanılır.[79] Anne adayı yediğine, içtiğine, toplum içinde bulunduğu hallere dikkat etmek zorundadır.Tavşana bakan bir annenin çocuğunun tavşan damaklı, çirkine bakan bir annenin çocuğunun çirkin, kel birine bakan bir annenin çocuğunun kel olacağına inanılır.[80] Tatlıyı çok yiyen annenin erkek, ekşiyi çok yiyen annenin kız çocuğu doğuracağı söylenir.[81] Eğer anne sürekli olarak aynada kendine bakarsa doğacak çocuğu kendine benzer denir.[82]Çocuğunun cinsiyetini tayin etmek için anne adayının haberi olmadan saçına bir tutam tuz atılır. Ve annenin hareketleri dikkatle izlenmeye başlanır. Eğer ilk olarak elini burnuna götürürse (bıyıklı olacağı düşüncesiyle) oğlu, saçına veya ağzına götürürse (uzun saçlı ve konuşkan olacağı düşüncesiyle) kızı olacağı söylenir.[83] Bu inanç ve uygulama Anadolu´nun diğer kesimlerinde de yaşamaktadır[84].

Bu yörede eskiden daha çok görülmekle birlikte kız kaçırma veya kızın gönüllü kaçması şeklinde evlilikler görülmektedir.[85] Bazen “değişik” adı verilen, ailelerin kızlarını karşılıklı birbirlerine vermelerine dayalı evlilik şekli de görülmektedir.[86] Bu yörede kan davası görülmez ancak belli ailelerin birbirlerinden kız alıp vermedikleri tarihî bir gerçektir.[87] Aynı anda iki veya daha fazla kardeşin evlenmesi uğurlu sayılmaz. Zorunluluk olmadıkça bundan kaçınılır. Eğer kaçınılmazsa o evden ölü çıkacağına ve türlü felaketlerin geleceğine inanılır.[88] Geçmişte yaşanan bazı acı tecrübeler de bu inancı doğrulamaktadır. İki kız kardeş aynı anda evlendiriliyorsa ikisinin de aynı kapıdan ve aynı eşikten çıkarılmamasına dikkat edilir. Çünkü aynı eşikten çıkarlarsa uğursuzluk geleceğine inanılır. Bunun için birisi ön kapıdan öteki arka kapıdan çıkarılır.[89]

Bu tespitle ilk defa karşılaşılmıştır. Çok nadir rastlanılan geçmişte olduğuna dair anlatılar bulunan bir inanca göre, cenazenin çıkarıldığı kapıdan, definden dönen cenaze sahiplerine evlerine girmez pencereden girerlermiş. Böylece, can alan gücün güya evin kapısını öğrenmesi önlenmiş olurmuş. Veya muhtemel bir hortlama halinde hortlayan kimse evin girişini bulamayacakmış.

Çocuğu yaşamayan ve sürekli çocukları küçük yaşta ölen aileler değişik tedbirlere başvururlar. Öncelikle çocuklarınisimleri özel bir törenle değiştirilir. Buna göre üç tane saksıya üç tane arpa dikilir. Ve her bir saksıya bir isim verilerek işaret konulur. Hangi saksıdaki arpa önce çıkarsa çocuğa o isim verilir.[90] Bunun için toplumda adı başka şekilde anılan ancak nüfusta başka şekilde yazılı olan birçok kişi vardır.

Verilen isimlerle bebeği yaşamayan annelerin bebeklerini koruma aynı inanç mahiyetli başka uygulamalar da vardır. Erkek çocuğu yaşamayan aileler onlara kız elbisesi giydirirler, çocuk belirli bir yaşa gelinceye kadar onlara çirken isimler koyarlar. Böylece ölümlerine yol açan kara iyelere karşı onların korunduklarına inanılır[91].

Yine çocuğu yaşamayan kadınlar, çocuklarını bir başka anaya verirler ve artık o verilen ana, çocuğun öz anası gibi önemli bir yere sahip olur.[92] Bu uygulama ise özel bir törenle yapılır. Mısır unundan üç tane kaba ekmek pişirilir ve birinin içine gök boncuk saklanır. Daha sonra sokağa çıkılır ve ilk gelen üç kadına, yaşlarına bakılmaksızın, bu ekmekler verilir. Gök boncuk hangisinin ekmeğinden çıkmışsa o kadın “ana” seçilir ve başına al renkli bir yazma bağlar. Daha sonra üzerindeki iç gömleğini çıkarır ve yeni doğmuş çocuğu bu iç gömleğin içinden üç defa dua okuyarak geçirir. O andan itibaren o bebek ile kadının kendi çocukları “aynı göynekten geçme kardeş” olmuş olurlar.[93] O günden sonra göyneğinden geçtiği kadının konumu da öz anası gibidir.[94] Bize göre bu uygulamanın temelinde yeni doğmuş çocuğu kara iyelerden korumak, ölüm meleğini şaşırtmak gibi tedbirler söz konusudur. Zira çocuğun yeni bir anası varmış izlenimi verilerek çocuğun sahibi değiştirilmiş olur. Böylece kötü güçler çocuğa musallat olamazlar. Yine ana seçilen kadının al bir yazma bağlaması de “al karısı” ile ilgili gözükmektedir.

Gömlekten geçirmek âlem değiştirmek olarak da algılanabilir. Delikli taşın deliğinden geçirilen kimse, kendisine musallat olan kara iyenin adeta takibinden kurtulmuş olur. Salurlardaki bu uygulama yaşayamayan çocukların yatıra satılma uygulaması ile de benzerlikler içermektedir. Yatırın koruması altına girdiğine inanılan çocuğa kara iyelerin dokunamayacağı inancı vardır. İslam´da esirgeyen bağışlayan koruyan sadece Allah´tır. Onun yarattıklarından birinde keramet aranıyor ise, o güç de yaratanı tarafından verilmiştir.

Kırk Basma inancı bu yörede çok yaygındır.[95] Çocuklarının kırkı çıkmamış iki emzikli kadının karşılaşması sonucu kırkları basabileceği gibi, ölünün ve kedinin de, çocuğu kırk basığı yapacağı inancı vardır.[96] Buna göre kırkı çıkmamış kadın zorunlu olmadıkça evden çıkmaz, diğer kırklı bir kadınlar denk gelmek istemez, asla cenazeye gitmez ve bir kedi ile karşı karşıya gelmemeğe özen gösterir.[97] Eğer iki kırklı kadın karşı karşıya gelirlerse hemen çatal iğne ve başlarındaki dastarları değişirler. Kırkı çıkana kadar kadınlar üzerinde iğne taşırlar.[98]

Ölünün kırkının basması da, muhtemelen kırk karışması veya kırk basması ile olmalıdır. Zira kırkı çıkmamış kırkı yapılmamış ölü de kırk dönemi içerisindedir. Kedinin kırkı basabileceği gibi bütün hayvanların kırklarının bebeğin kırkı ile karışabileceği inancı vardır. Bu nedende Aras vadisinde Türkçe Doğu Anadolu´da da Kürtçe ve Zazaca kırk duası okunurken anne bildiği bütün hayvanların ismini sayar Allah´tan kırklarının bebeğin kırkı ile karışmamasını diler[99].

Kırk çıkarmaya yörede “kırk uçurma” denir. Kırk uçurmak için en uzakta bulunan bir eve ziyarete gidilir. Gidilen evde kırklı çocuğun yüzüne uzun ömürlü olsun diye un sürülür, toplu olsun diye yumurta verilir ve demir kaşık hediye edilir.[100] Demir kaşığı demir gibi sağlam olsun diye verdik[101] deseler de kökeninde demirin kara iyeleri korkutacağı düşüncesi vardır. Tüm bu işlemlerden sonra “Çıkardık Kırkı / Yırttık Kürkü / Gitti Korku” şeklinde yakımlar söylenir.[102]

Çocuğun kırkının çıkarılacağı suyun içine akarsu ağzından toplanmış[103] kırk küçük taş konulur ve biryumurtanın tepesi delinerek içindeki beyaz ve sarı kısımlar bu delikten dışarı akıtılır. Bu içi boş yumurta kabı ile kırk ölçek su ayarlanır. Bu suyun içine gül suyumiskkaranfil gibi güzel kokulu sıvılar da karıştırılır ve bu su ile önce çocuk, sonra da annesi yıkanılarak bu işlem tamamlanır.[104]

Halk inançlarında yer altı suları kara su, ham su, helal su, gün görmemiş su olarak da bilinir. Onlarda farkı bir mistik gücün olduğuna inanılır. Bunların etrafında farklı anlatılar oluşmuştur. Akarsu ağzı çok kere suyun gözesi anlamında da kullanılır[105]. Yumurta herhangi besin maddesi olmaktan öteye etrafında inançların kümeleştiği bir besindir.  Eve ilk gelen bebeğe hediye olarak yumurta verilir, hava karardıktan sonra eşikten çıkarılmayan nesneler arasında yumurta da vardır. Bina nazarlıklarının olmazsa olmazlarından birisi de yumurtadır[106].

Nazardan çok korkulur ve bir takım tedbirler ile nazardan korunmaya çalışılır.[107] Bunlardan bazıları: yanmakta olan ateşe bir miktar tuz atılır[108]ocakta tuz kavrulur[109]kurşun dökülür ve oluşan şekillerden yola çıkarak nazarı dokunan kişi tespit edilmeye çalışılır[110], görülecek yerinde gök boncuk – hamaylı veya çıtlık ağacındançetele taşınır.[111] Evlerin ve bahçelerin yüksek bir yerine öküz veya at kafatasıkaplumbağa kabuğuat nalı,soğan kabuğuüzerlik otu asılır.[112]

Beşikte yatan çocuğun yüzüne doğrudan açılıp bakılmaz, önce sağa sola bakılır daha sonra “tu çirkine” denilerek kötü sözler söylenerek çocuk sevilir.[113] Böylece nazar olmayacağı düşünülür.[114] Babasına çok benzeyen çocuklar nazar olmamaları ve uzun ömürlü olmaları için akraba bir kadın tarafından ahırların hayvan gübresi atılan pencerelerinden geçirilir.[115]

Bu uygulama da eski Türk inançları ile bağlantılı bir hususlar içermektedir. “tu çirkine” denilerek kara iyeler nazarında yukarıda da belirtildiği üzere bebeğin albenisi yok edilmek istenir. Keza bebeğin gübre atılan pencereden geçirilmesi ile de amaca hizmet edilmiş olunur. Türk kültür coğrafyasında bebeğin kesilen ilk saçının ağırlığınca fakire altın verilir, ancak bu saç ilkin tezek türünden kuru çiftlik gübresi ile tartılır. Amaç aynıdır[116].

Bu yörede sihirli ve tılsımlı birçok uygulama ve inanç vardır. Bunlardan dikkat çeken bazıları şunlardır: Bir cinayet veya hırsızlık olayı olduğu vakit mutlaka suçlu dönüp dolaşıp olay yerine tekrar gelirmiş.[117] Bunu bildikleri için suçlunun tespit edilmesinde bir takım sihirli formüllere başvurulur. Bunlardan birisi, öldürülen kişinin kanı tavada kavrulursa katil tez zamanda olay yerine gelirmiş inancı ile ilgilidir.[118] Geçmişte birkaç cinayette bu şekilde ölen kişinin kanının ateşte kavrulmasının hemen arkasından katillerin kendini ele verdikleri ve yakalandıkları anlatılmaktadır.[119]

Kan etrafında oluşmuş inançlar bakımından bu bulgu ilk defa yazıma geçirilmiştir. Daha evvel yapılmış olan kan-İnanç bağlantılı çalışmalarda yoktur[120]

Güreşlerde desteklenen pehlivanın yenilmemesi için kadınlar ayakkabılarını ters çevirip üzerine basarlar. Böylece pehlivanın sırtının yere gelmeyeceğine inanılır.[121]

Bu inanç Türk kültür coğrafyasında çok yaygın olan “ters” motifi ile ilgili olmalıdır. Aksi olması istenilen şeyler için ters uygulamalar ile mesaj verilmek istenir. Yağmur duasında parmakların yukarıya değil aşağıya doğru tutulmuş olması. Keza duaya katılanların elbiselerini ters giymeleri bu türden örneklerdendir[122].

Çocuğu olmayan kadınlar üç eve “Çarşamba dinleme” ye giderler.[123] Buna göre Çarşamba günü habersiz gidilen evlerin iç durumu uygun bir köşeden saklıca dinlenir. Evdeki konuşmalara bakılarak gelecek hakkında tahminde bulunulur. Geçmişte bu şekilde Çarşamba dinlendiği ve konuşulanlara göre yapılan yorumların aynen çıktığı anlatılmıştır.[124]

Çarşamba ile ilgili inançlar Anadolu Türk kültür coğrafyasında bilhassa sözlü kültürde bir kod oluşturmuştur. Çarşamba kadısı, Çarşamba duvarı, çıkmaz ayın son perşembesi, kara Çarşamba, bize göre Zerdüştî´min izlerini taşır[125].

Bu yörede Cuma günleri hiçbir suretle çamaşır yıkanmaz, ev süpürülmez, hiçbir iş yapılmamaya çalışılır. Eğer bu kurallara uyulmazsa uğursuzluk ve felaketler gelir.[126] Nitekim geçmişte ünlü âlimlerden Hacı Hafız Hüseyin Efendi bu kuralı değiştirmek için çok uğraşmış, Cuma günü toplumun sakınmasına rağmen iş yapmış ve neticede ailesi bir Cuma günü korkunç bir felakete uğramıştır. O günden sonra Cuma günü iş yapılmaz kuralı kesinkes uygulanagelmiştir.[127]

Cuma günleri İslam´ın bayram günü olarak kabul edilmiş dinlenme ve ibadet günü olarak bilinmiştir.

 

Yörede uğursuz sayılan bir takım davranışlar vardır: Kolları birleştirerek oturmak, kapı eşiğine oturmak, süpürgeüzerine oturmak, elbiseleri katlamadan koymak, elbise üzerindeyken dikiş dikmek[128], soğan kabuğu ve küle basmak, gece tırnak kesmek, sofra bezini çiğnemek, yatan çocuğun üzerinden geçmek, yola çıkılınca önünden kara kedi geçmesi, hayvanların ve özellikle de baykuş ile karganın ötmesi,[129] ava giden avcılara “nereye gidiyorsun?” diye sorulması,[130]ikindi ezanından sonra seher vaktine kadar ağıt yakarak ağlamak[131]

Kolları göğüste bağlamak, bir bağ türü olarak kabul edilir ve büyü kapsamında algılanır. Keza giyili iken sökük veya düğmenin dikilmesi de bir bağlama düğüm atma da bir bağlama türüdür. Süpürgenin insana dokunması halinde bir iftiraya uğrayacağına inanılır. Böyle hallerde kişi üç defa tu tu tu diyip süpürgeye tükürmesi gerektiğine inanılır Soğan kabuklarının cinlerin altınları ve sarımsak kabuklarının da onların gümüşleri olduğuna inanılır, gece onların eşikten dışarıya atılmaları çiğnenmeleri uygun bulunmaz. Gök Tanrı İnanç Sisteminde kişinin kutunun saçlarda olduğu gibi tırnakların da dibinde olduğuna inanılır[132].

Senede bir gün yeryüzündeki bütün suların uyuduğuna inanılır.[133] Eğer suların uyuduğuna denk gelinirse hemen abdest alıp kalkıp iki rekât namaz kılınması, arkasından da dua okuyarak ve besmeleyle üç avuç su alınıp bir kenara saçılması söylenir. Böyle yapılınca uyuyan suların altına dönüşeceğine inanılır. “Su uyur, düşman uyumaz”sözüyle suların bile yılda bir defa olmak üzere uyuduğu anlatılır. Dirmil tarihinde iki yaşlı kadın, değirmen beklerken suların uyuduğuna denk gelmişler ancak ne yapacaklarını bilemedikleri için bu fırsatı kaçırmışlardır.[134] Suların uyuması, akmakta olan suların gürültüsünün birden kesilmesinden ve suyun çarşaf gibi dümdüz bir şekilde kalmasından anlaşılırmış. [135]

Nahcıvan´da Nevruz günü gün doğmadan çeşmeye giden kızlar buradan aldıkları su ile el ve yüzlerini yıkadıktan sonra bu suyu evin dört köşesine serperek bereketin gelmesini dilerler.[136]

Dirmil´de senede iki defa akarsulara zemzem suyunun karıştığı söylenir.[137] Bu günler Ramazan ve Kurban Bayramlarının, bayram namazından önceki yoğun karanlık sabah saatleridir. Eğer bir kişi hiç konuşmadan doğruca akarsu gözüne gidip su doldursa bu suyun zemzem suyu olduğu söylenir ve evde bulunan zemzem şişelerindeki su, bu yeni su ile aşılanır. Bunun için yaşlı kadınlar sabah namazından hemen önce “zemzem doldurmak” için akarsu gözlerine giderler ve eve geldikleri zaman “sulara zemzem karıştı, doldurduk geldik” derler.[138]

Dirmil´in önemli su pınarlarından olan Gülpınar ile Asarcık´ın su gözleri tarihte belli bir süre kaybolmuş. Bu geçen süre zarfında suyun kesildiği her bir gün için su kaynağının başında birer öküz kurban edilmiş ve kanları suyun gözüne akıtılmış.[139] Yedinci günün sonunda Gülpınar kendiliğinden akmaya başlamış. Ancak akmazdan hemen evvel yerin altından bir mendil dolusu yufka ekmeği hiç ıslanmamış bir vaziyette gelmiş. Bu ekmekten yiyen ve kalanını evinin ambarına saklayan Dudu Akgül ninenin evinden uzunca bir süre bereket eksik olmamış.[140]

Erzurum halk inançlarında suyu kuruyan su kuyularına tekrar suyun gelmesi için kurban kesilen kuyuların olduğuna dair inançlar vardır. Kars´ta Kars çayının coşkun aktığı geçmiş yıllarda insanların bu çayda boğulmaların ı “çay kurban aldı” şeklinde ifade edilirdi. Hakkâri´de anlatılan bir efsaneye göre gürültülü akan çayın sesinden Gregoryen halk Allah´a çan seslerimiz duyulmuyor diyerek şikâyet eder. Çay da sesini kendisi için her yıl kurban kesilmesi halinde keseceğini söyler.

Asarcık´ın suyu ise daha uzun bir süre kesilmiş. 1930-1935 yıllarında Dirmil´in kadın şeyhlerinden Ementullah Şengün´e ait kara taş suyun gözüne gömülmüş ve ertesi gün su gözünde keklikler gelip toprağı eşeledikten sonra su kendiliğinden akmıştır. Bu taşa ocaklı olan aileye atalarından kaldığı ifade edilmektedir. Yağmur yağmadığı zamanlarda bu taşı yanlarına alarak yağmur duasına çıktıklarını ve derhal yağmur yağdığını açıklamaktadırlar.[141]Kanaatimizce bu taş Yada Taşından bir parçadır. Taşı daha sonra suyun gözünden çıkarmışlar ancak günümüzde kimin eline geçtiği bilinmemektedir.

Yine bu yörede kendisine büyü yapıldığına inanan kimseler, evlerinin çeşitli yerlerinde buldukları tılsımları,yumurtaları, muskaları ve benzeri büyü malzemelerini hiç kimseyle konuşmadan doğruca akarsu kenarına giderek, akmakta olan suya atarlar. Böylece büyünün bozulduğuna inanılırlar.[142] Bu durum ise suyun arıtıcı ve korucuyu gücünü akıllara getirmektedir.

Yörede akarsulara, dağ başlarındaki ulu pınarlara büyük hürmet gösterilir. Bahsi geçen sular kirletilmez, asla çocukların bu sulara küçük abdestlerini yapmaları ve tükürmeleri istenmez.[143] Eğer çocuklar bu suları bilerek veya bilmeyerek kirletirlerse hemen kirpiklerinden bir tanesini kopartırlar ve kirlettikleri suyun gözüne atarlar. Böylece sudan af dilemiş olurlar.[144]

Su-kirpik ilişkisi, ölüm geleneklerinde de karşımıza çıkar. Ölünün yıkandığı sular, cenaze kalktıktan sonra çiğnemeyecek bir yere dökülür. Sadece bir tas dolusu su alıkoyulur ve üzerine temiz bir tülbent serilir. Ertesi sabah tastaki su, üzerindeki tülbentten süzülür ve kirpik bulunmaya çalışılır. Eğer kirpik bulunursa ölen kişi oraya ziyarete gelmiş demektir. Kaynak kişiler bu işlemi sürekli yaptıklarını ve her defasında da mutlaka bir kirpik bulduklarını söylemişlerdir.[145]

Kapıya gelen dilencilere şeker ve buğday türünden taneli malzemeler verilmez. Eğer verilirse evdeki tüm bereketin gideceğine inanılır.[146]

Halk inançlarında miktarı sayılarak tespit edilen varlıkların sayılmaları alenen sayılmaları doğru bulunmaz, bereket kaçırıcı bir tutum olduğuna inanılır.

Güneş battıktan sonra evden kazan, tencere gibi isli eşyalar ile soğan, tuz gibi acı yiyecekler dışarı çıkarılmaz.[147]

Bu inanç da Türk kültürlü halklar arasında az çok farklılıklarda oldukça yaygındır. Kazan ve tencerenin verilmemesi od/ocak, ateş kültü ile ilgili olmalı. Soğan, sarımsak, tuz gibi nesnelerin genel koruyucu olduklarına inanılır. Ayrıca her türlü maya, yumurta gibi çoğalmayı temsil eden gıdalar da keza bereket içerikli sakınca taşıdıklarından akşamdan sonra eşikten dışarı çıkarılmazlar

Kırklı kadın ile çocuk asla yalnız bırakılmaz. Yattıkları yastığın ve beşiğin altına bıçak vb. demir eşyalar koyulur. Annenin başına al yazma bağlanır. Tüm bunlar al basmaması içindir. Al basmaması için kırklı kadının yanında, çocuk bile olsa, erkek yatar.[148] Kara iyelerin erkekten korktuklarına inanılır. Geçmişte Fatma Ergan nine, kendisini gece cinlerin uçurduğunu, dağ-bayır gezdirdiklerini ve sabaha karşı evine geri bıraktıklarını, ancak yanında erkek torunları yattığı vakit yanına yaklaşamadıklarını anlatmıştır. Onun için ölene kadar sürekli yanında erkek bir çocuk yatmıştır.[149]

Doğu Anadolu´da aynı inançtan hareketle al basmasından kurtulmak için kadının yanına konulan eşyaların arasında erkek paltosu veya ceketi de koyulur[150].

Yörede yağmur ve kar tanelerinin her birinin, bir melek tarafından yeryüzüne bırakıldığına inanılır.[151] Bunun için yağan yağmur ve kar taneleri dikkatle incelendiğinde hiçbirinin havada çarpışmadığına ve mutlaka farklı bir yere indiği görülür.

Hayvanlarla ilgili inançlarına gelince karga ve baykuş uğursuz sayılır. Her ikisinin ötmesi de ölüm habercisidir. Karga öttüğü zaman “Hayır öt!” diyerek dua edilir.[152] Güvercin, guguk kuşu ve kumru kuşu uğurludur. Bu üç kuşun eti yenmez, haram kabul edilir. Bunun sebebiyse bu kuşların önceden insan oldukları ve sonradan kuşa dönüşmeleri inancıdır.[153]

Bize göre güvercin kuşunun kutsal sayılıp etinin yenilmemesinde mistik ve dinî bir boyut söz konudur. Çünkü Hz. Muhammed´i, Sevr Mağarasına sığındığında bir güvercin kuşu yuva yaparak korumuş, Hz. Nuh suların çekilip çekilmediğini anlayabilmek için gemisinden bir güvercin uçurmuş ve ağzında zeytin dalı ile geri dönmüş, Hacı Bektaş-î Veli gibi erenler güvercin donuna girerek Anadolu´ya gelmişlerdir. İşin mistik boyutuna baktığımız zaman, Dede Korkut Hikâyelerinde Deli Dumrul ile Azrail´in karşılaşmasında Azrail bir güvercin donuna girmiştir. Tüm bu veriler gerek İslamiyet´in kabulünden sonra gerekse çok daha önceki Kamizm inançları döneminden beri Türk kültür coğrafyasında güvercin benzeri kuşlara kutsiyet atfedildiğini göstermektedir.[154]

Dirmil yöresinde baykuş kuşunun özel bir adı vardır: “Döğeletli”.[155] Bu kelime “Devletli” kelimesinin bir başka şeklidir. Bu kuşa neden devletli denmiştir, kaynak kişiler yeterli cevap verememektedirler. Ancak bu kuş ölüm ile özdeşleştirilmiş ve “Kapında döğeletli ötsün!” diyerek ölmesi istenen kişilere beddua edilmiştir.[156] Yörede bu kuşun Süleyman Peygamber ile ilgili hikâyeleri de anlatılmaktadır. Hikâyeye göre baykuş, Süleyman devrinde kuşların beyidir.[157] Bu kuşa devletli denmesinin sebeplerinden birisini bu hikâyeye bağlamak isabetli olacaktır kanaatindeyiz.

Türk boyları arasında bazı hallerde bazı kuşlar uğurlu olabilirken aynı kuş başka bir boyda ise uğursuz olarak kabul görebilmektedir. Bu hal farklı kuşların farklı boyların ongunları olabileceğini düşündürmektedir. Bu arada Baykuş ile Puhu kuşu çok kere karıştırılır. Puhu kuşu adeta baykuşun küçük gövdelisidir. Uğursuzluğu üzerinde kanaatlerin yoğunlaştığı kuş, baykuştur.[158]

Yılan ve tilki uğurlu sayılan hayvanlardandır. Zira yörede her evin bir sahibi ve koruyucusu olan karayılanlardan söz edilir. Bu yılanlar evlerin temellerinde ve tavan aralarında yaşarlar ve içinde yaşayan insanlara zarar vermezler. Bu yılanları öldürmek felaket getirir.[159] Evin sahibi olan karayılan, senede bir defa olmak üzere evin sahibi olanerkek ile boylaşırmış. Buna göre ev sahibi erkeğin döşeği altına girerek boylu boyunca uzanıp yatarmış ve sabaha karşı çıkıp gidermiş. Böylece taşıdığı tılsımlı güçleri, evin sahibi olan erkeğe aktarırmış.[160]

Ayrıca bütün yılanların eşli yaratıldığına inanılır. Eğer bir yılan öldürmek zorunda kalınırsa eşinin de öldürülmesi gerektiğine aksi halde eninde sonunda yılanın eşinin gelip intikam alacağına inanılır.[161]

Yine Eyüp Peygambere dayandırılan bir efsanede ala sığırın sütünü emen yılanın kusmuğunun bütün dertlere ve hastalıklara şifa olacağına inanılır.[162] Yılanlar aç kaldıkları zaman köye inip hayvanların arka ayaklarına dolanarak hareketsiz bırakır ve süt içerlermiş. Bazı inek ve koyunların bir müddet sonra memeleri morarıp ölmeye başlayınca durumun farkına varılmış. Ahırı ve hayvanları yılanlardan korumak için Yedi Uyurların isimlerini taşıyan tılsımlı muskalar ahır duvarlarına veya hayvanların boyunlarına gök boncukla beraber asılır.

Avcılar kat´i surette tilki öldürmezler ve ava çıktıkları zaman önlerinden tilki geçerse geriye dönerler, yılan geçerse avın kolay geçeceği inancıyla ava devam ederler.[163] Geçmişte tilkinin kutsiyetine inanmayan bir avcı tam tilkiyi vurmak üzereyken ikindi ezanı okunmuş ve tilki derhal yerinden doğrulup sağ ön ayağını havaya kaldırarak ezanın okunduğu tarafa karşı selam durmuş. Ezan bitene kadar bu şekilde durduktan sonra gözden kaybolup gitmiş. Ne yapacağını bilemeyen avcı, büyük bir korku içinde gerisin geriye köye dönmüş. Köyün ulu kişilerinden Mehmet Efendi Hoca, avcıya yaptığı davranışın yanlışlığını, tilkilerin dağların dervişi olduğunu ve asla öldürülmemesi gerektiğini söyledikten sonra avcılığı bırakmış.[164]

Yörede cinlerle ve su perileri ile ilgili inanlar da vardır. Buna göre özellikle Gülpınar Mahallesinin ortasından geçen Dirmil Çayı kenarında evi bulunan kişiler, gece yarısından sonra ihtiyaç gidermek için evin önü açık tahtabaş kısmına çıktıkları sırada ışık şeklinde tam seçilemeyen belli belirsiz varlıkların birbirleriyle güreştiklerini, şarkı söyleyip güldüklerini, boş semer ve eyerlerin üzerine binip ileri geri sallandıklarını, korkudan bağırdıkları zaman da aşağı çaya doğru atlayıp kaybolduklarını anlatmışlardır.[165] Sürekli olarak yaşanan bu olayların sebebi su perilerine bağlanmıştır. Söylendiğine göre kalbi temiz olan kişiler gece yarısından sonra su perilerini bu şekilde görebilirlermiş.[166]

Halk inançlarında “at binen cin” diye bilinen bir cin türü vardır. Bunun ahırda bağlı atları bindiğini atın yelesini ördüğünü, çok kere atları terlettiği yorduğunu anlatılır. Bunu yakalamak için atın sırtına bezir yağı veya zft sürülür atı bindiği zaman onun ata yapışacağı ifade edilir.[167]

Yörede siğil kesen ünlü şifacılar da vardır. Dirmil yöresinde siğiller iki şekilde kesilir. Birincisinde daha önce başka bir şifacıdan izin almış/el almış şifacı, eline üç tane arpa tanesi alır ve sürekli okuyarak siğilin etrafında arpaları döndürür. Daha sonra arpaları hiç kimsenin bulup da dokunamayacağı bir akarsu ağzına gömer. Arpalar çürüdükçe siğil de kaybolup gider.[168] İkinci işlem ise soğanlarla yapılır. Bir demet taze soğan, siğilin etrafında dualarla çevrilir ve yine insanların erişemeyeceği yüksek bir yere asılır. Yeşil soğanlar kurudukça siğil de kuruyup kaybolacaktır.[169] Arpa ile yapılan tedavide ilgi çekici bir başka husus ise okuma işi bittikten sonra derhal o yerin terk edilmesi ve evine gidinceye kadar her ne suretle olursa olsun arkaya dönüp bakılmamasıdır. Eğer bir kere bile merak edip dönülürse tılsım işe yaramaz ve siğil iyileşmez.[170]

Halk inançlarında bir dini uygulamaların kapsamında arkaya bakmamak da vardır. Bilhassa mucize türü beklenti içeren pratiklerde bu hal görülür. 1950´li yıllarda mezarlıktan çıkılınca da arkaya bakılmaması gerektiğine inanılırdı. Semavi dinlerin kutsal kitaplarında geçen kıssalar ve siyer nebilerde de arkaya bakılmanın yasaklandığı haller vardır. Helak olan şehri terk ederken arkasına bakmaması tembih edilen nebi hanımlarından bu uyarıya icabet etmeyenlerin taş kesildiği anlatılır.

Dirmil yöresinde Çırkıcak ismi verilen dağın üzerine Eren Ardıç isminde ulu bir ardıç ağacı vardır. Buradan geçen yaylacılar muhakkak bu ardıcın etrafında saat yönünde üç defa tavaf ederler, yerden aldıkları üç adet taşı, ardıcın yanındaki yaklaşık iki metre boyundaki taş kitlesine atarlar ve yoldan geçebilmek için ardıçtan izin isterler. Geçmişte bu inancın batıl olduğunu söyleyen ve taş atmadan geçen bir kişinin başına türlü felaketler gelmiş ve çocukları hastalıklı dünyaya gelmiştir.[171]

Atlı Göçebe Bozkır inanç kültürünün bir ürünü olan oboo/ovooların Anadolu´da daha ziyade Alevi inançlı Müslüman kesimde Dede Ayağı, Dede Yatağı, Dede Durağı gibi isimlerle yaşadığı bilinmektedir. Bunlara bu çevrede makam da denilebilir. Bunlardan çok eski olanlar mezar veya define işareti olarak algılanıp eşildikleri de olmuştur. Bunlara saçı niyetine taş atılarak taş yığınları oluşturulur. Ayrıca adak bezi de asılanları da vardır. Bunlardan çok eski olanları için halk bir efsane de oluşturmuştur giderek bu zamanla mezar ulu bir zatın mezarı sanılan mekânlara mezar da yapılabilmiştir. Uluğ Türkistan kırsalında ve komşu ülkelerde bunlar geçmişin yol iyesinin bakiyeleri olarak bilinirler[172].

Çırkıcak Dağının yanında bulunan Kerkeli Dağının zirvesinde de boyu iki metreden biraz daha fazla yığılı bir taş kümesi vardır. Bu kümenin daha da ilginç olan yanı ise etrafındaki göz alabildiğine alanda en ufak bir taşa rastlanmayışıdır. Var olan taşlar sadece bu kümenin etrafındadır ve alanın gerisinde çakıl taşı bile bulunmamaktadır.[173] Yaşlı çobanların ifadesine göre dünyanın sahibi olan erler yılda bir defa bu taşın olduğu yere gökten birateş kütlesi içinde inerler ve dünyanın gidişatını konuşurlarmış.[174] Yine yılın belli zamanlarında bu taşları mesken edinen erler davul ve zurna çalarak birbirlerinin yanına gidip gelirlermiş. Çobanlar olaya bizzat şahit olduklarını, davul ve zurna sesini duyduklarını, yayılan sürünün bıçakla kesmiş gibi iki parçaya ayrıldığını, ortalarından erlerin geçtiğini ancak çok dikkat etmelerine rağmen erlerin biçimlerini asla seçemediklerini söylemişlerdir.[175]

İslamiyet´te yaratılmışların, var olan bütün canlı, cansız,  hayvan, bitki, insanların sadece bir tek sahibi Allah´tır. Alan da veren de odur.

Halk inançlarında Kırklar Tepesi, Kırkların yol güzergâhı, Kırkların toplantı yerleri gibi tanımlamalar vardır. Yapılan izaha göre Kırklar belirli zamanlarda bu yerlerde toplanırlar, toplantı yerlerini değiştirdikleri olur. Kalp gözü açık kimselerin bu gidişattan haberi olabilir. Yakın çevrelerinde olmak, onlarla rastlaşmak onlara mutluluk verir. Yer ve güzergâh değişmeleri ise artık karşılaşamadıkları için üzüntü verir[176].

Bu tür toplantılar yaptıkları, toplantılarında ateş yakıp çalıp oynayıp yiyip içtiklerine dair cinler için de anlatılar vardır. Oradan geçen insanlardan misafir ettikleri, ikramda bulundukları, ikramı tadanların başına bir hallerin geldiğini, yemeğe başlanınca besleme getirince bunların kayboldukları, bunları tanımak için ayaklarına bakılması gerektiğini, ayaklarının ters istikamete baktığı açıklayan anlatılar da vardır[177].

Maşta köyü yolu üzerindeki Akpınar çayırlığında bulunan Emir Hoca´nın kabir toprağının zehirlenme gibi çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanıldığı söylenir.[178] Kendisi ölmeden önce bu durumu bildirmiş, “Benim kabir toprağım şifalıdır. Günün belirli saatlerinde mezarının göbekten yukarı kısmındaki toprağından alarak parpı[179] yapın. Zehirlenenlere, dayanılmaz ağrı çekenlere şifa olacaktır” demiştir.[180] Bugün bile bahsi geçen mezardan toprak alarak Emir Hoca´nın soyundan gelen kadın şifacılara tılsım yaptırılır. Hakikaten de mezarı ziyaret ettiğimizde mezarın üst tarafının alınan topraklardan dolayı çukurlaşmış olduğunu görmüştük.

Üzerinde bir Cuma günü sabah namazından önce hava zifirî karanlık iken kesilmiş ve beş, yedi veya dokuz çentik atılmış çıtlık ağacından nazarlık taşıyan kimselerin nazara ve isabete, bir şeye uğramayacağına inanılır.[181]Geçmişte gözü dokunmakla, gözü değmekle meşhur bir adamın bir kervandaki bütün develeri nazarıyla yıktığı ancak bir deveye nazarının tesir etmediği, gidip baktıkları zaman devenin hatap ağacı[182]nın çıtlıktan olduğu ve ortasında da gök boncuk asılı olduğunu gördükleri anlatılmaktadır.[183] Halk arasında “göz camızı kazana insanı mezara koydurur” şeklinde özlü bir söz vardır.

İslamiyet´te yalnız Allah´a kulluk edilip Allah´tan yardım istenir.

 

Yine nazara karşı evlerde üzerlik otunun tohumlarından yapılmış üçgen şeklinde nazarlıklar asılır. Çörekotu da nazara karşı koruyucudur.[184] Yeni giyilen elbiselerin cebine çörekotu koyulur. Nazarın en iyi şifası ağzı dualı ve abdestli birine kendini okutmak ve sonrasında sıcak bir suyla yıkanmaktadır. Su nazarı alıp götürür inancı vardır.[185]Akar suyun da büyüyü bozduğuna inanılır.

Yörede ay ve güneş tutulduğu zaman teneke çalınır, göğe doğru silah atılır. Böylece ayı ve güneşi esir almış olan canavarların korkup kaçacağına inanılır.[186] Bir izah şeklinde de ayı beklemekle görevli 2 köpeğin olduğu, bunların uyumasını fırsat bilen cangoloz[187] olarak bilinen yılanın ayı yememesi için görevlileri uyandırmak için gürültü yapılmakta teneke çalınıp silah atılmaktadır.

Şiddetli dolu yağdığı zaman bir evin ilk doğan erkek çocuğunun eline bir bıçak verilir ve üç, beş veya yedi adet doluyu bıçakla ortadan kesmesi söylenir. Son doluyu da kestikten sonra yağışın da bıçak gibi kesileceğine inanılır.[188]

Yörede “Ulu Küğner” ismi verilen yaşlı ve heybetli sedir ağaçları vardır. Bu ağaçlar belli mevkilerde ve bir tek ağaç olarak yer alır. Etraflarında başkaca sedir yoktur. Onun için de ürkütücü bir görüntüleri vardır. Yine ilginç bir durum olarak bu sedirlerden hangisinin yanından bakarsanız bakın diğer sedirlerin görülebilmesidir. Yılda bir kere bu ağaçların birbirlerine urgan atarak boy ölçüştükleri ve hangi sedir kazanmışsa o sedirden davul-zurna çalarak ağacın sahibi olan erlerin diğer ağaca gittiklerine inanılır.[189]

Bu ağaçların bir tek çalısı çırpısı dahi eve getirilip yakılmaz. Geçmişte bu ağaca saygısızlık eden ve dallarından birkaç parça yakan kişilerinin sabaha kadar evlerinin görünmeyen varlıklar tarafından taşlandığına, evlerinin sebepsiz yere yandığına şahit olunmuştur.[190] Onun için bu ağaçlar sahiplidir inancı vardır. Çocuğu olmayan kadınları bu ağaçlara götürerek birkaç saat bağlarlar, orada olan bütün kadınlar ağacın etrafında tek sayılarla olmak üzere dönerler ve yanlarında getirdikleri yeme-içme ile orada adak yemeği yerler, üzerlerinde bulunan al-yeşil-sarı-mor ve pembe renkli çaputlardan birer şerit kopararak ağaçların gövdelerinde çakılı olan çivilere bağlarlar. Dileği kabul olanlar daha sonra o çaputları gelerek çözerler ve ağacın yanında kestikleri kurbanın kanını ağaca sürerler.[191]

Sedirlerle ilgili yapılan bu tespitler kanaatimizce bu alandaki çalımalar yeni bulgular katmıştır. Halk kültüründe cemadattan dağlar arasında duygusal ilişkilerin olduğuna dair tespitlerin olduğuna bilinmektedir. Dağlar yarışırlar atışırlar, aralarında aşk yaşarlar kıskanırlar. Nebatattan ağaçların arasında da insanata mensup duyguların olduğu bulgusu ile karşılaşılmaktadır.

Halk inançlarında ağacın bizzat kendisi pir olabildiği gibi pirin de ayrıca kutsal bir ağacının olabileceği inancı da vardır. Ulu Küğner örneğinde sedirler bir pirin kutsal ağaçları olmayıp bizzat pir konumundadırlar. Ağaca kadını bağlayarak ağaçtan şifa ummak ile ulu bilinen kabirlere hasta bağlamak şeklindeki uygulama arasında içerik bakımından hiçbir fark yoktur.

Sedirlerin birbirlerini görecek şekilde konuşlanmış oluşları, adeta bulundukları tepelere ismini veren bu âlemden göçmüş üç kardeşler, beşkardeşler yedi kardeşler gibi ulu zatların, bulundukları yerlerin sahipleri oluşlarını hatırlatıyor. Sahipli olmak, sahiplenilmiş olmak halk sufizmi- mitoloji bağlantılı bir inanç yapılanmasıdır. Böylesi yerlerin bütün tasarrufu sahibine aittir. Sahipten izin alınmadan tespitte de belirtildiği gibi hiçbir şeye dokunulmaz. İzin almak çok kere kurban vermekle olur. Bağlanılan renkli çaputlar birer saçı, cansız kurbandırlar. Sedirin etrafında dönme şeklinde uygulama sedire yükünmek olarak görülmektedir. İslam´da insanoğlu eşrefi mahlûkat yaratılmışların en şereflisidir. Keza ağaca yükünmek de şirktir. Varsa ağaçta bir hikmet onu ona veren de Allah´tır.

Yörede insan yaşları ile ilgi olarak ilginç bir durum söz konusudur. Burada “Ana Yaşı” ve “Nüfus Yaşı” tanımlamaları vardır. Ana yaşı kişinin gerçek yaşıdır ve anadan doğumla başlar. Nüfus yaşı ise nüfus cüzdanında yazan ve resmî kayıtlara geçirildiği yaştır.[192] Bu iki yaş arasında nüfusa geç kaydetmeden ileri farklılıklar olabilmektedir.

Yine kişinin ana-baba bir kardeşini ifade etmek için “Can Kardeş”, ana bir-baba ayrı kardeşini ifade etmek için“Karın Kardeş” ve baba bir-ana ayrı kardeşini ifade etmek için “Analık Çocuğu” ifadeleri kullanılır.[193]

Yörede bir evin ilk doğan erkek çocuğuna ve ilk doğan erkek torununa çok önem verilir. Bunun sebebi ocağı yakacak yani ailenin devamını sağlayacak olan kişinin bu çocuk olduğuna inanılmasıdır. Onun içindir ki bu ilk doğan erkek torunun ilk saç tıraşı olduğunda, evin dedesinin büyük bir tarla veya meyvalı ağaç hediye etmesi adettir. Yine ilk doğan erkek toruna mutlaka dedesinin adı verilir.[194]

Yörede eskiden doğan çocukların isimlerini ekseriyetle babaanneler koymaktadır. Çünkü doğan çocuk, annesine değil doğduğu ocağa aittir ve ocağın bilicisi de babaannelerdir. [195]

Eski düğünlerde gelin bayrağı ve damat bayrağı ayrı ayrı olurdu. Damadın bayrağı al ve gelinin bayrağı yeşilolurdu.[196] Eğer bir gelinin düğününden hemen sonra kocası ölürse bu geline “Gadamsız Gelin” denirdi.[197] Bir gelin gadamsız olarak isimlendirilirse diğer aileler, gelinin ailesinden kız almaktan çekinirlerdi. Çünkü kendi oğullarının da öleceğinden korkarlardı. Eğer gadamsız bir gelin, birisiyle evlendirilecekse, gelinin düğün evine karalı bir bayrak asılırdı.[198] Böylece o gelinin gadamsız olduğu belli edilmiş olurdu.  Nitekim eski bir Dirmil ağıtında bu durum şu şekilde anlatılmıştır:

“Karalı Bayrak kalkar mı? 

Her gelin bayrak çeker mi? 

Kınamayın komşularım 

Gadamsız bir gelin getirdim geri gider mi?[199] 

Gademsizlik, gademsiz gelin olma durumları, dul kadın, çocuksuz kadın çok evlilik yaşamış kadın münasebeti ile yapılan açıklama olduğu gibi arkaik dönem bağlantılı kişioğlu kültü ilgili bir husustur.[200]

Yörede eskiden düğün davetiyesi olan “Oku” getiren kimselere karşılık olarak birer tane yumurta verilirdi.[201] 

Yörede ocaklıklarda yemek pişirilirken pişen yemekten mutlaka bir parça yanmakta olan ocağa doğru taşırılır veya dökülür. Buna “Ocağın Hakkı” denilir.[202] Eğer et pişiriliyorsa yağından bir parça dökülür.[203] Yere düşürülen bir meyve-sebze aranmaz veya bulunmak istemez. “Yerin hakkıymış” denir.[204] “Gören gözün hakkı vardır” denilerek bahçelerden gelip geçenin yemesi için yoldan tarafta olan meyveler toplanmaz. Yine “kurdun kuşun hakkı” denilerek ağaçların en tepesinde kalan meyveler toplanmaz ve hayvanlara bırakılır. Toprağa tohum saçılırken“Taşa, kuşa, toprağa” denilerek saçılır.[205]

Perşembe ve Pazar günleri “Dernek Günleri” dir ve bu günlerde kuşluk vaktinde özel tavalarda “buhur” yakılır ve kokusunun yayılması için yüksekçe bir yere konur. Ölenlerin ruhlarının bu kokuya ulaşacağına inanılır.[206]

Yine dernek günlerinde ocaklıklarda ölenlerin ruhu için ekmek pişirilir, “Ocak yaktım, urha kokuttum” denir.[207]Buna göre pişmiş unun kokusundan geçmiş ölenlerin ruhu istifade edecektir.[208] Yine bu ekmeklerden yağlı çörekler hazırlanır ve yoldan geçenlere dağıtılır.[209] Dağıtılırken geçmiş ölenlerin isimleri söylenerek dağıtılır. Çöreği alan kişi de “Geçmişlerin ruhuna varsın!” diye dua eder[210]. Geçmişte bu çöreklerden artanların ölen yakınların mezarına götürülüp bırakıldığı ancak günümüzde bu uygulamanın dine uymadığı için terk edildiği anlatılmaktadır.[211] Yine belli günlerde, ölenlerin sene-i devriyelerinde kokulu yiyecekler pişirilir ve dağıtılır. Helva karılır, çörek yapılır, pişi yapılır, ekmek pişirilir… [212] Yayılan kokudan geçmiş ölenlerin hoşnut kalacağına inanılır.  

SONUÇ 

Dirmil´de yaşamakta olan Türkmenlerin halk inançları, doğal olarak genel Türkmen halk inançlarından bariz bir farklılık göstermemektedirler. Bu çalışma ile bu alanda derlenen bilgiler; daha evvel yapılmış derleme çalışmalarından edinilmiş bilgileri teyit edici, zenginleştirici ve mitolojik içerik kazandırıcı özelliktedirler.

KAYNAKÇA 

Veli Cem Özdemir, Burdur Dşirmil´de (Altınyayla) Ağıt Geleneği ve Ağıtlar, Ankara, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi

Yaşar Kalafat, Anadolu Halk Kültürü Monografisinden Mitolojik Şifreler II, Ankara, 2015,s.81-125 

Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Beslenme, Ankara, 2012, Berikan yayınları, s. 197-208

 [1]Yaşar Kalafat,Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançlar, Berikan yayınları, Ankara 2009Yaşar Kalafat,Azerbaycan-İran-Anadolu-Irak Halk İnançları Hattı, Ankara, 2012, Berikan yayınları 

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları Kodlar-Kültler 1,Ankara, 2009 Berikan yayınevi, s. 123-139

Yaşar Kalafat, Doğu Anadolu´da Eski Türk İnançlarının İzleri, Ankara, 2010,Berikan yayınları, s.290-308 

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halkların Halk İnançlarında Geçmişten Günümüze Kişioğlu, Ankara, 2015, Berikan yayınevi, s. 61-71

Yaşar Kalafat, VIII. Atatürk Kongresi-Gence-Şirvan Seyahat Gözlemleri ve Türk Halk inançları Kültüründe ‘Kızıl´ ın Mitolojik İçeriği” , www.yasarkalafat.info

Yaşar Kalafat, Makedonya Türkleri (Türkmenler, Torbeşler/ Türkbaşlar, Çenkeriler ve Yörükler) Arasında Yaşayan Türk İnançları, İstanbul 1994

Yaşar Kalafat “Keleki de Dört Gün Üç Gece ve Nahçıvan Halk İnançları” Türk Dünyası Araştırmaları, 1996 S. 104 s. 1-22Yaşar Kalafat,  Türk Kültürlü Halkların Halk İnançlarında Kişioğlu, Berikan Yayınları, Ankara, 2015,

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Ulucanlar, Ankara, 2011, Berikan Yayınları 

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Ölüm, Ankara, 2011, Berikan yayınevi,  s. 83-118 

Yaşar Kalafat, Türk Halk İnanmalarından Hayvan Üslubunda Mitolojik Devri Dayım 1, Ankara 2013 Berikan yayınları, S. 139-161

Yaşar Kalafat, “Tul İnanç ve Geleneği Arkaik Dönemden Günümüze Görüldüğü Haller ve Avanos Halk İnançlarındaki Yansımaları”,  Avanos Sempozyumu, 23-25 Ekim 2014

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Mitik-Mistik Kavşakta Su, Ankara, 2015, Berikan yayınları 

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları, Kodlar ve Kültler 1,Ankara, 2009 Berikan yayınlar,, s.77-95

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Mitler, Ankara, 2012, Berikan Yayınları, s.73-126 

Yaşar Kalafat, Batı Türklüğü ve Halk İnançlarının Mitolojik Kök Hücreleri 1,Ankara, 2013, s. 103-117 

Ahmet Turan-Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Hayvan Üslubunda Mitolojik Devri Dayım II; Berikan yayınları, s. 45-59

Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Mitik-Mistik Kavşakta Yer, Berikan yayınları, Ankara, 2015, s.81-97 

Sebahattin Güngör, Tasavvuf Mektupları 2010 www.yasarkalafat.info . 

Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarından Hayvan Üslubunda Mitolojik Devri Dayım 1, Berikan Yayınları, Ankara, 2013, s.117-139

Özdemir, Veli Cem (2015), Burdur-Dirmil´de (Altınyayla) Ağıt Geleneği ve Ağıtlar, Ankara, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, s.205

http://yasarkalafat.info/?p=1999