Türkiye Başbakanı İle Söyleşi

Türkiye Başbakanı İle Söyleşi

Etrafındaki siyasi ve coğrafi konjonktür büyük ölçüde ve hızlı bir şekilde değişirken Türk hükümeti, çok büyük iç ve dış meydan okumalarla karşı karşıya kalıyor.

El Cezire TV

El Cezire Televizyonu Bila Hudud’ programının yeni bölümünde;Türkiye’nin tutumunu hükümetin birinci isimi Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan öğrenmeye çalışacağız. Bu, kendisinin bir Arap kanalına verdiği ilk röportaj.
SUNUCU: Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. Sizi Türkiye’nin Başkenti Ankara’dan selamlıyorum. ‘Bila Hudud’ programının yeni bölümüne hoş geldiniz. Etrafındaki siyasi ve coğrafi konjonktür büyük ölçüde ve hızlı bir şekilde değişirken Türk hükûmeti, çok büyük iç ve dış zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Bu bölümde, Türkiye’nin tutumunu hükûmetin birinci isimi Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan öğrenmeye çalışacağız. Bu, kendisinin bir Arap kanalına verdiği ilk röportaj. Sayın Başbakan, hoş geldiniz. Bu röportaj için el Cezire’yi ve ‘Bila Hudud” programını seçtiğiniz için teşekkür ederiz. Ayn el Arab’a müdahale etmemesinden dolayı Türk hükûmetine yönelik büyük eleştiriler söz konusu. Şu ana kadar Ayn el Arab’a neden askerî müdahalede bulunmadınız?

DAVUTOĞLU: Aslında Suriye’de olaylar bugün başlamadı. Suriye olayları üç yıldır devam ediyor. Suriye’de üç buçuk yıldır masum insanlar, siviller, kadınlar, çocuklar zalim bir rejim tarafından katlediliyor. 300 bine yakın insan şehit edildi, katledildi. 1,6 milyonu Türkiye’de olmak üzere 4 milyonu aşkın insan mülteci durumuna düştü. Suriye’nin içerisinde 10 milyonu aşkın insan yerinden edilmiş ve hemen hemen bütün şehirler yıkılmış durumda. IŞİD, rejimin savunmasız kalan Suriye halkına yönelik kullandığı aşırı şiddet sonucunda ortaya çıktı. Maalesef bugün Suriye halkı, bir taraftan zalim bir rejimin, diğer taraftan acımasız bir şiddet ve terör örgütünün baskısı altında eziliyor. Türkiye, ta bu krizin en başından itibaren iyi ilişkisini kullanarak Suriye rejiminin bu zulmünü engellemeye çalıştı. Öyle ki Türkiye, hem Suriye rejimini hem de uluslararası toplumu sivil halkı korumaya davet etti. O zaman bu davete icabet etmeyenler, Türkiye’nin de bu meseleye müdahil olmasını istemeyenler, şimdi ise bir anda Ayn el Arab’daki gelişmeler dolayısıyla Türkiye’nin devreye girmesini istiyor. Bizim Suriye konusunda çok açık bir prensibimiz var: İster Arap, ister Kürt, ister Türkmen, ister Sünni, ister Nusayri, ister Hıristiyan, Suriye’de hangi etnik ve mezhebi kökenden olursa olsun bütün kardeşlerimiz, dostlarımız herhangi bir yardıma ihtiyaç hissettiklerinde Türkiye yanlarında olmuştur. Bu sebeple geçmişte 1 milyon 600 bin Suriyeli Arap, Kürt ve Türkmen kardeşimizi kabul ettik. Bununla beraber sınır boylarımızda Halep, Azaz, Tel Abyad, Resulayn ve İdlib’de bir ihtiyaç hâsıl olduğunda elimizden geleni yaptık. Ayrıca Ayn el Arab (Kobani) konusunda da aynı tutumu sergiledik. Nitekim bir hafta içinde Ayn el Arab’dan 200 bin Kürt kardeşimizi kabul ettik. Bu da bütün Avrupa’nın üç buçuk yıl içinde kabul ettiği Suriyeli mülteci sayısının bizim üç gün içinde kabul ettiğimizden daha az olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla yüreğimizi ve kapılarımızı Suriyeli kardeşlerimize açtık ama Türkiye’nin herhangi bir savaşa tek başına müdahil olması, söz konusu krize nihai bir çözüm getirmeyecek. Eğer gerçekten fiilî bir müdahaleye ihtiyaç varsa bütün uluslararası toplumun hep birlikte ve sadece Ayn el Arab’da değil, bütün Suriye’deki zulümlere karşı olması gerek. Zira Suriye’deki zulüm, IŞİD’den önce de mevcut. IŞİD geçen sene, yani Mart 2013’te ortaya çıktı. Ondan önce de yüz binlerce insan öldürüldü, kitle imha silahları kullanıldı, Scud füzeleri kullanıldı. İnsanlar dalga dalga Suriye’den kaçmak zorunda kaldı.

SUNUCU: Ancak Ayn el Arab, sadece Suriye için değil, Türkiye için de özel bir stratejik öneme sahip. Güvenlik çıkarlarınız Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline geçmesinin engellenmesini gerektiriyor.

DAVUTOĞLU: Sınırlarda IŞİD’in hâkim olmasını Türkiye için stratejik bir risk ve tehdit olarak görüyoruz. Bizim için sadece Ayn el Arab değil, 911 kilometrelik sınırımız boyunca yer alan Azaz, İdlib, Lazkiye, Cerablus ve Resulayn gibi bütün bölgeler stratejik önem arz eder. Biz tabii ki Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline düşmesini istemeyiz ama bunun için herkes elini taşın altına koymalı. Biz böyle bir müdahalenin olması için sivillerin güvenli alanlarda barınabilmesini sağlayacak güvenli bölgelerin oluşturulmasını gerekli görüyoruz. Yine IŞİD’e karşı verilen mücadele sonrasında rejimin hava bombardımanından sivil halkı korumak için de bir uçuşa yasak bölge istiyoruz. Tabii hepimiz Kobani’deki, Ayn el Arab’daki olaylara üzülüyoruz. Ancak bugünlerde dahi kimse Suriye rejim uçaklarının Halep’i bombaladığından bahsetmiyor. Kimse Suriye rejiminin zulmünün devam ettiğinden bahsetmiyor. IŞİD’in çıkmasının temel sebebi Suriye rejiminin acımasızca sürdürdüğü baskı politikalarıdır. Buna karşı direnen Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet güç kaybettikçe Suriye rejiminin desteklediği IŞİD güç kazandı. Dolayısıyla, Türkiye’nin stratejik çıkarı yeni bir Suriye’nin kurulmasıdır. Yoksa bugün IŞİD’in tasfiye edilmesi, yarın başka bir örgütün ya da rejimin IŞİD’in yerini doldurması sonucunu doğurur. Bizim için temel mesele bütün etnik, mezhepsel, dini grupların ve herkesin eşit vatandaş olduğu yeni bir Suriye’nin kurulması. Dünyanın da meselesinin bu olduğu kanaatindeyim. Yeni bir Suriye konusunda Suriyeli kardeşlerimize yardım etmemiz şarttır.

SUNUCU: Talep ettiğiniz tampon bölgenin şekli nasıl olacak ve alanı ne kadar?

DAVUTOĞLU: Biz hiçbir zaman tampon bölge talep etmedik, biz güvenli bölge talep ettik. Tampon bölge dediğinizde askerî bir anlam taşıyor ve sanki bir ülkeyle başka bir ülke arasında bir geçiş bölgesi gibi görülüyor. Hayır, bizim Suriye’nin ve hiçbir dost ülkenin toprağında gözümüz yok.

SUNUCU: Dünya basınının tamamı, sizin söylediğinizin tersine güvenli bölgeden değil, tampon bir bölgeden bahsediyor.

DAVUTOĞLU: “Mıntıka emine”. Bizim kastettiğimiz güvenli bölgedir. Yani öyle bir bölge ki Birleşmiş Milletler teminatı ya da uluslararası koalisyonun teminatı altında olsun. İnsanlar oraya sığındıklarında hava bombardımanından ve kara ordusunun bombardımanından uzak, güvenli olmalarını istiyoruz. Şu ana kadar Türkiye’ye dönük mülteci akınının en önemli kaynağı, Suriye rejiminin hava bombardımanıdır. Söz konusu bölgeyi neden istiyoruz? Çünkü Türkiye’de şu anda neredeyse bir milyon 800 bine yaklaşan mültecilerin bir milyon 600 bini Suriye rejiminden, 200 bini IŞİD’den kaçarak geldi. Dolayısıyla, bu rakamlara baktığımızda, IŞİD tasfiye olmuş olsa dahi Suriye halkı üzerindeki tehdit bitmeyecek çünkü Suriye rejimi Suriyelilerin en büyük tehdidi. Ancak güvenli bölgeler ilan edebilirsek Suriye halkı kendi topraklarında güvenli olur. Bütün ihtiyaçlarını yine Türkiye’den karşılasınlar, bundan hiç çekinmiyoruz. Ama artık Suriyeli kardeşlerimizin Suriye topraklarında kalmasını, kendi toprakları içinde gelecek inşa etmesini istiyoruz. Her türlü yardımı yine yapalım. Kastettiğimiz tampon bölge askerî bir tanımlama değil, askerî bakımdan da koruma altına alınmış insani bir güvenlik bölgesidir. Söz konusu bölgelerin yerleri ve derinliği oluşturulacağı bölgeye göre farklı olabilir.

SUNUCU: Güvenli bölgelerin yüzölçümü ne kadar olacak?

DAVUTOĞLU: Güvenli bölgelerin yüzölçümü ve doğası, bulunduğu yerlerdeki nüfus yoğunluğuna göre belirlenir. Mesela, Halep’te hem rejim saldırıları hem IŞİD’in saldırıları söz konusu. Bu nedenle Halep ile Türkiye sınırı arasında, İdlib ile Türkiye sınırına yakın yerlerinde, aynı şekilde Türkiye ve Lazkiye’nin kuzeyi arasında, yine Haseke’deki belli bölgelerde, şu anki Cerablus bölgesinde, Ayn el Arab’da ve ihtiyacı olan bütün bu yerlerde güvenli bölge olması lazım. Bu bölgelerin yüzölçümü ve derinliği ise insanların güvenliğine göre değişir.

SUNUCU: Bunu kim belirleyecek? Siz Türkler mi, Birleşmiş Milletler mi veya kim?

DAVUTOĞLU: Güvenli bölgelerin uluslararası meşruiyetinin güçlü olması için Birleşmiş Milletlerin belirlemesi en doğru olanıdır. Ne yazık ki Türkiye’de üç buçuk yıldır Birleşmiş Milletlerin karar almasını bekliyoruz lakin hiçbir karar alamıyor. Birleşmiş Milletler bu konuda karar alamıyorsa Suriye’ye müdahale konusunda oluşan uluslararası koalisyon ve gönüllüler koalisyonu, bu konuda belli kararlar alıp havadan koruma sağlayabilir. Bunun örneği de Irak’ta doksanlı yıllarda yaşandı. Irak’ta 90’lı yıllarda Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra uzun bir süre belli bir paralelin kuzeyi ve güneyi güvenli bölge ilan edildi ve Saddam’ın saldırılarına karşı korundu. Türkiye, böyle bir koruma alanı oluştuğunda her türlü katkıyı vermeye hazır. Ancak böyle bir koruma alanı yokken tek başına Türkiye’nin müdahalesini istemek bütün bu riski tek başına Türkiye’nin üstlenmesini istemektir. Bizim burada vurguladığımız husus şu: Hangi strateji uygulanacaksa uygulansın bu strateji bütün Suriye’yi kapsamalı, geçici olmamalı, tek boyutlu olmamalı, tek bir bölgeye veya şehre münhasır olmamalı. Nasıl Ayn el Arab’daki Kürtlerin korunma hakları var, aynı şekilde Tel Abyad’daki Arapların, Çobanbey ya da Bayırbucak’taki Türkmenlerin, İdlib’deki Arapların, Afrin’deki Kürtlerin de koruma altına alınmaya hakları var. Ama biz sadece bir noktaya ve sadece IŞİD’den gelen tehdide yoğunlaşırsak tabiri caizse bu, meseleye sadece geçici bir çözüm olur. Biz artık Suriye’de kalıcı bir çözümün zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu düşünüyoruz.

SUNUCU: Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin sizin güvenli bölgeyle ilgili şartınızı kabul ettiği ve bunu ilan etmek üzere olduklarına dair sızan haberlerin doğruluk derecesi nedir?

DAVUTOĞLU: Bu konuyu bütün taraflarla görüşüyoruz. Biz, çok acılı üç buçuk yıl geçirdik. Nihayetinde 911 kilometre sınırıyla Suriye’ye en uzun sınırı olan ülke biziz. Uzakta olan ülkelerin bazen burada yaşanan dramları anlaması vakit alabiliyor. Biz bıkmadan usanmadan üç buçuk yıldır uluslararası topluma çağrıda bulunduk. Sadece Suriye konusunda değil, Irak konusunda da çağrıda bulunduk. Irak’taki ve Suriye’deki mezhepçi, tek bir gruba dayalı politikaların büyük bir tepki ve sonuçta bir güç boşluğu oluşturduğu konusunda hep ikaz etmeye çalıştık. Yine ikaz etmeye devam ediyoruz. Maalesef daha önce bu konularda yeterli ve zamanında fikir birliğine varılamadığı için Suriye’de 300 bin kardeşimiz katledildi. Bunlar insan. Onların her birinin hayatı, dünyanın diğer köşelerinde yaşayanlar kadar azizdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin temel görevi, böylesine derin bir krize çözüm bulmak. Ama maalesef bu mümkün olmadı. Türkiye olarak bu konudaki düşüncelerimizi Amerika, İngiltere gibi bütün ilgili çevrelerle paylaşıyoruz ve krizi bitirmenin tek yolunun kapsamlı çözüm olduğunu vurguluyoruz.

SUNUCU: Batılı İngiliz, Amerikan, Alman yazar ve yorumcular, Amerika ve koalisyonun IŞİD’e karşı yürüttüğü 400 milyar dolarlık savaşın mahiyetini anlamadıklarını söylüyor. IŞİD’in her geçen gün genişlemesi ve yeni zaferler kazanması gerçeğini göz önünde bulundurarak bu savaşın mahiyetini ve hedeflerini açıklayabilir misiniz?

DAVUTOĞLU: Aslına baktığımızda, vaktinde çözülemeyen krizlerin bedelini şimdi ödüyoruz. Üç sene önce 2011 yılında Arap Baharı başlayıp Arap gençleri sokağa çıktığında dünyadaki bütün diğer gençler gibi aynı şeyleri istiyorlardı. Bu gençler daha çok özgürlük, refah, izzetli bir hayat, siyasi katılım ve liderlerin veya ülkelerini idare edenlerin hesap verilebilir nitelikte olmalarını istedi. Bunlar Avrupa, Amerika veya dünyanın her bir köşesinde gençlerin istediği taleplerdi. 2011 yıllında ortaya atılan söz konusu talepler, 2012 yılında büyük bir ümit ortamı doğurdu. Lakin 2013’ten bu yana bu taleplerin bastırılması ve maalesef uluslararası toplumun bu talepleri bastıranlara karşı etkin bir yöntem ve ilkeli bir tutum benimsememesinden dolayı IŞİD denilen yapı, 2013’ün baharında doğdu. Yani bunu şunun için zikrediyorum: IŞİD bir neticedir, bir sonuçtur, çok büyük bir tehlikedir, tehdittir ve mazur görülemez. Ama bir taraftan da IŞİD’e karşı verilen mücadelenin esas yürümesi gereken alanın siyasi, kültürel bir mücadele alanı olduğunu da herkesin fark etmesi lazım. Baskı altında tutulan kitleler ümitlerini kaybettiklerinde radikalleşirler. Şunu sormak lazım: Arap gençlerinin ümidini kim tüketti? Suriye ve Humus’ta Sadece ve sadece özgürlük, fikir özgürlüğü, onurlu bir hayat isteyen insanların ümidini kim tüketti? 2011 yılında Arap dünyasının her bir köşesinde büyük ümitler, büyük bir gelecek beklentisi vardı. Şimdi bu soruları sormadan teröre karşı yürütülecek bir mücadele, bir gün belki başarıya ulaşır. Lakin bir terör örgütü gider, başka bir terör örgütü gelebilir. Esas itibarıyla, Arap halklarının ve gençlerinin o haklı taleplerine saygı duymak gerekir. Bundan beş sene önce, on sene önce el Kaide’yi konuşuyorduk. Ondan daha önce başka terör örgütlerini konuşuyorduk. Şimdi ise IŞİD’den söz ediyoruz. Bunun tek çözümü, meşru siyasi yönetimler ve kendi halkına saygı duyan liderler. Biz Türkiye’de çok ciddi ve büyük siyasi tecrübeler sonucunda buraya geldik. Düşünün, Beşar Esad halkını bombalamak yerine o halkı dinlemeyi deneseydi ve üstlerine kimyasal silah, Scud füzesi kullanmak yerine o gençlere kulak verseydi IŞİD ortaya çıkabilir miydi? Ya da Beşar Esad, halkını dinlemeyip insanları katlettiğinde Bosna’da Miloşeviç’e karşı harekete geçen uluslararası toplum, Suriye’de de kimyasal silah kullandığında Beşar Esad’a karşı harekete geçseydi IŞİD doğabilir miydi? Vaktinde çözülemeyen krizler bir kartopu gibi daha büyük bir yumak halinde önünüze geliyor. Ondan sonra da milyarlarca dolar harcamak, çok riskli operasyonlar yapmak ve çok daha fazla kan dökülmesi sonucunda bir netice almak zorunda kalıyoruz. Burada en önemli şey, aynen tıpta olduğu gibi koruyucu hekimlik tarzında daha olay çıkmadan, kriz çıkmadan onu çözmeye dönük politikalar geliştirmek. Onun için şimdi bize dönük tavsiyede bulunanlara şunu söylüyoruz: İlkeleri açık olan kapsamlı bir strateji geliştirin, daha sonra sonucunda ne olacağını görelim. Her türlü katkıyı yapmaya hazırız. Ama bunlar ortaya konmadan sadece bir tehdide dönük tek boyutlu bir mücadele, bugün bir radikal örgütü tasfiye edebilir ama radikalizme karşı gerçek bir zafer kazanılmasını mümkün kılmaz. Zira bugün tasfiye ettiğimiz örgütün yerine başka bir örgüt çıkar. O bakımdan kültürel, siyasi, askerî, ekonomik boyutları olan daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.

SUNUCU: Sayın Başbakan, IŞİD’in doğuşu ve böyle kısa bir sürede bu kadar geniş bir alana yayılması kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Birçok kişi, IŞİD’in arkasında batılı istihbarat teşkilatlarının olduğu, içerisine sızılıp Arap dünyasında hayal kırıklığına uğrayan heyecanlı gençlerin bir araya getirildiği görüşünde. Türk hükûmeti olarak, size göre IŞİD kimdir?

DAVUTOĞLU: Aslına bakarsanız IŞİD’i ortaya çıkarak faktörler, bundan on sene öncesine kadar gider. Nitekim ilk olarak, bildiğiniz gibi, Amerika’nın Irak’a müdahalesi sonrasında Irak Kaide’si olarak ortaya çıktı. Sonra söz konusu yapı, değişe değişe, kendini bir anlamda dönüşüme uğrata uğrata geçen sene mart ayında kendisini Suriye ve Irak’ı da kapsayan bir yapı haline dönüştürdü. IŞİD’in yıldızı ne zaman parlamaya başladı? Bağdat ve Şam’daki çok geniş Sünni kitleler tümüyle dışlanıp mezhepçi tutumla karşı karşıya kaldıklarında. O dönemde maalesef Musul ile Halep, Anbar ile Rakka arasındaki alanlarda kalan kitleler farklı arayışlara yöneldiler. Lakin terör tecrübesi olan mahkûmların Ebu Gureyb ve Mezze hapishanelerinden çıkması, IŞİD’in ortaya çıkmasının temel faktörü oldu. Söz konusu deneyimli mahkûmlar, Irak ve Suriye’deki güçlerini toplamaya başladı. İlginç bir şekilde, uzun bir dönem Suriye rejimi IŞİD ile hiçbir savaş yapmadı ve onları bombalamadı. Aksine, onlara taktik destek verdi. Suriye rejimi aynı dönemde, Özgür Suriye Ordusu’nu havadan bombaladı. Hava saldırısı nedeniyle Özgür Suriye Ordusu, elinde tuttuğu Cerablus ve Azaz gibi şehirlerden çekildiğinde ortaya çıkan boşluğu IŞİD doldurdu. Suriye rejimi, Özgür Suriye Ordusu’nun karşısına cesaretle savaşacak kara birlikleri çıkaramadığı için havadan bombaladı ve IŞİD’in çatışma yerlerine girmesi için zemin hazırladı. Şimdi IŞİD’den muzdarip Kürtleri temsil ettiğini iddia eden ama bütün Kürtleri temsil etmeyen PYD, uzun süre IŞİD ile çatışmadan yan yana yaşadı. Hem PYD hem IŞİD, uzun bir süre rejimle işbirliği yaptı. Her ikisinin hedefi de Suriye halkının haklarını korumaya çalışan Özgür Suriye Ordusu’nun alanını daraltmaktı. IŞİD, söz konusu şartlar altında ortaya çıktı. Sonra Bağdat ve Musul’daki Sünniler yok sayılıp kenara atılınca ve buna karşı ciddi tepkiler oluşunca IŞİD, bu bölgelerde elverişli atmosfer buldu. IŞİD gibi örgütlerin farklı istihbarat örgütleri tarafından taşeron olarak kullanıldığı konusunu geçmişte çok örneğini gördük. Ama esas itibarıyla Suriye rejiminin IŞİD’e çok güçlü bir taktik destek sağladığını da göz ardı etmemek lazım. Eğer Suriye rejiminin hava saldırıları olmasaydı Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet, bu alanları boşaltmak zorunda kalmazdı.

SUNUCU: Biz IŞİD’in çizilmiş bir haritaya göre hareket ettiğini ve onun dışına çıkmadığını gözlemliyoruz. Uzmanlar, IŞİD’in belli noktalarda hareket ettiğini, belli noktalarda durduğunu ve adeta önceden belirlenen bir haritaya göre davrandığını belirtiyor. IŞİD’in istihbarat ilişkilerine dair elinizde kanıtlanmış bilgiler var mı? Nitekim baktığınızda ordular onun önünde satranç taşları gibi dağılıyor? Küçük bir gücü bir yıl içerisinde, yaklaşık olarak Irak’ın ve Suriye’nin üçte birine hükmeder hâle getiren nedir?

DAVUTOĞLU: İşte burada bence en temel mesele, Irak ve Suriye ordusunun kendi topraklarını koruyacak milli ordu niteliklerini kaybetmiş olması. Irak ordusu niçin Musul’u hemen terk etti? Çünkü Musul’u savunmak yerine geri çekilip Samarra’yı, Şii kutsal bölgeleri savunmayı düşündü. Suriye ordusu ise zaten Halep, Rakka ve İdlib’e savaş ilan etti. Şimdi ilginç bir şekilde Suriye muhalefetini vaktinde silahlandırmakta tereddüt edenler, dolaylı olarak IŞİD’i silahlandırmış oldular. Çünkü Amerika’nın Irak’a verdiği sofistike silahlar, Irak ordusu Musul’da bıraktıktan sonra IŞİD’in eline geçti. Söz konusu silahlar, son derece sofistike ve önemli silahlardır. Şimdi tabii, bu olayı çok dikkatli analiz etmeden IŞİD’in bölgede nasıl bu kadar geniş bir alanda hâkimiyet kurduğunu anlamamız kolay olmaz. Esas itibarıyla, maalesef Suriye ve Irak rejimlerinin dışlayıcı politikaları, uluslararası toplumun bu rejimlerin bu politikalarına göz yumması, IŞİD’in önünde geniş bir alan açtı. Bununla beraber, biraz önce zikrettiğim nedenler, IŞİD’in başka çevreler tarafından desteklenmesi, Musul’da Irak ordusunun bırakıp gittiği Amerikan silahlarına sahip olması, IŞİD’i askerî bir güç haline dönüştürdü.

SUNUCU: Ayn el Arab’ın IŞİD’in eline geçmesi Türkiye’nin tutumunu değiştirir ve sizi Meclisten aldığınız yetkiye dayanarak bölgeye müdahale etmeye iter mi?

DAVUTOĞLU: Biz Parlamentodan tezkereyi çıkarırken bunu bir müdahaleden çok, Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlamaya yönelik bir tedbir olarak çıkardık ve Türkiye’ye yönelik bir tehdit olursa kullanmakta da tereddüt etmeyiz.

SUNUCU: Koalisyona başvurmadan mı?

DAVUTOĞLU: Tabii ki Türkiye’nin güvenliğine yönelik en ufak bir tehdit olduğunda Türkiye buna cevap vermekte tereddüt etmez. Nasıl Suriye rejimi uçakları Türk hava sahasını ihlal ettiğinde tereddüt etmeden bir uçak ve bir helikopter düşürdük, Suriye hududunu ihlal eden herkese karşı Türkiye tedbir alır. Bunda da hiç tereddüt etmeyiz. Gerekli talimatlar silahlı kuvvetlerimize verildi. Ancak Türkiye’ye doğrudan bir tehdit ve saldırı olmadan Suriye’nin içinde bir operasyon için uluslararası koalisyonla birlikte hareket etmeyi tercih ederiz. O hareketi de güvenli bölgeler, uçuşa yasak bölgelerle birlikte değerlendiririz. Ayrıca kesinlikle, bu konuyla ilgili Batı kamuoyunu yatıştırıcı açıklamalar değil, net bir vizyon ve kapsamlı bir strateji görmek istiyoruz.

SUNUCU: Güvenli bölgeye ilişkin yakın zamanda bir sonuca ulaşabileceğinize inanıyor musunuz? Ne zaman?

DAVUTOĞLU: Mümkün, lakin kesin bir şey söylemek zor. Biz bunun için yoğun bir müzakere yürütüyoruz, Ayn el Arab’ın düşmesini istemeyiz. Ayn el Arab’ın düşmemesi için elimizden gelen katkıyı sağlarız. Ama bütün sorumluluğu Türkiye’nin üzerine yüklemeye kimsenin hakkı yok. Zira Suriye’deki krizin sorumlusu Türkiye değil. Herkesin elini taşın altına koyması lazım. Ayn el Arab’ın düşmesi istenmiyorsa Ayn el Arab’daki durumun diğer yerlere sıçramasına engel olmak lazım. Şunu sormak da herkesin hakkı. Ayn el Arab’ın düşmemesini talep ediyorlar. Peki, Rakka, Cerablus, Musul düşerken nerdeydiler? Musul’u terk etmediği için bizim Başkonsolosumuz rehin alındı. Musul’u terk eden Irak ordusunun sorumluluğu nerede? Peki, Azaz düşerken neredeydiler? Dolayısıyla, meseleyi sadece Ayn el Arab veya tek bir bölgeyle bağlamak doğru değil. Bizden bir şey talep eden, masaya çözüm için kapsamlı bir strateji koymalı, bu stratejinin uygulanması esnasında Türkiye’ye yönelecek mülteci akınını nasıl engelleyeceğini de anlatmalı. Bütün bunları ve bundan sonraki aşamada Suriye’de doğacak yapının mahiyetini anlamamız gerek. Yoksa IŞİD’e karşı mücadele etmek bahanesiyle Suriye rejimini meşrulaştırmaya kesinlikle razı olmayız.

SUNUCU: Ayn el Arab’ı savunanlara katılmak isteyen Türkiyeli Kürtler var. Onlara kentin düşüşünü önlemek, kardeşlerinin yanında savaşmak için geçiş izni verecek misiniz?

DAVUTOĞLU: Türkiye’de Arap nüfus da var, Türkmen nüfus da var, onlar da giderek Suriye’de bunu yapmak istediler. Onlara da aynı politikayı uyguladık. Türkiye sınırı öyle bir sınır ki mesela Resulayn’da, karşı tarafta Afrin’de ve Ayn el Arab’da her iki tarafta da Kürtler var. İdlib’de, Halep’te, Azaz’da her iki tarafta Araplar var. Cerablus’ta ve Lazkiye’de her iki tarafta Türkmenler var. Eğer biz- ki bütün bunları kendimize kardeş kabul ederiz- onların gidip orada savaşmalarına izin verirsek tüm Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının savaşmalarına göz yummak gerekir ki bu, büyük bir kargaşaya neden olur. Ama oradakilerin bulundukları yerlerde kendilerini savunmaları için neler yapılabilir, bunu tabii konuşmak gerekir veya Türkiye’ye gelen mülteciler Suriye’ye dönüp kendi toprakları için savaşmak isterse ona hiçbir zaman engel olmayız. Ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının giderek savaşmalarına göz yummak, bir müddet sonra başka yerlerde başka talepleri de beraberinde getirir. Türkiye için bir Arap’ın bir Türkmen’e, bir Türkmen’in bir Kürt’e, bir Kürt’ün bir Arap’a üstünlüğü yoktur. Herkes eşit şekilde bizim kardeşlerimizdir. Birine vereceğimiz hakkı, diğerine de vermemiz gerekir. Aksi halde Türkiye-Suriye sınırını kontrol etmek imkânsızlaşır.

SUNUCU: IŞİD’i eleştirmenize rağmen, IŞİD ile özel ilişkiler kurduğunuz yönünde hükûmetinize yönelik suçlamalar var. IŞİD ile ilişkiniz var mı?

DAVUTOĞLU: Kesinlikle bunlar iftiradan ibarettir. Türkiye’nin hiçbir şekilde IŞİD ile herhangi bir ilişkisi hele hele desteği söz konusu olamaz. Türkiye hiçbir zaman, radikal örgütlerle ve özellikle de bu şekildeki teröre ve şiddete yönelmiş örgütlerle ilişkilere girmemiştir. İslam bir barış dini ve IŞİD’in kullandığı yöntemlerle savunulamaz ve kesinlikle İslam’ın bir barış dini olarak bu yöntemlerle anılmasını da arzu etmeyiz. Dolayısıyla, bizim bu tür yapılarla herhangi bir şekilde ilişkiye geçmemiz söz konusu olamaz. Ama bilmemiz gerekir ki bu yapılarla gerçekte ilişkide olanlar, bu yapıları destekleyenler, Suriye rejimidir. Bu örgüte destek olanların açtığı alanda, bu tür terör yapıları gelişti. Türkiye’nin böyle bir ilişkisi asla söz konusu değildir. Bunu gündeme getirenler, çok büyük bir karalama ve iftira kampanyasının bir parçasıdırlar. Ancak bizim Suriye Özgür Ordusu’ndaki ılımlı muhalefete destek verdiğimiz ve bu desteği sürdürdüğümüz herkesçe biliniyor. Suriye halkının yanındayız. Suriyelilerin yanındayız. Ancak Suriye halkına zulmeden rejimin de, Suriye halkına yine zulmeden bu terör yapılarının da karşısındayız.

SUNUCU: Öyle anlaşılıyor ki başta ABD olmak üzere Batı, Esad rejimini düşürme seçeneğinden vazgeçmiş görünüyor. Batı’nın Esad’ı yönetimde tutma yönündeki politika değişikliği konusundaki tutumunuz nedir?

DAVUTOĞLU: Bu çok büyük bir hata olur. Eğer Suriye rejiminin bu kadar cinayetten sonra hele hele kimyasal silah kullandıktan sonra Esad rejiminin kalmasına rıza gösterilirse bundan sonra başka zorbaların da kendi halklarını katletmelerinin önüne geçmek mümkün olmaz. Biz hiçbir zaman, Suriyeli kardeşlerimize böylesine acımasızca yöntemlerle saldıran ve onları evsiz, Suriyeli masum çocukları annesiz babasız bırakan bir rejimin meşru gösterilmesine, bu rejimle ilişki içinde bulunulmasına rıza göstermeyiz. Türkiye olarak her zaman Suriye halkının yanında olduk ve olmaya devam edeceğiz.

SUNUCU: İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdüllahiyan 10 Ekim’de yayımlanan açıklamalarında ve birçok İranlı yetkili, İran’ın Esad’ın düşmesine müsaade etmeyeceğini söyledi. Siz sadece IŞİD’e karşı değil Esad’a karşı da koalisyonun harekete geçmesini talep ediyorsunuz. Biz Suriye topraklarında bir Türkiye-İran çekişmesiyle mi karşı karşıyayız?

DAVUTOĞLU: İran ile bu konuda görüş ayrılığımız olduğu doğru. İran ile Türkiye, iki tarihi ilişkilere sahip komşu ülkeler olarak hep iyi komşuluk ilişkileri kurmaya özen gösterdik. Bu çerçevede de en zor zamanlarda İran’ın nükleer programı konusunda ilkeli tutumumuz da herkesin malumudur. Ama biz nasıl İran’ın nükleer konusundaki tutumumuzda ilkeli davrandıysak aynı ilkeli davranışımızı zalim rejimlere karşı da gösterdik. Yani bir yönetimin kendi halkını katletmesi, hiçbir şekilde mazur gösterilemez ve bu konuda da tutumumuz ilkeseldir. Bu konuda da İran ile birçok ortak teşebbüsler içerisinde bulunduk. Dışişleri Bakanlığım döneminde defaatle İran ile bu konuları görüştük. İran ile birlikte Suriye rejimini başta da ikna etmeye çalıştığımız anlar oldu. Suriye rejimi kendi halkına zulmetmeye devam ettiğinde- ki geçmişte iyi ilişkilerimiz olan bu yönetimle- ilişkilerimizi kesmeyi ve Suriye halkının yanında olmayı tercih ettik. İran yönetimi ise Suriye yönetiminin yanındaki politikasını sürdürdü. Bu konuda görüş ayrılığımız var ancak herhangi bir çözüm çabası içinde her zaman herkesle görüşme iradesine sahip olduğumuzu sürekli vurguladık. Ümit ederiz ki İran, Suriye yönetimi üzerindeki gücünü kullanır ve Suriye rejiminin kendi halkına karşı gerçekleştirdiği bu katliamların durması yönünde çaba sarf eder.

SUNUCU: Sayın Başbakan, çok iyi biliyorsunuz ki Suriye’yi Beşar Esad değil, Devrim Muhafızları, Kudüs Tugayları Komutanı Kasım Süleymani yönetiyor. Siz Beşar Esad rejiminin yıkılmasını talep ettiğinizde, Esad’ın liderliğini yaptığı Alevi yönetimi değil, Suriye’deki molla rejiminin yıkılmasını talep ediyorsunuz aynı zamanda.

DAVUTOĞLU: Bizim için Suriye yönetiminde Alevi ya da Sünni birinin olması temel bir mesele teşkil etmez. Geçmişte Beşar Esad Nusayri’ydi ama yine bizimle gayet iyi ilişkileri vardı çünkü biz, hiçbir zaman mezhepçi bir politika takip etmedik. Niye ilişkilerimiz iyiydi? Çünkü o zaman halkını katletmiyordu, halkını katletmeye başladığında ben üç kere Şam’a gittim, uzun saatler boyunca ikna etmeye çalıştım, 8-10 ay. Ama bizi dinlemektense maalesef Suriye’de azınlık yönetimini devam ettirmeye çaba sarf etti. Bizim burada önemli olan temel ilkemiz insan haklarına saygı, yönetimlerin kendi halkına karşı merhamet ve şefkat göstermesi ve hiçbir şekilde zulme alet olunmaması. Hepimiz İsrail’e karşıyız ama bütün Ortadoğu ülkelerinin de bilmesi gereken gerçek şu ki Suriye rejimi, İsrail’in öldürdüğünden daha fazla Müslüman’ı katletti. Biz bunu İranlı dostlarımıza çok söyledik.

SUNUCU: İran Devrim Muhafızları’nın yardımıyla…

DAVUTOĞLU: Bir tarafta İsrail Gazze’deki camileri bombalarken, Suriye uçakları ramazanda teravih namazında Halep’teki, Humus’taki, Şam’daki mescitleri bombaladı. Bizim için nasıl mazlumun kimliği yoksa zalimin kimliği de yoktur. Mazlum hangi dinden, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden olursa olsun ona sahip çıkarız. Zalim hangi dinden, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden olursa olsun kardeşimiz dahi olsa ona karşı çıkarız. Türkiye’nin tutumu ilkeseldir ve bu ilkesel tutumu tek başına kalsa da sürdürmeye kararlıdır.

SUNUCU: Soruma cevap vermediniz. Suriye rejimini koruyan İran Devrim Muhafızları var ve şu anda siz rejimi yıkmak için ılımlı muhalefeti eğitiyorsunuz. Bu da, Suriye’de İran Devrim Muhafızlarıyla bir çatışmaya girme anlamına gelmiyor mu?

DAVUTOĞLU: Suriye rejimine destek için İranlı unsurların Suriye’ye gittiği doğrudur ve Hizbullah’ın da Suriye rejimine destek verdiğini biliyoruz. Bizim meselemiz, İran’a ya da Lübnan Hizbullah’ına karşı bir mücadele içine girmek değildir. Sadece ve sadece Suriye halkına destek veriyoruz. Yabancı savaşçılara karşı çıkanlar dâhil herkesin burada ilkeli olması lazım. Yabancı savaşçıya karşı çıkmalıyız ama Suriye’ye giren Hizbullah da yabancı savaşçı sayılır. Suriye’ye giren bazı İranlı veya Rus askeri danışmanlar da yabancı savaşçıdır. Bütün yabancıların Suriye’den elini çekmesi lazım. Hangi niyetle ve ne şekilde olursa olsun Suriye’yi, Suriyelilere bırakalım ve Suriyeliler kendi geleceklerine istedikleri...

SUNUCU: Sayın Başbakan, Suriye’de Alevi rejiminin yanında Rus savaşçıların varlığını teyit ediyor musunuz?

DAVUTOĞLU: Bunu Rusya ve İran’ı tek başına kastederek söylemedim. Ben Suriye’deki tüm yabancı savaşçılara karşı olduğumuzu ifade ettim. Bütün bu Suriye’deki yabancı savaşçılara karşı, hepimiz ilkesel olarak karşı çıkmamız lazım. Yani kim olursa olsun Suriye’de yabancı savaşçı olmamalı. Bundan dolayı Türkiye de hiçbir zaman kendi gençlerinin Suriye’ye gitmesine rıza göstermedi. Biraz önce sorduğunuz soruda olduğu gibi Türkiye’den Kürt kökenli ya da Arap kökenli gençlerimizin de Ayn el Arab’a giderek savaşmalarını istemedik. Çünkü bunun olayı daha da olumsuz bir yere götüreceği kanaatindeyiz. Herkesin de buna özen göstermesini bekliyoruz.

SUNUCU: Bölgedeki İran nüfuzu büyüyor. Sana’nın düşmesinin ardından İran, elinde dört Arap başkenti olduğunu ilan etti. İran’ın bölgedeki büyük yayılışı tehdit oluşturmuyor mu? Bu, Türkiye’nin çıkarları için bir tehlike değil mi?

DAVUTOĞLU: Türkiye olarak, hangi ülke olursa olsun, bir ülkenin başka bir ülke üzerinde şekli ne olursa olsun hâkimiyet kurmasına karşıyız. Biz bu topraklarda yaşayan halklar olarak Türkler, Kürtler, Araplar, Acemler, İranlılar hepimiz yan yana barış içinde yaşamalıyız. Herhangi bir ülke eğer başka bir ülkenin toprağı üzerinde hak iddia etmeye başlarsa bunun sonu gelmez. Yapılması gereken şey, herkesin diğer ülkelerin egemenliklerine saygı göstermesidir. Özellikle de bölgemizde bir Sünni-Şii gerilimine yol açacak davranışlardan kaçınmak elzemdir. Bu bölge, çok acılar çekti, çok büyük ızdıraplar yaşadı. Artık bu bölge halklarının da barışa ve huzura ihtiyacı var. Bölgede etnik ve gizli savaşlar üzerinden ortaya çıkacak tablo, hiç kimsenin menfaatine olmayacak. Biz buna karşıyız. İran’ın ya da herhangi bir başka ülkenin bu tür yöntemlere başvurmasına karşıyız. Bakış açımıza göre yeni bir bölgesel düzenin kurulması ve herkesin bu bölgesel düzen içerisinde, kendi sınırlarında, kendi egemenlik alanında saygı görmesinin yanında başka ülkelerin egemenlik haklarına da saygı gösterilmesi elzemdir.

SUNUCU: İran’ın girdiği, etki altına aldığı ya da etkisi altında olduğunu ilan ettiği bölgelerin büyük bölümü yüz yıl önce Osmanlı mıntıkasıydı. Fars İmparatorluğu, yüz yıl önceki Osmanlı’ya ait toprakları ele geçirecek şekilde genişliyor mu?

DAVUTOĞLU: Osmanlı tarihi üzerine çok yorumlar yapıldı. Arap toplumlarını ve bazen de Balkanlarda Balkan halklarını bize karşı kışkırtmak isteyenler, Osmanlı tarihini olumsuz bir niyetle anlatmaya ve Yeni Osmanlıcı tabirle Türkiye’ye karşı bir kampanya yürütmeye çalıştılar. Aslında yaşananlar da gösteriyor ki Türkiye’nin hiçbir zaman başka ülkelerin toprağında da geleceğinde de iddiası olmadı. Osmanlı Devleti ise sadece Türklerin devleti değildir. Osmanlı Devleti Arapların da, Boşnakların da, Arnavutların da, Kürtlerin de, Sırpların da devletidir. Osmanlı Devleti’nin son beş-altı sadrazamından iki tanesi Arap’tır. Hayrettin Tunusi Paşa, Said Halim Paşa gibi. Neredeyse Türk kökenli yoktur, Arnavut kökenli vardır, Arap kökenli vardır. Osmanlı, bu bölgede Abbasiler’den, Emeviler’den ve Eyyubiler’den ileri gelen bir çizginin son kadim devletidir. Dolayısıyla biz, Osmanlı tarihini ortak tarihimiz olarak görürüz. Tabii bizi bazen “Yeni Osmanlıcı” diye suçlama çalışmalarının ardındaki temel sebep, bölgede Türklerle Araplar arasında, Türklerle diğer kavimler arasında ihtilaf çıkarma teşebbüsüdür. Biz her zaman her yerde şunu söyledik: Bölgenin en küçük ülkesi kimse biz onunla eşitiz, coğrafi olarak ya da nüfus olarak. Hiçbir ülkeye herhangi bir şey dikte etmedik. İran konusundaki soru ise, bu soruyu İranlılara yöneltmek lazım. Ama bölgeyi bir Osmanlı- Fars ya da Türk-İran rekabeti şeklinde değerlendirmeyi doğru görmem. Biz nihayetinde Irak’taki Şiilerin de dostuyuz. Irak’taki Şiiler, Osmanlı Devleti’ne hiç isyan etmediler. Aynı şekilde Lübnan’daki Dürzîler, Şiiler de hep Osmanlı Devleti ile gayet iyiydi…

SUNUCU: İran nüfuzu Beyrut’ta başlayıp Şam’a, Bağdat’a, Arap yarımadasının doğu sahillerinden Sana’ya kadar uzanıyor. Arap yarımadası bütün cephelerinden Şia etkisiyle kuşatılmış durumda… İran yani…

DAVUTOĞLU: İşte bu tehlikeli bir senaryodur. Zaten terör ve radikal eylemlerin ortaya çıkmasına sebep olan da bu mezhep temelli yaklaşımdır. Türkiye kültürel olarak içinde Sünni ve Alevi unsurlar da olan ve nihai olarak seküler yapıya sahip bir devlet olarak hiçbir zaman mezhepçi bir yapıyı savunmadı. Mezhep ya da din temelli ayrışmaları da doğru görmedik. İran’ın bu dediğiniz kuşakta bir Şii ekseni oluşturma çabasını, tasvir ettiğiniz şekilde bölgede Şii-Sünni gerilimini artıracak ve mezhep çatışmalarına yol açabilecek tehlikeli bir senaryo olarak değerlendiririz. Burada İran ile de, bütün diğer ülkelerle de öncelikle mezhep temelli ayrışmalar karşısında bir araya gelinmesi gerektiğini düşünüyor ve buna inanıyoruz. Onun için biz, Esad kendi halkına zulmedene kadar hiçbir ülke liderini şu veya bu mezhepten diye dışlamadık. Ama bölgeyi siyasi ya da mezhebi bir rekabet alanı halinde görmek ya da bu hale getirmek geleceğe yönelik çok fazla riski de beraberinde getirir.

SUNUCU: İran’ı 25 yıl boyunca şer ekseni olarak tanımlayan Batı’nın İran’a bu yayılmacılığına karşın elini uzatması, ne anlama geliyor? Hatta İngiltere hükûmetinin yaptığı gibi Bağdat, Şam ve diğer yerlerde istikrarlı hükûmetlerin kurulmasına katkı sunmasını talep ediyor. İran, kendi sınırları içerisindeyken bile Batı tarafından tehdit olarak görülürken şimdi yayılmasına rağmen Batı ona elini uzatır oldu. Bu konudaki yorumunuz nedir?

DAVUTOĞLU: Burada tabii gerçekten siyasi anlamda bakıldığında bölgede çok değişik koalisyonların ve kısa dönemli koalisyonların oluşmakta olduğunu görüyoruz. Ama bu da bölgede kalıcı bir istikrarın önünde engel teşkil ediyor. Ülkeler eğer tutumlarını konjonktürel ihtiyaçlara ve geçici taktiksel hesaplara dayandırırlarsa bir müddet sonra bölgede kalıcı bir düzen kurma imkânı kalmaz. Dediğiniz şekilde, bir taraftan İran üzerinden nükleer mesele sebebiyle baskı uygulamak, diğer taraftan bölgesel konularda İran ile işbirliği içine giren bir politika yürütmek, bölgede kalıcı dengelerin oturmasına engel teşkil edebilir. Hele hele Irak, Suriye ve Lübnan gibi Sünni-Şii dengesinin son derece hassas olduğu ve geniş Sünni kitlelerin kendilerini sahipsiz addettikleri veya savunmasız addettikleri tablonun sürdürülmesi, maalesef radikal terör örgütlerin önünü açar ve oluşacak siyasî boşluğunun doldurulma riskini beraberinde getirir. O bakımdan her şeyden önce, bütün bölge ülkelerinin ve uluslararası toplumun önemli ülkelerinin bu bölgede mezhep ve din temelli ayrışmaların karşısında durması elzemdir. Aksi takdirde iç istikrarsızlıklarla ülkeler, yönetilme kabiliyetlerini kaybederler. Aslında bugün bölgede ve dünyada üç grup ülke var: Birincisi, stratejik vizyonu olup kendi yönetim kabiliyeti olan ülkeler. Bu ülkeler, yükselişte. İkincisi, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyeti olanlar. Bu ülkeler, yerlerinde sayıyor. Üçüncüsü, vizyonu olmayıp yönetme kabiliyetine sahip olmayanlar ise ciddi parçalanmalar içine giriyorlar. Maalesef bölgede birçok ülke vizyonunu da yönetme kabiliyetini de kaybettiği için ciddi parçalanmalar içinde. Kendi yönetiminde âciz herhangi bir ülkeyi yönetmeniz zor olur. Parçalanmış ve çatışmalar yaşayan bir ülke üzerinde etki kurduğunuzda, size ve bu ülkeye fayda gelmez. Onun için hepimizin, herkesin her şeyden önce bu parçalanmış ülkeleri tekrar yönetilebilir hale getirmesi lâzım. Onun için biz geçen sene Suriye konusunda Cenevre-2 sürecini destekledik ve muhalefeti oraya katılmaya ikna ettik. Muhalefetle rejimin aynı masa etrafına oturması için yoğun çaba sarf ettik. Ta ki Suriye yönetilebilir sağlıklı yeni bir yapıya kavuşsun. Ama maalesef rejim, herhangi bir işbirliğine ve herhangi bir tavize yanaşmadı ve bütün ümitler bu anlamda çöktü. Dikkat ederseniz ondan sonra, böyle çözüm ihtimali ortadan kalktıktan sonra IŞİD türedi. IŞİD’e destek ortaya çıkmaya başladı. Mesele şu veya bu başkentte veya ülkede etki kurmak değil, o ülkeye ne kazandırıldığı, ne getirildiğidir. O ülkeye kan mı, barut mu, ölüm mü getirildiği, yoksa refah mı, barış mı getirildiği önemlidir. Onun için Batılı-Doğulu, bölge ülkesi, uluslararası alanda olan herkesin- liderlik arayışı içinde olmadan- bu ateşi söndürmek ve insanlığa faydalı olmak için daha iyi bir politika izlemesi ve etki mücadelelerinden daha çok ilke temelli bir politika geliştirmeleri şart.

SUNUCU: Mezhepçilik, ırkçılık, parçalanmışlık ve korkutucu savaş ihtimalleriyle dolu bu tablonun karşısında, izleyicilerimizin sadece Türkiye değil tüm bölgeye yönelen tehlikelere ve korkulara vâkıf olması açısından tarafımdan tamahkârlık göstererek ve cömertliğinize sığınarak şahsınızla bir başka mülakat daha yapmayı rica ediyorum. Sayın Başbakan, sizinle söyleyişimiz sadece bir siyasetçiyle yapılan mülakattan ibaret değildi. Strateji ve anlamlar üzerinde birer ders olarak algılandığını düşünüyorum. Sizinle bir söyleyişi bölümüne daha talibim. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. İran’ın bölgedeki nüfuzunun artması, Batı’nın İran’a yaklaşması ve bölgedeki tehditlerin ışığında, bölgeyi sürükleyen tehdit ve korkulara ışık tutmak üzere gelecek bölümde Türkiye Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile ikinci bölümde buluşmak üzere. Bu arada Mısır’daki darbeci zalim yönetimin mahkemelerinden şahımsa yönelik çıkan on beş yıl hapis cezası kararına karşı, internet ve sosyal paylaşım sitelerinde benimle dayanışma içinde bulunan yüz binlerce kişiye paylaştıkları duygularından dolayı teşekkür ederken, her zaman benden umduğunuz çizgide kalacağıma söz veriyorum. Gelecek haftaki programımızda strateji ve planlama üstadı Türkiye Başbakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile beraber bölgedeki tehlikelere ışık tutacağız. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. (Katar merkezli El Cezire TV - 15 Ekim 2014)
İKİNCİ BÖLÜM
SUNUCU: Selâmün Aleyküm. Sayın seyirciler size Ankara’dan merhaba diyorum ve sizi Türkiye’nin Başbakanı Profesör Ahmet Davutoğlu ile röportajımızın ikinci bölümünü izlemeye davet ediyorum. Bugünkü bölümümüzde bir başbakan ve stratejik planlama profesörü olan Sayın Ahmet Davutoğlu’na, İran’ın nüfuzunun yayılması ve onun Batı ile ilişkilerinin güçlenmesi, Suriye krizi ve özellikle Türkiye sınırındaki durumun gölgesinde Orta Doğu’daki kaos ortamı, sonuçları ve bunun bölgeye etkileriyle ilgili vizyonunu soracağız.

Sayın Başbakan hoş geldiniz. Bölgedeki en büyük ülkelerden biri ve dünyanın yedinci güçlü ordusuna sahip olan Türkiye’nin sadece başbakanı değil; bir stratejik planlama profesörü olarak sizce, İran’ın artan etkisinin gölgesinde Türkiye, Arap Körfez ülkeleri ve Arap yarımadasındaki hızlı ve büyük gelişmelere nasıl bakıyor?

DAVUTOĞLU: Türkiye’nin iktidarımız döneminde belirlediği bir bölge politikası var. Aslında sadece Orta Doğu’ya dönük olarak değil; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya dönük olarak da aynı politikanın ilkelerini hayata geçirdik. Türkiye tek boyutlu bir ülke değil; birçok bölge ile aynı anda temas halinde olan bir ülke. Bütün bu bölgelerde ve özellikle de Orta Doğu’da hep üst düzey siyasi diyaloğu, karşılıklı ekonomik ilişkileri yoğunlaştırmayı, kültürel çoğulculuk ve ortak bir güvenlik alanı oluşturmayı savunduk. Söz konusu hedefleri hayata geçirmek için bütün komşu ülkeler ve özellikle de Orta Doğu ülkeleriyle yoğun temas içerisindeyiz ve yakın zamana kadar da bu konularda çok ciddi mesafeler aldık. Ancak Arap Baharı sonrasında yaşanan gelişmeler, maalesef bizim muhatabımız olan ülkelerin birçoğunda ciddi iç karışıklıklara neden oldu. Bölgesel politikaları ya yapıcı işbirliğine ya da rekabete dayalı politika olarak sınıflandırırım. Türkiye için her zaman yapıcı işbirliğine dayalı politikalar esas oldu. Dolayısıyla bizim, dünyanın en büyük ordularından birine sahip olduğumuz ve herhangi bir şekilde Türkiye için bir tehdit ortaya çıktığında bunu karşılayacak güce sahip olduğumuz doğru. Ama bizim askerî gücümüz kadar yumuşak yüzümüz, diplomasimiz, kültürümüz, en önemlisi de demokrasimiz, halkın rızasına dayalı yaklaşımımız ve ekonomik kalkınmamız da mevcut. Bu nedenle bölgede bir barış gücü olmaya çalıştık. Hiçbir zaman gerekli olmadıkça ordumuzu kullanmadık ve her zaman ekonomi, siyaset, diplomasi ve yumuşak güç araçlarını kullandık. Şimdi de bence bölgeye yeni askerî araçlarla girmek yerine bu barışçıl araçları kullanmamız gerek ve bunları kullanma zamanı geldi. Başka ülkelerle ilgili elbette hüküm vermek istemem ancak askerî yöntemlerin bölgemizde yaygınlaşması, bölgedeki istikrarı da huzuru da güvenliği de olumsuz yönde etkiliyor. Şimdi hep beraber bölgede kalıcı bir barış inşa etmenin yollarını denemeliyiz.

SUNUCU: Madem siz bu noktaya değindiniz şunu sormama izin verin. Güçlü bir ekonomiye, daha spesifik olarak dünyanın en güçlü 17’nci ekonomisine ve güçlü bir orduya sahip olan Türkiye hakkında yazılan birçok haber ve analizde; bölgedeki krizin amacının İran’ı bir savaşa sürüklemek olduğu, bu savaştan istenilenin ise IŞİD örgütü ve Bağdadi değil; Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan olduğu belirtiliyor. Buna ne dersiniz?

DAVUTOĞLU: Böylesi genel bir iddiada bulunmak doğru değil. Asıl itibariyle bakıldığında tabii Türkiye’nin bu yükselişinden, Türkiye’nin takip ettiği siyasetten rahatsız olan taraflar olabilir. Bu taraflar Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak da isteyebilirler. Ancak Irak Şam İslam Devleti ile mücadele etmek için oluşan uluslararası koalisyonun, söz konusu taraflarla ya da bu tür kanaatlere sahip olan çevrelerle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Lakin Türkiye’nin yükselişinden, oluşturduğu başarı hikâyesinden, halkın iradesine dayalı bir yönetime kavuşmasından rahatsız olan taraflar var.

SUNUCU: Kim bu taraflar?

DAVUTOĞLU: Bunlar, Batı’da İsrail yanlısı olan çevreler başta olmak üzere, özelikle Davos ve Mavi Marmara meselelerinden sonra ortaya çıktı. Söz konusu çevrelerde bu kanaatler yaygın bir şekilde yer aldı. İsrail’e yakın Batılı basın yayın organları, bize karşı çok ciddi kampanyalar yürüttü. Bu kampanyalar, Arap dünyasında bile belli ölçülerde etkili oldu. Türkiye’nin benimsediği, ilkesel olarak savunduğu ve beyan etmekte tereddüt etmediği fikirler söz konusu çevrelerde rahatsızlık doğurdu. Son dönemde Batı medyası, doğru olmayan ve hiç bir delile dayanmayan Türkiye’nin IŞİD ile işbirliği yaptığı konusuna büyük ölçüde odaklandı ve Türkiye’ye yönelik yanlış bir algı oluşturulmaya çalıştı.

SUNUCU: Türkiye ve Katar, IŞİD’e destek vermekle suçlanıyor…

DAVUTOĞLU: Evet, ancak kesinlikle böyle bir durum yok. İŞİD benzeri terör örgütlerinin faaliyetlerinden en çok zarar gören ülkelerin komşu ülkeleri olduğu herkesçe bilinir. Türkiye’nin IŞİD’den ne menfaati olabilir ki? Ama bu tür aslı olmayan iddialar yayarak Türkiye’nin ve Türkiye’de halkın iradesiyle iktidara gelmiş bir yönetimin uluslararası alanda meşruiyetini sarsmaya çalıştılar. Bu, yeni bir olay değil. Bizim için bu tür algı operasyonları hep gündeme geldi. Nitekim imajımızı zedelemeye ve uluslararası itibarımıza zarar vermeye çalışanlara karşı çok mücadele ettik. Ama başarı hikâyemizin temel sırrı; halkın hükûmetimize verdiği destek, halkımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz büyük kalkınma ve uluslararası platformdaki statümüzdür. O bakımdan birileri belki Türkiye’yi hedef listesine koyabilir veya bu yönde çabalar sarf edebilir. Ama kendi halkına güvenen bir yönetimi ve halkla bütünleşmiş bir yönetimi herhangi bir şekilde etkisiz kılmak mümkün değildir. Ancak, dediğim gibi, bunların Suriye’de oluşan veya Suriye’de IŞİD’e karşı oluşan koalisyonlarla ilgisi olduğu kanaatinde değilim.

SUNUCU: Geçen bölümde çok önemli bir konuya değindiniz: Bölgede etnik ve mezhepsel ayrımcılık kavramının derinleştiğini ve bunun bölgeyi yok edebileceğini söylemiştiniz. Siz Türkiye olarak çok uluslu bir toplumsal dokuya sahip bir ülkesiniz. İki yıl önce parti kongresine katıldığımda, Türkiye’deki insan çeşitliliği beni çok şaşırtmıştı. Türkiye’nin, içinde bulunan farklı ırklar ve mezheplerden dolayı, bu tarz etnik veya mezhepsel çatışmalara sürüklenme ihtimali çok güçlü değil mi sizce?

DAVUTOĞLU: Şimdi bütün sıkıntıların kaynağı da budur. Aslına bakarsanız bu çeşitlilik, Orta Doğu bölgesinde kadim kültürden gelen bir özelliktir. Bölgemizde hiçbir şehir, hiçbir mahalle tek ırka, tek mezhebe dayanmaz. İster İstanbul, ister Bağdat, ister Kahire, ister Şam, ister Kudüs hep farklı kültürleri barındırır. Türkiye`de de böyledir ve her şehrimiz çok değişik ırkların, değişik kültürlerin bir arada yaşadıkları yerler oldu. Bu durum yaşadığımız yüzyılda böyle olduğu gibi, geçen yüzyılda da böyleydi, bin yıl önce de böyleydi. Ancak maalesef Batıdaki kavmiyetçilik ve tek tip ulus oluşturma çabası bizim şehirlerimizi, ülkelerimizi, bölgemizi böldü. Böylece bölgelerde ya Türklere ya Araplara ya Kürtlere ya da İranlılara ait bölgeler oluşturuldu. Böylece birbirleriyle iç içe geçmiş şehirler ve kültürler birbirlerinden koparıldı. Mesela bazı şehirler Sünni, bazılarını Şii, Arap, Türk şehri olarak adlandırıldı ve asırlarca bir arada yaşamış olan kavimler, milletler, ırklar birbirlerinden koparıldı. Bizim idealimiz tekrar bu çok kültürlü Orta Doğu bölgesini oluşturmak ve korumaktır. Bizim zenginliğimiz buradan kaynaklanıyor... Batıda hiçbir zaman Avrupa’da bu tarz kadim eski şehir gelenekleri olmadı, bizde ise her zaman böyle oldu. Kahire’ye bir bakın mesela... Bugünlerde şehirler ve medeniyetlerle ilgili bir kitap yazıyorum ve bu kitapta, dünyada çok sayıda şehir ve medeniyeti ele aldım. Söz konusu kitapta Kahire, İstanbul ve Kudüs ile ilgili bölümler mevcut. Mesela Kahire’de hangi ırkın öne çıktığını ve ona daha çok etki yaptığını nasıl belirleyebilirsiniz? Kahire’de her ırkın katkısı var. Kahire’ye ilk olarak bakan olarak gittim. El Ahram gazetesine 1517 tarihindeki Kahire’den söz eden bir makale yazdım. Bir televizyon programında aydın bir sunucu bana şunu sordu: “Siz ne cesaretle Kahire’nin işgal edildiği tarih olan 1517’den bahsedersiniz”. Ben de kendisine, ‘Eğer 1517 tarihi işgal tarihi olarak görüyorsanız bizim için bu, Kahire’nin simgesel tarihini yok ediyorsunuz demektir.” dedim. Çünkü ben Kahire aşığıyım, Kahire’yi çok severim. Osmanlılardan önce orada Kahireli veya Mısırlılar değil, Memlûklar vardı. Bundan önce de Eyyübiler vardı, onlar da Mısırlı değildi. O dönemde Kürt, Türk, Çerkezler vardı. Ondan önce de Mısırlılar değil, Fatımiler vardı. Onlardan önce ise Mısırlılar değil; Tolunoğulları, ondan önce Abbasiler, ondan önce Bizans vardı, Roma vardı. Söz konusu durum Bağdat, Şam, İstanbul için de geçerli. Bizim tarihimiz çok kültürlüdür, bir müsamaha tarihidir. Şimdi bizim bu kültürü tekrar inşa etmemiz lazım. Hâlbuki dediğiniz gibi şehirleri bu şehir Sünni şehridir, bu şehir Şii şehridir, Basra Şii’dir, Musul Sünni’dir dediğinizde, Basra’nın da Musul’un da ruhuna ihanet etmiş olursunuz.

SUNUCU: Ama bu artık vaki oldu...

DAVUTOĞLU: Evet maalesef... Aslında buna karşı hepimizin isyan etmesi lazım. Hiçbir şehri tek bir ırka münhasır kılmamak lazım. Aslında doğal tarihi sürecine bıraksak her şey daha iyi olacak. Mesela 2002 yılında İstanbul’a bir milyon Arap turist geliyordu, şimdi ise dört buçuk milyon geliyor.

SUNUCU: Hâlihazırda mezhep ve ırk ayrımcılığı Arap ülkelerini yönetir hale geldi.

DAVUTOĞLU: Çok haklısınız... İşte burada vizyon farkı var, bu durum da büyük bir tehlike teşkil ediyor. Beş yıl önce Suriye ile vizeleri kaldırdığımızda ve Velid Muallim ile anlaşmayı imzaladığımızda sınırda yer alan sınır taşını kaldırdık ve sınır kapısını açtık. Hâlâ hatırladıkça üzülürüm. Benim düşüncem şuydu: Bütün Suriyeliler kimlik bile göstermeden Türkiye’ye girebilsin ve bütün Türkler de kimlik bile göstermeden Şam’a gidebilsin. Bizim planımız buydu ve onu uygulamak için yol aldık. Ancak Beşşar Esed kendi halkına zulmetmeye başladığında bu sefer maalesef aynı kapıdan turistler yerine mülteciler geldi. Ülkemize gelen herhangi bir mülteciye sen Arap mısın?, Kürt müsün?, Türkmen misin?, Sünni misin?, Şii misin?, Hristiyan mısın? diye sormadık. Gelen herkesi memnuniyetle karşıladık, çünkü iki devlet arasında resmî sınırlar var ama Antep ile Halep, Hatay ile Lazkiye, Aynul Arap ile Suruç arasında da tarihi kardeşlik var. Arap dünyasına bunu anlatalım; sınırlara saygı gösterelim ama Avrupa’da olduğu gibi bir sistem kuralım. “Avrupa’da insanlar nasıl pasaport olmadan dolaşıyor, Türkler ve Araplar da kendi ülkeleri arasında özgürce dolaşsınlar.” dedim. Biz bunu Gürcistan ile yapıyoruz. Yani insanlar Batum, Karadeniz ve Trabzon arasında sınırdan kimlikle geçiyorlar. Ancak ne yazık ki biz bunu Suriye ile uygulamaya koyamadık. Stratejik vizyonları olan liderlere ihtiyacımız var. Belli bir mezhepten olduğu için bir lidere destek vermeden, gelin hep beraber bu bölgeye yeni bir şekil verelim. Belli bir ırka mensup diye halkını öldürene müsamaha göstermeyelim ve benim ırkımdan değil diye mazlumu sahipsiz bırakmayalım. Benim mezhebimden değil diye mazlumu merhametsiz, şefkatsiz bırakmayalım. Burada değerli ilkelerimizi tekrar ortaya çıkarmak gerekiyor. Tarihimiz nasıl güzel şeylerle doluysa, geleceğimizi de istediğimiz gibi inşa edelim, başkasının bize bir gelecek kurmasına izin vermeyelim. Tartışsak, kavga etsek bile, nihai kertede omuz omuza vermek zorundayız.

SUNUCU: İzin verirseniz sizden bir konu hakkında açıklama yapmanızı istiyorum. Bir kıyaslama yapacak olursak, Türkiye’de bir buçuk milyonu aşan Suriyeli sığınmacı var. Yani İran’daki Sünni Afgan sığınmacıların sayısına yakın bir sayı. İran’daki Afgan Sünni mülteciler; hırsızlıkla, her türlü suçla itham ediliyor ve çalışmaktan, eğitim almaktan, her türlü haktan men ediliyor. Siz Türkiye olarak yaklaşık bir buçuk ile iki milyon arasında Suriyeliye ev sahipliği yapıyorsunuz. Ben açıkçası şaşırıyorum, siz ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Suriyelilere kapınızı açtınız ve dört milyar dolar harcadığınız. Suriyeli sığınmacılar, vatandaşlarınızın iş fırsatlarını azaltmak, devlete maddi, siyasi ve güvenlik yükü oluşturmakla suçlanıyor. Nitekim sığınmacılar kendilerini ağırlayan ülkelere bir yük oluşturuyor, bu durum bütün dünyada bu şekilde. Suriyeli sığınmacılar Türkiye için bir yük oluşturmuyor mu?

DAVUTOĞLU: Şimdi bir kere şunu görmemiz lazım. Türkiye içinde bile iki milyon insan bir bölgeden diğer bölgeye gitse birçok problemin çıkmasına neden olur. Ama gönlünüz genişse ve o insanları kardeşiniz olarak görüyorsanız bunu bir yük gibi telakki etmezsiniz. Evet, Türkiye’de Suriyeli mültecilerden dolayı birçok ekonomik, sosyal sorunlarla karşı karşıyayız. Lakin bizim hükûmetimiz hiçbir zaman Suriyeli kardeşimizi bir yük olarak görmedi. Allah’ın bize bir emaneti olarak gördük. Bir ensar anlayışıyla onlara yaklaştık. Onlar muhacir, biz ise ensarız. Hakikaten Suriyeli mültecilere yaptığımız harcama dört buçuk milyar doları aştı. Ekmeğimizi ve aşımızı Suriyelilerle paylaştık. Biz petrol zengini değiliz, büyük doğal kaynaklarımız da yok. Halkımızdan aldığımız vergilerle Suriyeli kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ama şimdiye kadar da halkımızdan hiç kimse bize “Yanlış yapıyorsunuz.” demedi. Evet, bizi eleştirenler oldu ve ciddi sosyal sorunlar da meydana geldi. Zira Kilis şehrinde şu anda Suriyelilerin sayısı şehrin halkından daha fazla, Gaziantep’te ise şehrin nüfusunun yarısına kadar ulaştı. Oradaki sosyal doku da tabii bundan etkileniyor. Sadece kamplarda okula giden Suriyeli sayısı 70 bin, dışarıda okula giden ise 450 bin. Biz kamplarda hiç kimseyi okulsuz bırakmadık. Zira krizin süresinin uzaması durumunda Suriye’de bir neslin kaybolmasını istemiyoruz. Bu nedenle kamptaki Suriyeli öğretmenleri maaşla okullara hoca yaptık. Onlar kendi çocuklarına ders verdi, biz onlara maaş ödedik. Kamplarındaki Suriyeli sığınmacıların onuru zedelenmesin diye, kamplarda yemek dağıtımını durdurduk ve ailenin sayısına göre para kartlarını dağıttık. Böylece Suriyeli sığınmacılar pazardan malzemesini kendisi alıyor, yemeğini kendisi yapıyor. Böylece kartla ihtiyaçlarını karşıladığı için özsaygısı korunuyor, olumsuz etkilenmiyor ve kendini dilenci gibi görmüyor. Dağıttığımız bu kartlar sayesinde Suriyeli sığınmacı, hayatını normal olarak devam ettiriyor, hatta evleniyor. Türkiye’de 10 binlerce Suriyeli bebek doğdu. Cenevre-2 Konferansı sırasında Velid el Muallim komşu ülkelerinde teröristlerin olduğunu söylediği zaman kendisine “Doğru, Türkiye’de 27 bin Suriyeli bebek terörist doğdu.” dedim. Bunlar bize sığındı, elimizden geldiği kadar kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bakınız üç gün içerisinde Ayn el Arab’dan 178 bin kişi Türkiye’ye girdi, bir haftada 200 bin kişi... Kimisi akrabalarının yanına gitti, kimisini biz kampa aldık. Akrabalarının yanına gidenlere maddi katkıda bulunduk. Söz konusu yardımlar sadece Müslümanlara veya belli bir gruba değil; nitekim Irak’tan 36 bin Yezidi Türkiye’ye geldi. Onlarla da ilgileniyoruz.

SUNUCU: Sayın Başbakan, Ya Irak’taki Sünniler. Irak’ta şu an yaklaşık iki milyon Sünni Iraklı mülteci söz konusu. Birkaç bin Yezidi için bütün dünya harekete geçerken bu Sünni sığınmacılar insan yerine koyulmuyor ve neredeyse onlara bakan yok.

DAVUTOĞLU: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, sadece Yezidi ve Hıristiyanlardan söz eden bir açıklama yaptığında, daimi üye dışişleri bakanlarından birini aradım ve “Çok yanlış yapıyorsunuz.” dedim. Nitekim Yezidiler ve Hıristiyanlara sahip çıkmak bizim görevimiz. Ancak Müslümanların trajedilerini görmemezlikten geldiği anda Birleşmiş Milletler için Müslümanların dertleriyle dertlenmediği, Müslümanların ölümlerinin kıymetli görülmediği gibi bir kanaat hâsıl oluyor. Maalesef uluslararası toplumun hassasiyetleri belli dönemlerde ve belli kesimlere yönelik daha fazla oluyor. Bizim için ise sığınmacınin Yezidi, Hıristiyan, Şii, Sünni olması fark etmez. Biz kapıya gelen misafire 'Tanrı misafiri' deriz. Bizim geleneğimiz böyle ve ailemizden böyle gördük. Toros dağlarının zirvesinde yer alan metruk bir köyde yer alan benim doğduğum evde, kapısı hep açık büyük bir oda vardı. Bu oda bölgeyi ziyaret eden veya ihtiyacı olan herkesi barındırıyor. Söz konusu oda 300-400 senelik bir vakıftır, odaya gelen herkesin aşını ve bir sonraki durağa kadar bütün masrafını karşılamakla yükümlüyüz. Üzerinde “Davutoğlu ailesinden herhangi bir erkek insanlara yardım etmezse hakkımızı helal etmeyiz.” Yazılı, dedemizden kalan bir belge vardı. Şimdi ben Türkiye Başbakanı oldum ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin evinin sorumluluğu bende. Dolayısıyla kapıma gelen misafire kapımı nasıl kapatırım? Ben lüks içinde veya rahat içinde yaşarken can havliyle bize gelenlere nasıl sırtımı dönerim? Nasıl onlara Kürt müsün?, Türk müsün?, Arap mısın? diye sorarım. Masraflarımız dört buçuk milyarı aşsa bile herkesi kabul edeceğiz ve elimizden geleni yapacağız. Ancak bütün dünyanın da bunu görmesi lazım. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Gutteres Türkiye’deki kamplara geldiğinde “mükemmel” olduğunu söyledi.

SUNUCU: Siz Türkiye’deki üniversitelere giriş sınavı yapıyorsunuz ve bu sınava katılan vatandaşlarınızdan sadece yüzde 40’ı üniversitelere yerleştiriliyor, ona rağmen hükûmet, Türkiye’deki tüm Suriyeli öğrencilerin üniversitelere sınavsız kabul edilmesi için talimat verdi.

DAVUTOĞLU: Doğru, Türkiye’de üniversiteye girmek çok zordur. Ama Suriyeliler başvurursa üniversitelerimize girebiliyor. Türklere imtihan yapıyoruz, Suriyelilere yapmıyoruz. Bugün iş adamlarıyla yaptığımız görüşmede onlara, helal rızıklarını kazanmaları ve düzenli bir hayata kavuşmaları için Suriyelilere geçici olarak çalışma izni verme niyetimiz olduğunu söyledim. İnşallah Suriye’ye barış geldiğinde Suriyeli sığınmacılar evlerine döner, sonra da Türkiye’ye dua ederler diye ümit ediyoruz. İş adamları; “Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 9-10 iken Suriyelilerin çalışmalarına neden izin verelim” diye sordu. Ama biz mazluma uzanan elin Allah tarafından bereketlendiğine inanıyoruz. Belki de Türkiye’nin ekonomik kalkınmasında mazlumların hissesi vardır. Biz her şeye maddiyat içinde bakmayan bir kültürden geliyoruz. İnşallah bu yaptığımız harcamalar, bizim kendi vergilerimizle elde ettiğimiz hazinemizi bereketlendirecek. Eğer onlara kapımızı kapatırsak Allah’ın yardımından da bereketinden de nasibimizi keseriz diye düşünüyoruz. Onun için muhacir Medine’ye geldiğinde ensarın malı eksilmedi. Daha sonra o ensarların aralarından çok büyük zenginler ortaya çıktı. Önemli olan muhacire kapısını açabilmek.

SUNUCU: Irak ve mezhep ayrımcılığıyla dolup taşan bugünkü sahnenin karşısında geçtiğimiz mayıs ayında New York Times gazetesinin ön sayfasında -New York Times bildiğiniz gibi Amerikan karar sahiplerine yakın bir gazete- Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye ve Libya’nın daha küçük devletlere bölündüğü bir harita yayımladı. Yaşadığımız bu hızlı gelişmelerin gölgesinde sizce bölgenin yeniden şekillendirilmesi planıyla mı karşı karşıyayız? Sizce New York Times haberindeki harita, Amerikan yetkililerin Orta Doğu ve özellikle Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye, Libya ve belki Türkiye için de çizdiği plandan bir sızıntı mıydı?

DAVUTOĞLU: New York`ta oturup böyle bir harita çizmek kolay. Bölgede böylesi haritaların yol açtığı veya yol açabileceği acıların bedelini bölge halkları ağır bir şekilde öder. Bana sorarsanız, 100 sene önce bölgemiz fazlasıyla bölündü ve normal olmayan sınırlarla bölündü. Bir arada yaşayan halklar, bugün Türkiye sınırında olduğu gibi en yakın akrabalar ve amca çocukları birbirinden koparıldı. Irak-Suriye sınırında ya da diğer sınırlarda olduğu gibi... Bu bölünmelerin üstüne yeni bölünmeler ortaya çıkarsa, yani Suriye ikiye veya üçe bölünürse, bu bölünmelerde aileler parçalanacak, şehirler parçalanacak. Irak da aynı şekilde, diğer yerler de aynı şekilde... Onun için bölge haritasının bu anlamda değişmesine kesinlikle karşıyız. Bir yolla ancak bölge haritası aynı kalmak suretiyle mahiyeti değişebilir; o da Avrupa Birliğinde olduğu gibi. Yani herkes kendi ülkesinde yaşar, herkes kendi ülkesinin sınırlarını bilir ama biz öyle iyi ilişkiler geliştiririz ki ölçek büyüterek bölge bütüncül bir yapıya dönüşür. Avrupa Birliğinde olduğu gibi, yani pasaportların da kalktığı bir şekilde ülkeler Arap ülkeleri arasında seyahat edilir. Yani haritanın bütünleştirici bir harita olmasına evet, parçalayıcı, bölücü aileleri ve en yakın akrabaları birbirinden koparan acı dolu parçalanmış haritaya kesinlikle “hayır” dememiz lâzım. Bu büyük bir tuzaktır. Bu tuzak, şu ana kadarki acılardan çok daha büyük acılar yaşanmasına sebebiyet verebilir. Onun için New York`ta veya herhangi bir yerde üretilecek haritalar bizim kaderimiz olamaz. Bu bölgenin kaderi, bu bölgedeki halkların elinde olmalıdır.

SUNUCU: Sayın Başbakan ortada ciddi bir durum var. Bu durum, böyle bir haritanın dayatılmasına neden olabilir. Hatta şu an İran’ın büyüyen etkisinin Yemen’i bölünmenin eşiğine getirdiğini görüyoruz. Mutlaka görmüşsünüzdür, New York Times Irak’ın da 3 bölgeye bölünmüş haritasını yayımlamıştı. Bu artık bir gerçek oldu.

DAVUTOĞLU: Irak`ta açık söylemek gerekirse biz Türkiye olarak her zaman federalizme karşı çıkmıştık. Irak`ın birliğini hep savunduk. Ancak son gelişmelere baktığımızda Irak`ın birliğini korumak için Irak`ın gelir ve kaynaklarının paylaşıldığı bir yapı içerisinde yeniden şekillenmesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç Irak`ın bölünmesi anlamına gelmemeli. Aksine bu, Irak’ta herkesin birbirine saygı göstermesi için bir fırsat teşkil edecek. Başkaları Irak`ın bölünmesini isteyebilir. Biz komşu olarak, Türkiye olarak Irak veya Suriye`nin bölünmesini istemiyoruz. Ancak Irak’ta bulunan herkesin ülke kaynaklarından istifade etmesini istiyoruz. Irak veya herhangi bir ülkede örneğin Suriye’de olduğu gibi eğer toplumun yüzde 12`lik bir bölümü, toplumun diğer yüzde 80-90 kısmının kaderini kontrol ederse ve ülkedeki ordunun yüzde 80’lik bölümüne hâkimse bu ülkede birliğin korunması mümkün değildir. Herkesin katılımını sağlayan siyasî bir yapının oluşturulması gerekiyor. Biz bunu daha önce Irak ve Suriye yönetimine anlatmaya çalıştık ama maalesef şimdiye kadar gerçekleşmedi. Ümit ederiz ki Irak Başbakanı Sayın Abadi bu yeni dönemde bu birliği ve beraberliği sağlar. Suriye`de ise rejimin bu politikası ile Suriye halkının ve Suriye bütünlüğünün sağlanması çok zor. Suriye halkı, kendi içindeki bölünme ve parçalanma ihtimaline karşı savaşmalı ve haklarını savunmalıdır.

SUNUCU: Irak konusunda bizi daha fazla aydınlatmanızı rica ediyoruz çünkü Irak ile ilgili söyledikleriniz çok ciddi. Söylediklerinizden, Irak’ın fiili olarak bölündüğünü ve artık bölünmüş Irak kaynaklarının vatandaşlar arasında adil bir şekilde bölüştürülmesi gerektiği şeklinde sözlerinizi anlıyorum. Gerçekten bunu mu demek istediniz?

DAVUTOĞLU: Irak`ın toprak bütünlüğü ile birliğinin korunması lâzım. Bu, bizim için temel ilkelerdir.

SUNUCU: Artık birlik kalmadı, Irak da kalmadı…

DAVUTOĞLU: Maalesef. Şu anda oradaki tabloya baktığımızda belli kesimlerin siyasetten dışlandığını görüyoruz. Bazıları ise mali kaynaklardan mahrum bırakılmıştır.

SUNUCU: Tam olarak Sünniler dışlanıyor…

DAVUTOĞLU: Yani baktığımızda neden Musul bu hale geldi? Musul, Irak’ın ikinci büyük şehri ve çok büyük kaynakları vardı ama Musul`a bütçeden ayrılan payın, normalde ayrılması gerekenin çok gerisinde kaldı. Musul halkı, kendini Irak`ın siyasal sisteminin bir parçası olarak addedilmedi. Erbil, belli bir federal yapı içinde hızlı bir gelişme kaydetti. Türkiye de destekledi. Biz Musul`u da aynı şekilde desteklemek isterdik. Ancak Musul, Anbar, Tikrit, Selahaddin ve bütün bu Sünni bölgelerde Şii ve Kürtlerin sahip olduğu güç ve kaynaklarından mahrum olması, Sünni kesimi siyasetin dışına itmesine neden oldu. Keşke bu durum yaşanmamış olsaydı.

SUNUCU: Siz, Kürtlere destek oldunuz ve Şiilerle de iyi ilişkiler sürdürdünüz. Ya Sünniler? Niye Irak’ın Sünnilerini terk ettiniz?

DAVUTOĞLU: Biz hiç bir zaman Irak’taki Sünnileri terk etmedik. Iraklı Sünniler bunu çok iyi bilirler. Ben en tehlikeli zamanda Musul`a gittim, 2002`de bombalar patlarken… Kürtlere yardım edebilmemizin sebebi, Kürtlerin kendi bölgelerinde yönetimi idare edebiliyor, kontrol edebiliyor olmasıdır. Eğer Musul Valisi de Sayın Barzani gibi kararlar alıp uygulama gücüne sahip olsaydı aynı yardımı orada da yapardık. Şii bölgelerinde de Necef Valisi yakın dostumuzdur. Türk şirketler oraya gitti ve ellerinden geldiği kadar Irak ekonomisine katkıda bulundular. Biz bu anlamda Irak`ta hiç bir kesimi dışlamadık. Ama maalesef Amerikan işgali sonrasında Saddam Sünni olduğundan sistemde Sünniler sorumlu görüldü ve Irak`ın bu yeni döneminde Sünniler sistemin dışına itildiler. Biz bunu defalarca söyledik çünkü Irak`taki birliğinin ana omurgalarından birisi Sünni Araplardır. Sünni Arapların Şii Araplarla ortaklığı olduğu gibi, Sünni Kürtlerle de ortaklığı var. Türkmenler de Sünni ve Şii unsurların oluşturduğu yapının bir parçasını teşkil ediyor. Eğer Sünni Araplar sistemin içerisinde tutunabilselerdi Irak’ın bütünlüğüne katkıda bulunurlardı. Ama maalesef Maliki döneminde bütün Sünni siyasilerin sistem dışına itilmeleri, Irak’ta yaşanan bu parçalı siyasetin ortaya çıkarmasına neden oldu.

SUNUCU: Abadi’nin rejimi, Maliki rejiminin bir uzantısı değil mi?

DAVUTOĞLU: Sayın Abadi’nin mesaisine başarılar diliyoruz. Sayın Abadi ile geçenlerde iki kez telefonda görüştüm.

SUNUCU: ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın teröre yardım ettikleri suçlamasıyla Türkiye ve Arap Körfez ülkelerinden özür dilemesinin ardından Abadi, bu özrü garipsenmişti. Siz Abadi’nin bu açıklamasını konuştunuz mu?

DAVUTOĞLU: Doğrusu ben Sayın Abadi’den bu açıklamayı duymadım ama Türkiye hakkında hata yapan, Türkiye`den özür diler. Bunu da herkes bilmeli. Biden Türkiye`den özür dilemeliydi çünkü Türkiye`ye haksız ve hatalı bir ithamda bulundu ve de özür diledi. Telefon görüşmelerinde de üç kez özür diledi. İsrail de Türkiye`den özür diledi çünkü bize haksızlık yapandan özür talep etmek hakkımızdır ve hiçbir şekilde izzetimizi ve onurumuzu çiğnetmeyiz. Sayın Abadi`nin böyle bir şeyi demiş olması ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Ama böyle bir açıklaması varsa son derece yanlış bir açıklamadır. Biz Irak halkının dostuyuz. Irak halkının izzeti bizim izzetimizdir. Türkiye`nin izzeti de Irak halkının izzeti olması gerekir. Türkiye`yi herhangi bir şekilde itham eden kim olursa olsun özür dilendiğinde, bundan Irak Başbakanı`nın da memnun olması gerekir. İsrail özür dileğinde eminim bütün İslam dünyası da memnun olmuştur. Türkiye, kimseye yalan söylemez. Türkiye, kimseye çifte standart uygulamaz. İlkeli bir politika takip eder. Bu ilkeli politikası sebebiyle de yanlış bir politika gördüğünde özür talep eder. Sayın Biden`ın özür dilemesi de bu anlamda kendisi açısından doğru bir adım olmuştur. Aksi takdirde Türkiye, bu duruma karşı uygun tavrı sergilerdi.

SUNUCU: Türkiye’nin içinde birçok önemli konuda mücadele veriyorsunuz. Ancak bunun belki en önemlisi Kürtlerle çözüm süreci olsa gerek. Tutuklu bulunan PKK lideri Öcalan’dan gelen bir mesajda çözüm sürecinde günler içinde adım atılmadığı takdirde hükûmetle çözüm sürecinin bitirileceği yönünde duyumlar çıktı. Çözüm süreci müzakerelerini ne zaman yeniden başlatacaksınız?

DAVUTOĞLU: Bölgede birçok ülke, birçok komşu ve dost ülke kendi içerisinde problemler yaşarken Türkiye, 30 yıllık bir meseleyi çözme iradesini gösterdi. Çözüm süreci, şu anda Orta Doğu`nun en önemli ve tek başarı hikâyesidir çünkü çözüm süreciyle etnik problemlerden terör problemlere doğru yönelen bu hadise üzerinden diyalog yoluyla aşmaya çalışıyoruz. Bu konuda güçlü bir irade sergiledik hükûmet olarak ve bu güçlü iradeyi devam ettiriyoruz. Ama hiç kimse bu çözüm süreci için sınır ya da bir müddet koyamaz. Biz hükûmet olarak tüm taahhütlerimizi yerine getiriyoruz. Başbakan olarak hükûmeti kurar kurmaz yaptığım ilk açıklamada, keza Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı açıklamada çözüm sürecinin Türkiye’nin en temel meselesi olduğunu ifade ettik. Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın haklarından ya da kendi dillerini kullanmaktan mahrum bırakılamaz.

SUNUCU: Kürtlerle uzlaşı süreci tehlike altında mı?

DAVUTOĞLU: Hayır, öyle bir başarısızlık söz konusu değil. Çözüm sürecinden rahatsız olan gruplar var. Biz Meclis`e tezkere gönderdiğimiz gün Ayn el Arab`daki gelişmeleri bahane ederek Türkiye`de kargaşa çıkarmak isteyen gruplar ortaya çıktı.

SUNUCU: Ne zaman olacak?

DAVUTOĞLU: Bunu belli bir takvim içinde en kısa zamanda nihai noktaya getirmek istiyoruz. Burada önemli olan Türkiye`de etnik bir çatışmanın yaşanmaması ve çözüm süreci takviminin doğru bir şekilde işlemesi. Onun için belirlediğimiz bir yol haritası var.

SUNUCU: Yol haritasını ne zaman açıklıyorsunuz?

DAVUTOĞLU: Çözüm sürecinin muhatabı olan bütün kesimlerin kendi üzerine düşeni yaparlarsa en kısa zamanda, önümüzdeki bir kaç ay içerisinde çözüm sürecinde istenilen mesafeye ve noktaya gelinebilir. Bizim tutumumuz açık ve nettir. Bu konuda atılacak adımları attık, atmaya da kararlıyız... Ama tabii bu tür süreçler tek taraflı yürüyen süreçler değildir. Diğer taraftan da aynı adımları aynı kararlılığı görmek bizim açımızdan ve sürecin sağlığı bakımından elzemdir. Türkiye`deki kamu düzeninin ve istikrarının korunması için herkesin mutabık kalması ve adım adım bu sürecin işletilmesi lâzım. Eğer Suriye ve Irak`taki gelişmeler yaşanmasaydı çözüm sürecini daha kısa sürede bitirirdik. Ancak Suriye ve Irak`taki gelişmeler, Türkiye içinde atılacak adımlar konusunda bazı sıkıntıların çıkmasına neden oldu. Ama en kısa sürede çözüm sürecini tamamlamaya kararlıyız.

SUNUCU: Cumhurbaşkanı Erdoğan, New York’ta düzenlenen BM Genel Kurulu kürsüsünden Mısır darbe rejimini ağır bir şekilde eleştirdi. Türkiye’nin Mısır’ın darbeci yönetimiyle ilişkisi ne durumda?

DAVUTOĞLU: Her şeyden önce önemli bir hususa değinmek istiyorum. Mısır’la ilgili negatif tutumumuz, Mısır’la ya da Mısır halkı veya bir başka Mısırlı tarafla bir ilgisi yok. Keza tutumumuz, Mısır’ın kamu personeli ya da çalışanlarıyla bir ilgisi yok. Tutumumuz, darbeye karşı ilkeli bir duruştur. Biz, Türkiye’deki darbelere de karşıyız. Bize karşı darbe denemeleri oldu. Türkiye’de 1960 yılında yapılan darbe sonucu, zamanın Başbakanı ve iki bakanı idam edildi. Ben üniversitede okurken 1980 darbesi yaşandı. O zamanlarda çok tehlikelerden geçtik. Bizler, darbelerin etkilerini bilen bir kuşaktan geliyoruz. Cumhurbaşkanımız benzer darbe süreçlerinde hapse mahkûm oldu. Hepimiz, darbelerden çok çektik. Bundan dolayı Türkiye olarak bizim, halkı tarafından seçilmiş bir yönetime karşı yapılan bir darbeye müsamaha göstermemiz mümkün değildir. Bu konu Türkiye için ilkesel bir durumdur. Mısır’ın penceresinden bakıldığında ise bu durumun Mısır’ın bir iç meselesi olarak görülebilir.

SUNUCU: Yani Mısır rejimine karşı takındığını tavır, Müslüman Kardeşleri desteklediğiniz için değil, darbeye karşı olduğunuzdan dolayı mı? Yani Müslüman Kardeşler yerine başka bir yönetim olsaydı yine tavrınız aynı mı olurdu?

DAVUTOĞLU: Evet. Kesinlikle. Mısır’la ilgili bir hatıramı anlatacağım….

SUNUCU: Çoğu kişi, Türkiye’nin Mısır’daki demokrasi değil de Müslüman Kardeşleri desteklediğinizi sanıyor.

DAVUTOĞLU: Geçen sene Mısır darbesinden sonra çok sevdiğimiz Arap dostlarımız bizi ziyarete geldi. Mısır`daki yönetimi, yani darbeyi bir şekilde meşru görmek veya bu yönetimle ilişki kurmak için bu sözü söylediler: “Türkiye’nin Müslüman Kardeşleri desteklemesi halinde Araplar arasında itibarını kaybedecek. Müslüman Kardeşleri neden destekliyorsunuz?” Gelen liderler arasından biri de benim çok yakın dostum İyad Allavi idi. Dedim ki: 'Sayın Allavi, Irak`ta 2009 yılında seçimi kazandığınızda biz sizin yanınızda durduk. O yüzden Maliki ile ilişkilerimiz bozuldu. Siz Müslüman Kardeşlerden değilsiniz. Siz, Şii bir Müslüman olarak saygı duyduğumuz bir devlet adamıydınız. Seçimi kazandığınız için yanınızda yer aldık.” dedim. Lübnan`da en zor zamanlardaki Sayın Fuad Sinyora ile de birlikteydik. Türkiye Sinyora`nın yanında durdu. Sinyora Müslüman Kardeşlerden miydi? Değildi. Ama seçimi kazanmıştı ve Lübnan`da en zor zamanlarda Sayın Sinyora`nın arkasında durduğumuzu herkes bilir. Bizzat ben o zaman başdanışman olarak kendisine çok mesaj götürdüm. Eğer Mısır`da seçimi Sayın Mursi değil de -ki biz Sayın Mursi`yi seçildikten sonra tanıdık- başka adaylardan biri cumhurbaşkanlığı kazansaydı ve o yönetimden alınsaydı ona da karşı çıkardık. Müslüman Kardeşler darbe yapmış olsaydı ona da aynı duruşu sergilerdik. Bizimkisi ilkesel ve Mısır`daki bütün aktivistlerden ister Müslüman Kardeşler mensubu olsun ister Müslüman Kardeşler dışında herhangi bir sol, milliyetçi, liberal kesimden gelmiş olsun, hepsinden Mısır`da özgürlüğü savunmalarını bekleriz. Mursi yönetimi ile yakın dosttuk. Emin olun başka biri Mısır’ın cumhurbaşkanı olsa onunla da aynı ölçüde dost olurduk. Bizim için Sayın Mursi`nin haklarını savunmak, halka tarafından seçilmiş bir liderin hukukunu savunmak demektir. Bizler için doğru olan da budur. Açık konuşmamız lâzım. Ben Tahrir Devrimi sonrasında Mısır`a gittiğimde bütün o gençlerin gözlerinde büyük heyecan vardı, onur vardı, izzet vardı. Amerika`da ya da değişik yerlerde bulunan Mısırlıların kendilerine bir özgüveni vardı. Aynı heyecanı şu an Mısır`daki gençlerin gözlerinde görebiliyor muyuz? Nereye gitti o heyecan, o ümitler? Mısır`ın en büyük gücü o gençlerdir. Biz bu açıdan Mısır`a benzeriz. Mısır`ın da Türkiye`nin de büyük doğal kaynakları yok. Onlarda sadece coğrafyası ve insanı var. Mısır halkı kendi insanını kaybetmemeli. Onlarca yıldır ta 1930`lardan beri Mısır toplumunun bir parçası olmuş olan Müslüman Kardeşleri terörist ilan ederseniz, o insanları sistemin dışına iterseniz, bunca becerili insan kaynağını değerlendirebilir misiniz? Türkiye`de 28 Şubat 1997 yılında bunlar cereyan etti. O zamanlar üniversitelerde hocalık yapmama izin verilmedi. Oysa dünyada birçok üniversiteden davet geliyordu. Türkiye`deki üniversiteler beni almaktan çekindiler. Ben ülkemi terk etmiş olsaydım, kim kaybederdi? Türkiye bir evladını kaybetmiş olurdu. Ben ülkeyi terk etmeyip mücadele ettim. Şimdi bu kadar iyi yetişmiş insan unsuru -ister Müslüman Kardeşler olsun ister diğer gençlik hareketi olsun- 30 Haziran darbesine katkı veren birçok gençlik hareketleri de dışlandı.

Bizim Mısır hakkında tek düşüncemiz Mısır`ın iyiliğidir. Güçlü bir Mısır istiyoruz çünkü bölgenin de Arap dünyasının da güçlü bir Mısır`a ihtiyacı var. Güçlü bir Mısır, halkıyla barışık olan Mısır`dır. Şu anki güçlü Türkiye gibi... Çünkü biz son 12 yılda üç genel seçim, iki mahalli seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve iki referandumla sürekli güç tazeledik. Mısır`da da seçimler herkesin katıldığı adil bir seçim olsun ve seçilen lider kim olursa olsun dönemini bitirsin.

Esad`la olan son görüşmemizde bir şekilde cumhurbaşkanlığından sonra ne olur? diye konuşurken orada zikrettiğim bir husus vardı. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığını gösteren parametreler vardır. “Güç kimde olursa olsun o ülkede eski cumhurbaşkanları ya da başbakanları güvenli bir şekilde yaşıyorlarsa, orada demokrasi var demektir.” dedim. Ama maalesef baktığımızda bölgemizdeki birçok liderin ya hapishanede Mursi gibi ya sürgünde ya da mezarda olduğunu görürüz. Siyasi değişimin, halkın seçim sandıklarında oy kullanarak bir liderin başarısızlığına karar vermesiyle gerçekleşir. Bugün milyonlarca insan sokağa çıktı diye bir lideri değiştirirseniz yarın başka milyonca insan sokağa çıktığında o liderin de değişmesine neden olur. Biz Türkiye olarak Mısır`a hayır duamız eksik etmeyiz. Hiç bir düşmanlığımız yoktur. İyi niyetimiz olduğu gibi, hiçbir art niyetimiz de yoktur. Güçlü bir Mısır istiyoruz ama güçlü bir Mısır`ın da ancak halkıyla barışık olması hâlinde olacağını düşünüyoruz. Düşüncelerimizi ifade etmemiz, Mısır’a düşmanlık gibi görülmemeli. Türkiye ile Mısır’ın karşılıklı iyi ilişkiye ihtiyacı var ama gözümüzün önünde, bir meydanda binlerce insan öldürülmüşse ve halkın oyuyla seçilmiş birisi -hangi ideolojide olursa olsun- askerî bir yönetimle değiştirilmişse, sonra tekrar bir seçimle, neredeyse tek bir adayın gösterildiği seçimle, bir şey olmuşsa bu durumu eleştirme hakkımız vardır. Bizi de eleştirebilirler. Birçok ülke bizi farklı nedenlerden dolayı eleştiriyor. Biz nasıl bu eleştirilere cevap veriyor ve ilişkileri kesmiyorsak, Mısırlıların da bizim kardeşçe uyarılarımızı, düşüncelerimizi ifade etmemizi düşmanlık olarak algılamaması lâzım. Mısır İnşallah bu zor günleri aşacak. Mısır’ın geleceği inşallah parlak olacak. Ben Mısır halkını tanıyan birisi olarak, Mısır halkının irfanına ve potansiyel gücüne inanıyorum.

SUNUCU: Mısır’daki darbenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

DAVUTOĞLU: Dünyada hiçbir yönetimin meşruiyetini halktan almadan, halkın rızasını almadan ayakta durması imkânsızdır. Bazı ülkeler, az nüfuslu olmasına rağmen çok geniş maddi imkânlara sahip olabilir. Demokrasi dışında da o ülkelerin halkını tatmin etmek mümkün olabilir. Ama Mısır gibi 80 milyonluk dinamik nüfusa sahip olan bir ülkede yönetimin, halkın rızasıyla ve ancak oy kullanılarak milli iradeyle gelen bir yönetim olması lâzım.

Türkiye bu milli irade şartını yerine getirmediğinde dış boru fazlaydı ve muhtaçtı. 80’li yıllarda askerî ihtilal olduğunda Türkiye dışarıdan borç alıyordu. Aynen bugünkü Mısır’ın almak zorunda olduğu gibi... Biz iktidara geldiğimizde Türkiye IMF’ye borçluydu ve bizden önce yarı askerî bir rejim vardı. Bizim dönemimizde kimseden yardım almadan bütün bu borçları ödedik. 2013 yılında da kimseden yardım almadan İMF’ye olan bütün borcumuzu bitirdik ve halkımıza yöneldik ve “Biz sizin için varız, sizin itibarınızı korumak için sizden fedakârlık bekliyoruz ve birlikte yeni bir Türkiye inşa edeceğiz.” dedik. Bunu başardıkça da halkın verimi ve çabası arttı. Yabancı finans kuruluşları bu başarımızı sorduklarında, “Büyük doğal kaynaklara sahip değiliz. Kaynaklarımızı, sömürgeci bir ülke olarak başka ülkeleri sömürerek de biriktirmiş değiliz. Bize kimse yüz milyarlarca dolar gibi büyük paralar da vermedi. Bizim tek kaynağımız var o da insan, insan, insan.” dedik. Biz, insan kaynaklarımızı en iyi şekilde değerlendirmek durumundayız. Mısır’ın insanı da çok sağlam bir yapıya sahiptir. Önemli olan Mısır yönetiminin kendi insanına saygı duyması, kendi insanının tercihlerine önem vermesi ve ona saygı duymasıdır. Mısır, Arap dünyasının en büyük demokrasisi olma özelliğine sahip olabilirdi. 2011’de ortaya çıkan heyecanı daha da ileriye taşıyabilirdi. Mısır gençliğinin gelecekte bir gün kaderine ve ülkesinin kaderine sahip çıkacağını ümit ediyoruz.

SUNUCU: Sayın Davutoğlu geniş yüreğinize, bize ve izleyicilerimize bölgedeki olayları anlama fırsatına kapı açtığınız için ayırdığınız zamana çok teşekkür ediyoruz. (Katar merkezli El Cezire TV)

 



Türkiye'nin kalkınma hamleleri yeni müfredatta

Milli Eğitim Bakanlığınca (MEB) kamuoyunun görüşüne sunulan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli kapsamında hazırlanan yeni müfredat taslağındaki çeşitli derslerde, Türkiye'nin kalkınma projelerine dair içeriklere de yer verildi.

Teknoloji

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

Yapay zeka teknolojisi finans sektörünün geleceğini belirlerken yasal düzenlemelerden hayata geçen uygulamalara kadar çok sayıda yenilik hem sektöre hem de son kullanıcıya fayda sağlıyor.

Teknoloji

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Hamas: Ateşkesi kabul ediyoruz... Filistinliler kutluyor İsrail temkinli

İsrail, Refah Sınır Kapısı'nın Gazze tarafını ele geçirdi

Rus basınında Gazze savaşı: "Netanyahu'nun açıklamaları Hamas'ın pozisyonunu sertleştirmesine neden oldu"

AB üyesi 26 ülkeden Netanyahu’ya “dur” çağrısı

Brezilya'daki sel felaketinde ölenlerin sayısı 83'e yükseldi

Tüm gözler Kahire'de... Hamas'tan 'İsrail' açıklaması: Ciddi bir anlaşmazlık yok

İsrail basını 'kâbus senaryosu'nu yazdı: Netanyahu için tutuklama emri çıkarılacak! IDF kanlı plana onay verdi

Zelenski dünyaya duyurdu: En az 7 Patriot sistemine ihtiyacımız var

İsrail'den Lübnan'a hava saldırısı! Cemaat el-İslami lideri Musab Halaf öldürüldü

İsrail, Gazze'deki savaşı sürdürme planlarını onayladı

Irak, 30 yıl aradan sonra Türkiye sınırında üs kurdu

Türk SİHA'ları Yunanistan'ı masrafa soktu: Milyarlık programa onay verdiler

Türkiye'nin kalkınma hamleleri yeni müfredatta

AVRASYA BİR VAKFI BİLİM TEKNOLOJİ DERNEĞİ KONFERANSI (27 NİSAN 2024)

Üst düzey isim İstanbul'da dünyaya duyurdu! Hamas'tan İsrail'e tarihi çağrı

İlham Aliyev: Fransa, Hindistan ve Yunanistan, Ermenistan'ı silahlandırıyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail ile ticaret tartışmalarına noktayı koydu: O iş bitti

ABD Başkanı Biden, İsrail ve Ukrayna'yı kapsayan 95 milyar dolarlık yardım paketini imzaladı

İsrail'in "konforlu mağduriyeti"

Meteoroloji'den 44 ile toz taşınımı uyarısı! Göz gözü görmeyecek

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Yükleniyor