Türkiye`ye Jeopolitik Bir Seyahat

Türkiye`ye Jeopolitik Bir Seyahat

Türkiye, 1940 yılının ABD’sinden çok önde; ancak çevresindeki karmaşıklığı idare edecek kadar eğitimli ve deneyimli personele veya idari yapıya sahip değil. Tüm karmaşıklığına rağmen Türkiye’nin öngörülebilir olduğunu düşün

George Friedman *


İstanbul’a Kurban Bayramı sırasında geldik. Bu bayram, Hz.İbrahim’in oğlu İsmail’i Allah’a feda etme isteğinin anıldığı ve Allah’ın övüldüğü bir bayramdır. Bu bayram benim için sinir bozucudur; çünkü bana söylenen, Allah’ın kurtardığı kişinin İshak peygamber olduğuydu. İsmail ile İsak arasındaki fark, Hagar ile Sarah, İbrahim ve Yahudiler ve İbrahim ile Müslümanlar arasındaki fark gibidir. Müslümanları, Yahudileri ve Hıristiyanları birbirine bağlar; ancak aynı zamanda da yaralar.

Müslümanlar, Kurban Bayramı’nı hayvanları kurban ederek kutluyorlar. İstanbul, modern bir ticaret kenti ve hayret verici derecede büyük. Havaalanından şehir merkezine arabayla gittiğimiz için, onlarca büyükbaş hayvanın onları kesmek isteyenler için dizi dizi sıralandığına tanıklık ettim. Bu gelenek, en az dindarlar tarafından bile uygulanıyor. Bana söylenene göre, Türkiye ilk kez bu sene büyükbaş hayvan ithal etmiş ve onları Uruguay’dan getirtmiş. Düşünün ki bu denli geniş çapta uygulanan bir geleneğin sürdürülmesi, küresel ticarete bağlı durumda.

Milletler ve dinler arasında ve onların bizzat kendi içindeki gerilim o denli eski ki, ne zaman başladığını tam olarak anımsayamıyoruz. Ayrıca, hiçbir zaman eskimeyecek bir gerilimden söz ediyoruz. Türkiye ise, son derece köklü bir millet ve bu millet, önünde yeni bir dönemin açılmasına tanıklık ediyor kanımca. Bu yüzden de, Türkiye içinde ve Türkiye’nin kendisine dünyada bir kimlik ve yer edinme çabaları kapsamında kaçınılmaz olarak birtakım mücadeleler ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin imtihanı

Türkiye, önümüzdeki dönemdeki en büyük bölgesel güçlerden birisi olarak ortaya çıkacak; en azından ben böyle düşünüyorum. Küresel mali krize rağmen Türkiye’de yaşanan hızlı ekonomik büyümeye ve bu ülkenin bölgede giderek artan etkisine baktığınızda, bu sürecin ilerlemekte olduğu açıklık kazanacak. Beklenildiği üzere, bu süreç, hem içteki siyasi gerilimleri şiddetlendiriyor; hem de eski ittifakları inciterek, yenilerine kapı aralıyor. Hem Türkiye içinde hem de dışında bir endişe dalgası yaratıyor; Türkiye’nin neye dönüştüğü ve bunun iyi bir şey olup olmadığı konusunda tereddütler oluşuyor. Bunun iyi bir şey olup olmadığı tartışmaya açıktır sanıyorum; ancak bu konudaki tartışma çok önemli değildir. Ne de olsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan az gelişmiş bir ülkenin büyük bir güce doğru dönüşümü, bizzat gözlerimizin önünde gerçekleşiyor.

Bu dönüşümle ilgili tartışmaların kalbinde İslam yatıyor. Türkiye’deki iç dönüşüm, daha önceki hükümetlerden farklı bir hükümetin kurulması sonucunu doğurdu ve bu hükümet, İslami gelenekleri ve çağdaş Türk devletini temsil ediyor. Dış platformlardaki tartışmalar ise, Türkiye’nin İsrail, Avrupa ve ABD ile geleneksel ittifaklarından ne ölçüde ayrıştığı noktasına odaklanıyor.

ABD’nin hem Afganistan hem de Irak’ta savaştığı ve İran’la gerginlik yaşadığı bir dönemde, Müslüman bir ülkenin tavrındaki değişiklik alarm zillerinin çalmasına neden oluyor. Ancak bu ABD’nin ötesinde bir durum. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana birçok Türk, Avrupa’ya göç etti; ancak yeni ülkelerinde asimile olmadılar. Bunda kısmen kendi tercihleri, kısmen de Avrupa’daki sistemlerin bunu kolaylaştırmaması yatıyordu. Asimilasyon sorunu, Avrupa’daki Türk ve diğer Müslüman göçmenlerin işini zorlaştırdı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bu durum Batı’nın Türkiye algısını ve Türkiye’nin Batı algısını belirleyen en önemli faktörlerden biri. Bu, Türk-Batı ilişkisinin dinamiklerinden birini teşkil ediyor.

Türkiye’nin yükselişinin İslam’a dair iç ve bölgesel ilişkilerin yeniden tanımlanmasını beraberinde getirdiği ortada. Bu durum, hem ülke içindeki laikleri hem de Türkler arasında yaşayıp, “terör hortlağı'ndan duydukları korkudan dolayı, bizzat Türkler –veya Müslümanlar- tarafından tehdit edildiklerini hisseden vatandaşları alarm durumuna geçiriyor. Ne zamanki yeni bir güç ortaya çıkarsa, uluslararası sistemde bir noktaya kadar istikrarsızlık ve tedirginlik oluşuyor. Türkiye’nin halihazırdaki bağlamda yükselişi, bu tedirginliği daha da güçlendiriyor. Yeniden güçlenen ve kendine güvenen bir Türkiye, giderek İslami bir nitelik kazandığı algısını güçlendirirse, gerilimler yaratır; nitekim yaratıyor da...

Laik ve Dindar

Türkiye’nin ilerleyişi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından çağdaş Türkiye’nin kurulmasıyla şekillendi. Atatürk’ün görevi, bağımsız bir devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeğini korumaktı. Bu çekirdek, Küçük Asya ve Boğaz’ın Avrupa yakası idi. Atatük için atılacak ilk adım, sınırların daraltılması ve Türkiye etrafındaki Osmanlı bölgelerinin gözden çıkarılmasıydı. İkinci adım ise, Türkiye’nin bizzat içindeki Osmanlı kültürü vesayetini kırmaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları, Osmanlı rejiminin Avrupa’nın geri kalanıyla aynı hızda kendini modernleştirmeye istekli olmamasından dolayı Türkler açısından son derece sancılı oldu. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nu imha etmenin de ötesinde etki gösterdi. Osmanlı’nın kendisine olan güvenini zedeledi ve geleneklerini altüst etti.

Atatürk açısından, Türkiye’nin ulusal kurtuluşu modernleşmeye bağlıydı; bu da, seküler bir toplum yaratılması demekti. Kurulacak modern ulus-devletin temelinde İslam, özel alana hapsedilecek; devletin merkezinde yer almayacak; İslami semboller, kamusal alanda belirleyici bir varlık gösteremeyecekti. Bu kapsamda, kamusal alanlarda İslami dindarlıkla bağlantılı giysiler giyilmesi de yasaklanacaktı. Atatürk, Müslüman yaşantının kamusal alandaki varlığını bastırmaya çalışmadı; ama İslam, hem kamusal hem de özel yaşantıyı düzenlemeye çalışan siyasi bir dindir.

Atatürk, orduyu kullanarak seküler devletin varlığını sürdürmeyi garanti altına almaya çabaladı. Atatürk açısından, ordu, Türk toplumunun en modern öğesini temsil ediyordu ve iki işlevi vardı: Türk modernizasyonunu yönlendirmek ve rejimi, Osmanlı devletini ve onun İslami mizacını canlandırmaya çabalayanlara karşı korumak. Atatürk, başka bir şey yapmak istedi: Osmanlı imparatorluğunun çok-uluslu doğasından da kurtulmak. Türkiye’yi, kendi çekirdeğine sıkıştırdı ve böylelikle ölümünün ardından, bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’na girmesini önlemiş oldu.

Atatürk, Avrupa kültürüyle içli dışlı olmuş, bu yüzden de modern addedilen bir bölgede iktidara geldi. Avrupacı ideoloji, İslam dünyası içine de süzüldü ve Türkiye’deki gibi, görünüşte seküler, ancak farklı derecelerde dindar olan Müslüman toplulukları yöneten hükümetler kurdu. 1970’i yıllarda, İslam’ı Müslüman ülkelerin yönetişimine yeniden eklemlemek isteyen bir karşıt-devrim başladı bölgede. Bu dalganın en aşırılık yanlısı yanı, El Kaide’nin bünyesinde toplandı. Ancak, Atatürk’ün yarattığı sekülarist-Avrupacı vizyon, İran gibi yerlerde kurulabilecek İslam rejimleriyle derin bir çatışmaya girdi.

Bu sürecin Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmazdı. 2002 yılında, AK Parti, iktidara geldi. Bu belirleyici bir dönemdi; çünkü AK Parti sadece seküler bir Avrupacı parti değildi. Aynı zamanda iç ve dış çevreler tarafından görüşleri hararetle tartışılan; geçmişinden ötürü radikal-İslamcı bir gündemi gizleyen bir parti olarak görülmekteydi.

İstanbul’da geçirdiğim sürede Fatih-Çarşamba’yı da ziyaret ettim. Bana söylenene göre, burası İstanbul’un en dindar muhiti. Bir laikin “Suudi Arabistan” diye nitelendirdiği bu mahallede yoksul ve güçlü bir cemaat yaşıyor; okulları ve dükkanları var. Çocuklar sokaklarda oyun oynuyor; erkekler ikili üçlü halde gezinip, konuşuyorlar, kendi aralarında tartışıyorlar. Kadınlar çarşaf ve başörtüsü takıyorlar. Delikanlıların Kuran okuyup diğer dini ibadetlerini gerçekleştirdikleri büyük bir okul da mevcut.

Bu bölge, bana gençliğimin Brooklyn’indeki Williamsburg’ü anımsattı. Burada da, Hasidik Yahudiler, Yeşivalar yaşardı; çocuklar sokaklardaydı, erkekler ise dükkanlarının dışında sohbet ederlerdi. Bu cemaatin hassasiyetleri ve bilinç düzeyleri, bu anıları canlandırdı zihnimde. Bu noktada, bu cemaatlerin birbirlerine ne kadar çok benzediklerini fark ettim. Ancak, yoksul, kentli, dini bölgeler arasındaki benzerlikler, bu cemaatlerin bağlı oldukları dinlerin arasındaki derin farklılıkları örtbas etmeye yeterli olmuyor.

Çarşamba, beni AKP’nin veya Türkiye’yi yönetmeye talip herhangi bir partinin karşı karşıya kalacağı en büyük sorunu düşünmeye itti. İstanbul’da hassasiyetleri ve değerleri itibarıyla Avrupalı olan birçok yer bulunuyor ve buraları da hayli önemli muhitler. Ancak aynı zamanda Çarşamba ya da Anadolu’daki köyler gibi kendilerine güvenleri göz ardı edilmeyecek bölgeler de var.

AK Parti’nin Şeriat getirmeye niyetli olduğu konusunda bazı sekülaristlerin derin endişeleri var. Meslek sınıfları arasında bu endişe daha da derin. Türkiye ile derin bağlantıları olan bir fizikçiyle yemek yedim; bana, AK Parti bu yolda bu şekilde ilerlemeyi sürdürürse Avrupa’ya göç edeceğini söyledi. Bu projesini ne zaman gerçekleştireceğini zaman gösterir; ama birkaç kadeh şaraptan sonra bu konuda daha hevesli bir hal aldı. Bu tür bir görüş, sekülaristler arasında son derece yaygın. İçlerinden çoğu, AK Parti’nin bu tür eğilimleri olmadığını da biliyorlar aslında. Bazen, bu tür korkuların kasti olarak abartılı hale getirildiğini düşünüyorum; Türk hükümeti hakkında bir yabancı olarak beni etkileme umuduyla yapılıyorlar sanki...

Yeniden Çarşamba’nın durumunu anımsıyorum. Laikler buralarda yaşayan insanları uzun bir zaman boyunca göz ardı etti; ancak o zamanlar geride kaldı. Bu insanları Türk toplumuna entegre etmeden Türkiye’yi yönetmek artık mümkün değil. Bu gruplar İslam dünyasında büyüyen bir eğilimin canlı örneği. Fatih-Çarşamba İstanbul için aşırı bir örnek olabilir, ama meseleyi oldukça belirgin biçimde ortaya koyuyor.

Bu, ana muhalefet partisi CHP’nin yapabileceği bir şey değil. Parti, laiklik çerçevesi içinde Çarşamba’ya ve diğer dindar bölgelere ulaşabileceği bir platform oluşturmayı başaramadı. AK Parti’nin gücü buradan geliyor: bir yandan Avrupacılık ve modernizm çekirdeğini korurken, bir yandan da bu insanlara erişmeyi başarıyor.

Türkiye ekonomisi yükseliyor. 2010 yılının ilk çeyreğinde yıllık büyüme oranı %12’ye ulaştı. Bu durum herkesi mutlu ediyor. Ama, AK Parti aynı zamanda Avrupa Birliği’ne katılmak istiyor. Ancak Türk ekonomisinin varmış olduğu durum düşünüldüğünde, AB’ye katılmak da artık tuhaf bir hedef gibi görünüyor. Ve şu da bir gerçek ki, AB hiçbir zaman Türkiye’yi üye olarak kabul etmeyecek. Ancak, AK Parti’nin bu konudaki ısrarcı tutumu, seküler kesime bir sinyal veriyor: AK Parti, Avrupacı/modernci projesini asla terk etmiyor.

Aslında, AK Parti çok daha fazla sinyal gönderiyor; ancak seküler kesimin güvenini bir türlü kazanamıyor. Bu kesim, AK Parti’nin görünüşte “ılımlı” tavrının, uzun vadeli niyetleri için bir “örtü” olduğundan korkuyorlar; bu partinin Türkiye üzerinde radikal-İslamcı gündemini dayatacağından endişe ediyorlar. AK Parti lider kadrosunun niyetlerini bilmem; ama Türkiye hakkında bazı gerçekleri biliyorum: Çarşamba gerçeği göz ardı edilemez; ama seküler kesim de önemli bir siyasi gücü elinde bulunduruyor ve ordunun desteğini ardına alıyor. AK Parti’ye atfedilen niyetler ne olursa olsun, seküler kesim çarpıcı biçimde zayıflamadığı sürece (ki bu da olmayacaktır) bu partinin Türkiye üzerinde radikal-İslamcı bir gündem dayatması olanaksız.

CHP’nin 2002 yılı öncesinde geçerli olan güçlü laiklik anlayışını yeniden yerleştirmesi, AK Parti’nin ise radikal İslamcı bir rejim dayatması mümkün değil. Her iki girişimin sonucu da ülkeyi felç eden ve ayrışmaya neden olan siyasi bir kriz olacak; hiçbir tarafa siyasi zafer kazandırmayacak. Bu gizli gündemler karşısındaki en iyi koruma ise, bunları zorla dayatamamak.

Ayrıca, İslam cemaatinin dış çepherlerinde, El Kaide gibi radikal İslamcılar var. Geneksel olarak dindar ile radikal İslamcıları birbirinden ayırmak, stratejik bir gereksinim. Geleneklerine bağlı kesim ne kadar tecrit edilirse, radikaller tarafından da o kadar kolay “fethedilmeleri” söz konusu olacak. 1970’li yıllardan önce, böyle bir sorun yoktu. O zamanlar radikal İslamcılar bir sorun değildi; radikal sosyalistlerdi asıl sorun. 2002 yılından önce kullanılan stratejiler, doğrudan radikallere yaradı. Elbette, tüm İslamcıların radikal olduğunu söyleyecekler vardır aranızda. Bunun ampirik olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir milyara yakın Müslüman arasında radikal eğilimlilerin sayısı son derece düşük. Ancak, saldırgan sosyal politikalar uygularsanız, geri kalanını da radikal hale getirmiş olursunuz. Bu da Türkiye ve bölge için bir felaket doğurur.

Türkiye’nin en büyük sorunu laiklerle dindarlar arasında nasıl köprü kuracağını bilememesi. Bu, radikal eğilimlerin sesini kısmanın en etkin yolu. CHP’nin dindarlara erişmek için bir programı yok gibi görünüyor. Birkaç ay önce lider değişikliğiyle başlayan bir değişime dair bazı emareler var. Ancak, genel itibariyle, CHP, dini alan ile güç paylaşımı konusunda düşmanca ve şüpheci yaklaşıyor.

Ak Parti’nin gündeminde ise uzlaşma var. Ancak ne gerçek dindarları ne de gerçek laikleri tatmin edebiliyor. Ancak, yine de elinde bir çoğunluğa sahip.

Daha önce söylediğim gibi, Türkiye’de herşey AK Parti’nin gizli niyetleri olduğu noktasında düğümleniyor. Benim kanımca, özel düşünceleri ve siyasi gerçeklikler ne olursa olsun, AK Parti içindeki Türkler, 600 yıllık Osmanlı geleneğinden köklerini alan kişiler. Bu da, Türkiye’deki iç politikayı “Bizanslı” hale getiriyor. Asla unutulmamalıdır ki, kritik dönemeçlerde, Osmanlılar, Balkanları yönetebilmek için Ortodoks Hıristiyanlara karşı Katoliklerle birlik kurmuşlardır. Daha birçok ittifak yapmışlar ve uzlaşılar piramidi üzerine kurulu çok-uluslu ve çok-dinli bir imparatorluğun varlığını korumuşlardır. AK Parti, bir Wahhabi partisi değildir ve eğer böyle bir parti olmaya çalışırsa, başarısızlığa uğrayacaktır. AK Parti, diğer birçok siyasi parti gibi, makamını korumayı tercih ediyor.

Türkiye ve Dünya

AK Parti’nin gizli bir ajandası olup olmadığı sorusu dış politikayla da bağlantılı. Ankara’da İslami kökenli bir partinin varlığı, ABD ve AB cephesinde, Türkiye’nin “elden kaçtığı”, radikal-İslamcı kampa dahil olduğuna dair bir algı yaratıyor.

İşte bu yüzden İsrail’le filo krizi yaşandı. Türkler, İsrail’in ablukası altındaki Gazze’ye bir yardım filosu gönderdiler. İsrailli komandolar gemilere çıktı ve içlerinden biri, çatışmaya girince dokuz kişi öldü. Türkler öfkeyle doldular ve ABD ve Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın geri kalanının, İsrail’in eylemlerini kınamada onların safına katılmasını beklediler. Bu olay karşısındaki genel tepkinin İsrail’e değil de, Türkiye’ye yöneltilmesi karşısında Türk hükümetinin şaşırmış olduğunu düşünmüyorum. Türkler, Amerikalıların ve Avrupalıların algısını tam olarak anlayamadılar; çünkü onlar, Türkiye’nin radikal İslamcıların eline düştüğüne inanıyorlardı. Bu algı, Amerikalıların ve Avrupalıların, filo olayını tamamen beklenmedik bir şekilde okumaları sonucunu doğurdu. Türkleri kurban olarak görmek yerine, ideolojik nedenlerden ötürü bu olayı kasti olarak Türklerin yarattığını düşündüler.

Tüm bunlar, aslında Türkiye içinde ve dünyada AK Parti’ye yönelik algılarda düğümleniyor. Ve bu algılar, Türkiye’nin ne yaptığı konusunda farklı yorumlar getirilmesine neden oluyor.

Bu açıdan düşünüldüğünde füze kalkanı konusu da son derece önemli. Türkiye kalkanın topraklarına yerleştirilmesine karşı çıksaydı, bu özellikle ABD’yle ilişkilerde bir kırılma noktası oluşturabilirdi diye düşünüyorum. Balistik füze savunma, İran’a karşı tasarlanmıştır. Türkiye ise, İran’a ABD’nin saldırmasını istemiyor. Hem bir saldrııya hem de füze savunma sistemine karşı çıkması ise, Türkiye’nin İran’ı üzecek herhangi bir şeyi önlemek isteyeceği şeklinde yorumlanıyor. Böylelikle, Türkiye’yi İran-yanlısı olarak görenlerin argümanları teyit edilmiş oluyor. Türk hükümetinin füze kalkanı konusunda tavrından vazgeçmeme kararı, son derece kritiktir. Bu projeyi reddetmek, Türkiye’nin radikal bir İslamcı olduğu görüşünü besleyecektir. Ancak, buradaki mesele şu ki, Türkler bu meselede niyetlerini bildirdiler. AKP ise, bir denge tutturmaya çabalıyor.

Gerçek şu ki, Türkiye artık belirli bir dengeyi tutturmaya çalışan bir bölgesel güç. Buradaki gerçeklik ise, Türkiye’nin artık dengesini bulmaya çabalayan bir bölgesel güç olduğu. Türkiye, Müslüman hükümetlerin seküler devletlerle (ki bunların çoğu da Hıristiyan milletler ve bir Yahudi devletinden oluşuyor) harmanlandığı bir bölgede yer alıyor. 360 derecelik bir bakış açısıyla bakıldığında, bu aslında sıradışı ve çelişkili bir devlet bileşkesi... Türkiye, aynı anda İran, İsrail ve Mısır ile ilişkilerini sürdürüyor.

Türklerin bu konuda sorunlar yaşıyor olması şaşırtıcı değil. Sürekliliğin bozulduğu neredeyse bir yüzyıllık zamandan sonra, Türkiye, yeniden bölgesel bir güç oluyor ve bölgedeki herkes, Türkiye’yi kendi çıkarına doğru çekmeye çabalıyor. Suriye, İsrail ve Lübnan ile arabuluculuğunda Türkiye’yi istiyor. Azerbaycan, Yukarı Karabağ sorununda Ermenistan’a karşı Türkiye’nin desteğini istiyor. İsrail ve Suudi Arabistan, İran’a karşı Türkiye’nin desteğinden yana. İran, ABD’ye karşı Türkiye’nin desteğini istiyor. Kosova, Sırbistan’a karşı yine onun desteğini talep ediyor. Tüm bu devletler Türkiye’den bir şeyler istiyorlar ve eğer bu istediklerini elde edemezlerse Türkiye’yi kınamaya başlıyorlar. ABD bile, eskisi gibi bir Amerikan müttefiki olmaya devam etmesini istiyor Türkiye’den...

Türkiye’nin stratejisi ise, herkesle dost olmak; nam-ı diğer “komşularla sıfır sorun politikası”. Bu politika, düşman sahibi olmamaya dayanıyor. Buradaki sorun ise, tüm bu ülkelerle aynı anda dost olmanın imkansızlığı. Bu ülkelerin çıkarları birbirleriyle uyuşmuyor ve son kertede, tek olası sonuç, tüm bu ülkelerin Türkiye’yi düşman addetmeleri ve bölge genelinde Türkiye’ye karşı bir güvensizliğin doğması. ABD’nin Türkiye ve Brezilya’nın İran’a karşı girişimini memnuniyetle karşılamaması, Türkiye’yi şaşırtmıştı. Ancak Brezilya’nın aksine, Türkiye, zorlu bir komşuluk coğrafyasında yaşıyor ve herkesle dost olmak, bir seçenek değil.

Bence, bu politika, Osmanlı İmparatorluğu gibi her yerde kendini gösterebilme endişesinden kaynaklanıyor ve bu durum seküler kesimin hoşuna pek gitmiyor. Osmanlı İmparatorluğu hem kurnazdı hem de cengaver. Bizans geleneğinin mirasçısıydı ve bu mirasa da değer verdi. Atatürk ise, Türk dış politikasını çarpıcı biçimde sadeleştirdi ve onu içeriye doğru çekti. Türkiye’nin yeni gücü ise, bu geri çekilmeyi olanaksız kılıyor; ancak en azından bu aşamada tarihsel olarak Türkiye’nin uluslararası düzeyde çok hevesli veya çok zeki görünmemesi önem taşıyor. Ne de olsa Yeni-Osmanlıcılar gibi yakıştırmalar su yüzüne çıkıyor ve bu durum birçok insanı rahatsız ediyor. Herkes ile dost olmaya çalışmak işe yaramayacaktır; ancak Türkler açısından iyi bir stratejidir. Diğerlerinin aksine, Türk dış politikasını basit ve hedefe-odaklı olarak görüyorum: Söyledikleri ve yapmak istedikleri, aynı şeyler. Bu dış politikanın sorunu ise, uzun vadede işlemeyeceği. Şüphelerim, Türk hükümetinin de bunu bildiği, ancak siyasi gerekçelerden dolayı zaman kazandığı yönünde...

Aynı zamanda idari açıdan da zaman kazanıyorlar. ABD, bir istihbarat servisi olmaksızın İkinci Dünya Savaşı’na girdi; savaş sonrası gereksinimleri için yeterli düzeyde diplomatik kadrosu yoktu; uzman bir stratejik planlama sistemi de keza... Türkiye, 1940 yılının ABD’sinden çok önde; ancak çevresindeki karmaşıklığı idare edecek kadar eğitimli ve deneyimli personele veya idari yapıya sahip değil. Türk dışişleri bakanı sabah uyanır uyanmaz, Washington’un son talebini, Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine dair beyanatlarını, İsrail’in Yunanlılarla yaptıkları anlaşmaları, İran’ın tahkikatlarını, Rusya’nın enerji meselelerindeki görüşlerini, vs. işitiyor. Yakın zamana dek küçük çapta bir dış politika etkisi olan bir ülke için bütün bunlar son derece önemli meseleler...

Türkiye ve Rusya

Ben bu geziye Rusya’nın yeniden bir süpergüç olarak yükselişini, bunun yaratacağı jeopolitik engelleri ve uluslararası sistemin buna nasıl cevap vereceğini belirlemek için çıktım. Baltık Denizi’nden Karadeniz’e dek, Rusya’nın gücünü sınırlamak isteyen ülkelerden oluşan Intermarium’dan daha önce söz etmiştim.

Ortadaki sorulardan biri, bu hattın güney bölümündeki desteğin nereden alınacağı. En güçlü destek Türkiye olacaktır. Her ne kadar Soğuk Savaş sırasında NATO’nun çevreleme hattının güneydoğusunda yer almış olsa da, Türkiye, normal şartlarda Intermarium’un bir parçası değil. Benim bu geziye çıkma amacım da, bir açıdan, Türklerin Rusya hakkında ne düşündüklerini anlamak ve Rusya’nın onların stratejik düşüncesindeki yerini ortaya çıkarmaktı. Aynı zamanda, bölgenin genelini etkileyen bir dönüşümden geçerken, Türklerin kendileri hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istemiştim.

Türkiye birçok ülke gibi Rusya’nın enerji kaynaklarına bağımlı. Türkiye’nin Rusya ile uzun bir tarihi var ve Rusya’yı mutlu tutması gerekiyor. Ama aynı zamanda herkesle dost olmak istiyor ve yeni enerji kaynakları bulması gerek. Bunun da anlamı, Türkiye’nin güneye, Irak’a ve doğuya, Azerbaycan’a yönelmesi. Güneye baktığında, İran ve belki de Suudi Arabistan ile anlaşmazlığa düşebilir. Doğuya yöneldiğinde ise, karşısına Ermenistan ve Rusya engeli çıkıyor.

Türkiye’nin büyük güçlerin ayağını kaydırabileceği girişimleri yok; zaten böylesi hareketlerde de bulunamaz. Ancak, bir yandan da enerji için sürekli Rusya’ya bağımlı kalamaz. Enerji politiksından dolayı da, kendini Intermarium ile aynı düzeyde görüyor; çünkü Türkiye, bu ülkelerin her birinden çok daha güçlü ve bu gücünü de ilerletecek. İçinde bulunduğu bölgenin son derece karmaşık ve zorlu olduğu gerçeği de cabası...

Bununla birlikte, Ruslar ivedi bir tehdit değil iken, Türkiye’nin karşısında varoluşsal bir tehdit bulunuyor. Giderek büyüyen ekonomisi ile, Türkiye çok fazla enerji gereksinimi duyuyor ve bu konuda artık Rusya’ya veya başka birine bağımlı olmak istemiyor. Enerji kaynaklarını çeşitlendirdikçe de, Rusya dahil olmak üzere birçok ülkeyi saf dışı bırakacağını biliyor. Ancak, bunu yapmayı istemese de, dünya bu şekilde işliyor. Peki, bu durumda Türkiye, Intermarium’un güney dayanağı olabilir mi? Olabileceğini düşünüyorum. Derhal şimdi değil, veya sonsuza dek değil. Ancak, on yıl içinde, Rusya enerji politikasının Türkiye üzerinde uyguladığı baskı sonucunda, Türkiye’yi bu “dayanak” pozisyonunu üstlenmeye zorlayacak gerilimlerin doğması beklenebilir.

Türkiye’nin niyetleri, gizli gündemleri konusunda sayısız konuşma, tartışma oluyor. Ancak asıl mesele bu değil. İslam, bölgenin dinamik gücü olarak modernizmin yerini aldı ve Türkiye’nin de kendisini buna uyumlaştırması gerekiyor. Bununla birlikte, modernizm ve sekülarizm, Türk toplumunun dokusuna işlemiş durumda. Dolayısıyla bu iki unsur göz ardı edilemez. Türkiye bölgesel bir güçtür ve düşmanları ve dostları hakkında karar verecektir. Söz konusu kararlar ise, enerji elverişliliği, ekonomik fırsatlar ve savunmacı konumlar gibi meselelere dayanarak verilecektir.

Niyetler önemsiz değildir; ama mevzu bahis Türkiye olduğunda, belirleyici de değildir. Değişmesi için çok yaşlı bir ülke, çevresindeki güçlerden kaçınması için de son derece yeni bir güçten söz ediyoruz. Tüm karmaşıklığına rağmen Türkiye’nin öngörülebilir olduğunu düşünüyorum. Bu ülke, kapsamlı bir içsel istikrarsızlık sürecinden geçecek ve hazır olmadığı dış imtihanlar verecek. Ancak, en sonunda, bir zamanlar olduğu konuma geri dönecek: Büyük bir bölgesel güç.

Öznel olarak şunu da belirtmek isterim ki, Türkiye ve Türkleri severim. Ancak, büyük bir güç olduklarında onları daha az seveceğimden korkuyorum. Şu anda, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bulunduğu haldeler. Zaman içinde, küresel ve büyük güçler, talepkar ve tatminsiz dünyanın baskısı altında, tüm cazibelerini yitirirler. Sert ve kaba bir görünüm kazanırlar. Türkler şu aşamada böyle bir emare göstermiyor. Ancak, karşılarında da bir dizi başa çıkılması güç olan zorluklar var.

AK Parti, şu anda Türkiye’deki iki gerçekliği birbirine bağlamaya çabalıyor. İçlerinden birini seçmesi ve bu şekilde Türkiye’yi yönetmesi imkansız. O günler geride kaldı. Bu iki unsuru uzlaştırmanın nasıl mümkün olacağı ise, asıl mesele. Şu an için, en zor sorun şu: Seküler kesim, bugünün Türkiye’sinde geniş bir azınlık olduğunu nasıl kabullenecek? Yeniden güç kazanma arzusu sonucunda, dindar kesime ulaşmaya çalışacaklarından kuşkulanıyorum; ancak şu an için alanı AK Parti’ye bırakmış durumdalar.

Dış politika konusunda, Türkiye’yi yeniden İslam dünyasının bir parçası olarak konumlandırmaya çalışıyorlar; ancak İslam dünyası, birçok rejim türü ve karşıt akım arasında derin bir bölünme içinde. Fas ile Pakistan arasındaki uzaklık, sadece mekansal değil. İslam dünyasının yeniden konumlandırılması, düşmanlarının belirlenmesi sorunuyla koşut ilerliyor. Aynı durum dünyanın geri kalanı için de geçerli.

Türkiye’den ayrılırken, aklımda bir dizi soru var ve bunlara yanıt verilmesi, cambazlık istiyor. Seküler kesim ile dindar kesim arasındaki gerillimlerin azaltılması gerek. Dindar kesim içindeki gerilimler, göz korkutucu düzeyde. Kentsel ve kırsal kesim arasında da önemli bir çatışma var. Türkiye ile müttefikleri ve komşuları arasındaki gerilimler son derece büyük; ancak AK Parti, bu gerilimleri pek vurgulamak istemiyor. Türkiye’nin tüm bu sorunların üstesinden gelip, büyük güç olması şimdilik olanaksız; ancak jeopolitiğin bana söylediği, bunun er ya da geç olması gerektiği şeklinde. Tüm ülkelerde derin bölünmeler vardır. Ancak, Türkiye güçlü bir devlet. Coğrafyası ve ekonomisi güçlü. Özellikli bir bölgede yer alıyor. Tüm bunlar ise, Türkiye’ye mutlak bir etki ve göreceli bir güç sağlıyor.

Önümüzdeki on yıl, Türkiye açısından pek konforlu geçmeyecek. Çözülmesi gereken sorunları ve mücadele etmesi gereken savaşımları olacak. Ancak, bu sorunun yanıtını şu şekilde verebilirim: Türkiye, Rusya ile çatışmak istemiyor. Rusya’ya bağımlı olmak da istemiyor. Bu iki arzu, Rusya ile bir gerilim olmaksızın uzlaştırılamaz. Ve eğer bir gerilim olursa, Türklerin niyetine ters düşse de, Intermarium ile ortak çıkarlar doğacak. Tarih boyunca, niyetlerin (özellikle de iyi olanları) karar verici nitelikte olmasına ender rastlanır. (ABD merkezli düşünce ve özel istihbarat merkezi Stratfor)


Kaynak: http://www.stratfor.com/weekly/20101122_geopolitical_journey_part_5_turkey


* George Friedman, ABD merkezli düşünce ve özel istihbarat merkezi Stratfor başkanıdır.



Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüpheli yakalandı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 ilde eş zamanlı düzenlenen Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüphelinin yakalandığını bildirdi.

Teknoloji

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Rusya, Ukranya'nın en büyük özel elektrik şirketine saldırdı

İsrail ordusu Halep'i vurdu: 38 kişi öldürüldü

Türkiye’nin iç sorunu bir PKK’dan Avrupa’nın sorunu bir PKK’ya

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Katillerin gözü döndü! İsrail’den Şifa Hastanesi’ne katliam gibi baskın: Sivilleri acımadan öldürdüler

Uzman isim Türkiye'nin rolünü anlatarak uyardı! Karadeniz'i bekleyen büyük tehlike

Pakistan'dan Afganistan'a hava saldırısı!

Rusya'da seçim: Dünya Putin'i protesto ediyor

Bayraktar AKINCI'dan İHA-230 füzesiyle çifte atış

Yükleniyor