Ulus-aşırı Elit ve Yeni Dünya Düzeni

Ulus-aşırı Elit ve Yeni Dünya Düzeni

“Batı’nın bekçileri tarafından insanların “komplo teoricisi” olarak yaftalanmaları, bir iddiayı desteklemek için ne kadar kanıt olduğuyla alakalı bir durum değil; bu daha ziyade komplo teorisinin kiminle ilgili olduğu ve kimin tarafından

Takis Fotopoulos

Bu makale, son otuz yıl kadar önce neo-liberal küreselleşmeyi temel alan Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkışına dair kısa bir tarihsel açıklama getirmeyi amaçlıyor. Ulus-aşırı Elit, bu bağlamda, sosyal yaşantının her büyük alanını (ekonomik, sosyal, ideolojik, vb) kontrol eden, birbiriyle bağlantılı elitler ağı olarak tanımlanıyor; ve işlevi, ulus devletlerin küreselleşme öncesi döneminde ulusal elitle aynı. Ortaya konduğuna göre; ulus-aşırı piyasa ekonomisi, kendi ulus-aşırı siyasi ve ekonomik elitlerini, tıpkı piyasa ekonomisi ağırlıklı olarak “ulusal” olduğu ve piyasa kurallarını uygulama rolü, ağırlıklı olarak “ulus-devlete” –şiddet kullanma tekeli aracılığıyla- atfedildiği ve siyasi ve ekonomik elitlerin de onu kontrol altında tuttuğu zamanda olduğu gibi, kontrol etmek zorundaydı. Buradan çıkan sonuç ise; sistemik propagandanın aksine, Ulus-aşırı Eliti kavramının (ve Yeni Dünya Düzeni’nin kendisinin), bu tür “komplo teorileriyle” herhangi bir bağlantısı olmadığıdır.

Geçtiğimiz haftasonu, Avrupa çapında binlerce Avrupa vatandaşı, neo-liberal küreselleşmenin Yeni Dünya Düzeni’ne ve bu düzeni uygulamaya geçiren Ulus-Aşırı Elitlere –özellikle de G7 ülkelerindeki ulus-aşırı elitlerin ağlarına- karşı protestolarda yer aldı. Sebep ise, son transatlantik ticarete yönelik hazırlanan ve ismine “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” (TTIP) denen anlaşmaydı. Bu yeni anlaşmaya yönelik müzakereler, aslında oldukça ilerledi ve ABD ile AB’nin siyasi ve ekonomik elitlerinin temsilcileri arasında gerçekleşti. Trans-Pasifik Ortaklığı adı verilen benzeri bir anlaşmanın müzakereleri ise, Pasifik Kıyısı’nda yer alan ülkeler (Kanada, ABD, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Şili, Vietnam, Peru, Meksika, Singapur, Güney Kore, Malezya, Tayvan ve Bruney) arasında gerçekleşiyor.

Şunu derhal fark etmek mümkün: Hem Rusya hem de Çin, bu müzakerelerin dışında kasten bırakılıyorlar. Söz konusu müzakereler, tamamen Ulus-aşırı Elitler ve Yeni Dünya Düzeni’ne ortak veya bağlı üyeler olarak tam dahil olmuş kesimler arasında gerçekleşiyor. Rusya, kısa süre önce Dünya Ticaret Örgütü üyesi olmasına rağmen Yeni Dünya Düzeni’ne tam olarak entegre durumda değil. Oysa, dünyanın birçok diğer ülkesi gibi, neoliberal küreselleşmenin yeni düzenine tam olarak entegre olmayı istiyor – ama şayet piyasalarını emtialar için tamamen açmaya ve serbestleştirmeye onay verirlerse. Böylelikle, Ulus-aşırı Şirketler’in faaliyetlerini sınırlandıran herhangi bir vergi veya başka engelle karşılaşmamaları sağlanmak isteniyor.

Bununla birlikte, Dünya Ticaret Örgütü’nün mal piyasalarını açmada ve serbestleştirmede son derece başarılı olduğu gerçeğine rağmen, hizmetler piyasasını açmada o kadar başarılı olmadılar – keza birçok ülke halen Sağlık, Eğitim, Taşımacılık ve İletişim gibi temel ihtiyaç niteliğindeki hizmetleri korumaya devam ediyor. Bu hizmetler, “sosyal hizmet” olarak nitelendiriliyor ve dolayısıyla ulus-ötesi şirketlere ve onların kar amacı güden faaliyetlerine kolay lokma olmalarının engellenmesi gerekiyor. Bu, Amerika’nın durumunun tam tersi; keza onun durumunda, söz konusu temel ihtiyaçları gidermek, piyasa güçlerine (yani, vatandaşların cüzdanının ne kadar kabarık olduğuna) bağlı – demokratik düzeyde alınan kolektif sosyal kararlardansa. Tüm bunların ötesinde, Dünya Ticaret Örgütü, “Güney”de (örneğin tarım sektörü) bazı üretim hizmetlerini açıp serbestleştirmede pek başarılı olamadı. Söz konusu sektörler halen birçok ülke açısından ana üretim sektörleri (en azından istihdam sağlama anlamında) olmaya devam ediyor. Bu konunun bir uzmanının vurguladığı gibi:

“Kibarca anlatmak gerekirse, Dünya Ticaret Örgütü halk tarafından pek sevilmedi. Aslında, örgüt, kırılgan durumdaki ekonomileri açmak ve dünya çapında zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapmak üzere bir araç olarak kullanıldı. Dolayısıyla, hiç şaşırtıcı olmasa gerek, Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde daha çok serbestleşme tedbiri alınmasına dair görüşmeler sekteye uğradı. (...) Dolayısıyla, TTIP ve TTP, çok daha dışlayıcı bir ülke grubuyla müzakere ediliyor ve bu ülkelerin liderleri, halkın hiç desteklemediği Dünya Ticaret Örgütü’ndense, ticarette liberalizasyon denen tavşan deliğinin daha da diplerine inmenin iyi bir fikir olduğunu düşünmüş olacaklar. Bunu yapmayı istedikleri en endişe verici biçimlerden birisi ise, anlaşmaların çerçevesinde yatırımcı-devlet anlaşmazlığının çözümü olarak bilinen durumu kurumsallaştırmaktı.”

Dolayısıyla, söz konusu anlaşmalar, aslında, son otuz sene içerisinde Ulus-Ötesi Şirketlerin kitlesel şekilde yaygınlaşması –ki kapitalist piyasa ekonomisinin tarihinde bu yeni bir olgudur- ve SSCB’nin ve genel itibariyle Sovyet bloğunun paralel bir şekilde çökmesinin ardından Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkmasıyla birlikte başlayan aynı sürecin bir parçası. Çok-uluslu şirketlerin kitlesel yaygınlaşmasının bir sonucu olarak –ki 2009 yılı itibariyle sayıları 80.000’i aşmıştı ve dünya ticaretinin üçte ikisine karşılık geliyorlardı- bugün sahadaki birçok uzman, hiper-küreselleşmeden söz ediyor. New Scientist’te yayımlanan bir araştırmanın gösterdiği gibi, bugün, sadece 1.318 tane “çekirdek” niteliğindeki Ulus-Ötesi Şirket, kesişen mülkiyetleri yoluyla, küresel gelirin %80’ine sahip ve içlerinden 147’si (yani, Ağ’ın %1’inden azı), tüm ağın refahının yüzde 40’ını kontrol eden bir “süper birim” oluşturuyorlar. Ulus-aşırı şirketlerin bu şekilde yaygınlaşması, emtialar ve sermaye açısından açık ve serbestleştirilmiş piyasalar olmasaydı mümkün olamazdı. Söz konusu piyasalar, dünya çapında son otuz yılda, farklı inanışlardaki –Hıristiyan demokrat, sosyal demokrat, liberal ve onların bir bileşkesinden- hükümetler tarafından kuruldu. Bu, çok satan bazı komplo teoricilerinin iddia ettiği gibi, her türlü krizi kullanan “kötü” ekonomistlerin ve siyasetçilerin komplosunun bir sonucu değildi. Tam tersine, bu, kaçınılmaz bir etkiydi; ulusal piyasaları temel alan sosyal-demokrat modelin çöküşünün ardından yaşandı ve artık piyasa ekonomisinin artan şekilde uluslararasılaşmasıyla bağlantılı değildi. Bir diğer deyişle, yeni çerçevedeki hükümetler, ekonomilerini rekabetçi kılmak ve sürekli olarak bir büyüme ve tüketici piyasasının yaygınlaşmasını sağlamak için neo-liberal politikaları izlemek zorundaydılar.

Bununla birlikte, uluslararasılaşmış piyasa ekonomisinin kurulması, bir tür uluslararasılaşmış ekonomik ve siyasi “düzenleme” gerektirdi. Piyasa ekonomisi temel olarak “ulusal” olduğunda, piyasa kurallarını dayatma rolü, şiddet kullanma tekeli aracılığıyla- “ulus-devlete” ve onu kontrol eden siyasi ve ekonomik elitlere atfedildi. Bu kapsamda eski ulusal imparatorluklar vardı – örneğin Britanya sömürge imparatorluğu. Bu imparatorlukların aslında ticaret ve sermaye yatırımı için kendi iç pazarları vardı. Bununla birlikte, ulus-ötesi bir ekonominin bunu kontrol etmesi için kendine ait ulus-aşırı siyaset ve ekonomi elitlerine ihtiyacı var. her ne kadar şiddet üzerindeki devlet tekeli halen mevcut uluslararasılaşmış piyasa ekonomisinde yer alsa da, şimdilerde ona ek olarak ulus-aşırı bir şiddet kullanımı da geldi – ve bu, sadece bir devlet tarafından da uygulanmıyor, G7’nin başlıca askeri güçleri tarafından (yani Fransa, ABD, İngiltere) uygulanıyor. Dolayısıyla, her ne kadar ekonomik güç, bugün kökenleri aslında G7 ülkelerine dayanan (ABD, Fransa, İngiltere’ye ek olarak Almanya, Japonya, Kanada ve İtalya) birkaç yüz ulus-ötesi şirket arasında dağılmış olsa da, ABD’nin yine de değişmez askeri üstünlüğünden dolayı fiili bir liderlik pozisyonu var – ancak bir İmparatorluk değil. bir diğer deyişle, Yeni Dünya Düzeni, bir “İmparatorluk”tur ve tek-kutuplu dünya anlamında kullanılır. Ancak, İmparator’suz bir İmparatorluk’tur bu – eğer tüm Ulus-Ötesi Eliti “imparator” olarak kabul etmiyorsak...

Bu çerçevede, “ulus-ötesi eliti”, gücünü (ekonomik, siyasi veya genellikle sosyal güç) ulus-ötesi düzeyde faaliyet göstermekten alan bir elit olarak tanımlayabiliriz – yani, sadece ve sadece özel bir devletin çıkarlarını ifade etmez. Bu; her bir önemli sosyal yaşantı alanını (ekonomik, siyasi, ideolojik, vs) denetleyen, birbiriyle bağlantılı elitler ağından oluşmaktadır. Dolayısıyla, aşağıda sözü edilen elitler, ulus-ötesi elitin başlıca unsurlarını oluşturmaktadır:

- Ekonomik küreselleşmeden sorumlu olan ulus-ötesi ekonomik elitler: başlıca ulus-ötesi şirketleri kontrol ederler (kurumsal direktör, yönetici, hissedar olarak), ayrıca başlıca uluslararası ekonomik örgütlerin de (IMF, Dünya Bankası, OECD gibi) yönetim kurulunda bulunurlar;

- Siyasi küreselleşmeden sorumlu ulus-ötesi siyasi elitler: Yeni Dünya Düzeni’nin siyasi-askeri boyutunu kontrol ederler; içlerinde dünya çapında tanınan bürokratlar, ya büyük uluslararası örgütlerde ya da büyük piyasa ekonomilerinin devlet aygıtlarında (özellikle de G7 ülkeleri) görev alan profesyonel politikacılar vardır;

- Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojisini, ulus-ötesi kitle medyasını (örneğin CNN, BBC ve diğerleri) denetlemek yoluyla, teşvik etmekten sorumlu ulus-ötesi propaganda elitleri ve insan haklarının korunması gibi meseleleri ele alırken ideolojilerini uygulamaya koyan elitler (ulus-ötesi ekonomik elitlerin finanse ettiği uluslararası STK’ların önde gelen kadroları, örneğin İnsan Hakları İzleme Örgütü HRW, Uluslararası Af Örgütü, vs). Ulus-ötesi medya ve uluslararası STK’lar ile, “sosyal medya” (bloglar, facebook, twitter, vs) “haber” üretiminde (ve “isyanlara” meşruiyet kazandırmada) kritik bir rol oynarlar; NATO gibi kriminal örgütlerin sözümona ilerici rolleri hakkındaki propagandaları desteklerler. Örneğin, Pentagon’un yürüttüğü Savunma Projeleri Ajansı DARPA- kısa bir süre önce bazı araştırmaları fonladı ve söz konusu araştırmalar, sosyal paylaşım sitelerinin ve Twitter, Pinterest, Kickstarter gibi sitelerin kullanıcılarının (ve onun Stratejik İletişimde Sosyal Medya programını kullananların) genellikle amacının, sosyal veri programlarını manipüle etmek olduğunu, bu şekilde sınır-ötesi elitlerin etkisine açık hale geldiklerini ortaya çıkarmıştı. Hedef şu şekilde tanımlanmıştı: “Bu program aracılığıyla, DARPA, yanlış bilgilendirmeyi veya aldatmacaya dönük kampanyaları, doğru bilgi aracılığıyla önlemek için insan operatörlerinin çabalarını destekleyen araçlar geliştirmeyi hedeflemektedir.”

- Ulus-ötesi akademik elitler, özellikle de birçok ulus-ötesi örgütte (dernekler, enstitüler, düşünce kuruluşları ve benzerleri) yeni dünya düzeni ve küreselleşme ideolojisini yaratıp iyileştirmeden, küreselleşme ihtiyacını “bilimsel” olarak gerekçelendiren ve insanların dikkatini mevcut çok-boyutlu krizin gerçek sebeplerinden uzaklaştırma çabalarından sorumlu tutulan, sistemin önde gelen akademisyenleri;

- Ulus-ötesi kültürel elitler (ağırlıklı olarak Hollywood endüstrisini kontrol altında tutan Ulus-aşırı ve Siyonist elitlerin denetimindeki küreselleşme değerlerinin ve “normal” yaşam tarzının (ne büyük bir “rastlantı” ki söz konusu yaşantı şekli, yaşam ve değerlere dair burjuva yaklaşımıyla uyumlu!) yaygınlaştırılmasında önemli bir rol oynayan film ve müzik endüstrisindeki (özellikle de yine ulus-aşırı şirketlerin denetimindeki pop endüstrisindeki) elitler)

Şunu eklemeye gerek bile yok: Ulus-aşırı elitlerin yürüttüğü küreselleşme süreci, refah ve gelirin daha önce görülmemiş bir şekilde tek elde yoğunlaşmasına yol açtı. Kısa süre önce Credit Swisse’in yayımladığı bir raporda da gözler önüne serildiği gibi, yeryüzündeki en zengin %1’lik kesim, şimdilerde dünya zenginliğinin yüzde 48,2’sine sahip. Bu, geçtiğimiz yıla göre yüzde 46’lık bir artış anlamına geliyor. Dünya nüfusunun en alt kesiminin yarısı ise, dünya refahının yüzde 1’inden az kazanıyor!

Yeni Dünya Düzeni’nin yükselişe geçmesinden beri Ulus-Ötesi Elit’in iki misline çıkan hedefleri şu şekilde:

Öncelikle, küreselleşme sürecine tüm ulusal ve ekonomik egemenliklerini henüz kaptırmamış olan ülkelere (özellikle Rusya ve ulusal özgürlük hareketleri sonucunda iktidara gelen hükümetlerin kontrol etmeye devam ettiği ülkelere – yani Irak ve Libya gibi ülkelerin ulus-aşırı elitlerinin yarattığı yıkımın ardından Suriye ve İran’a veya alternatif olarak sosyal hareketler aracılığıyla Küba, Venezüella ve diğer ülkelere) doğru küreselleşmeyi yaygınlaştırmak... Bu hedefi gerçekleştirmek için kullanılan araçlar ya ekonomik şiddet (örneğin AB’nin periferi ülkelerine yönelik olarak), ya doğrudan ulus-aşırı elitler veya onların elçileri aracılığıyla uygulanan fiziksel şiddet (örneğin Orta Doğu’da yaşananlar), ya da her iki şiddetin bileşkesi oldu.

İkinci olarak, küreselleşme sürecini Dünya Ticaret Örgütü görüşmeleri dışında kalan ve özellikle de sermaye serbestisi bu zamana dek sadece AB ve NAFTA dahilinde güvence altına alınan alanlara doğru derinleştirmek. Yeni anlaşmalar (TTIP ve TTP), ulus-aşırı şirketler ile devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek üzere evrensel mekanizmalar yaratacak olan şartlar önermektedir. Dolayısıyla, spesifik doğal kaynakların geliştirilmesi konusunda münferit anlaşmalar yerine, TTIP ve TTP, devletlere yatırım olarak kabul edilen bir dizi alanı kapsamaktadır. Aynı uzmanın dikkat çektiği gibi, “bu hükümleri içermek şu anlama gelir: eğer bir ülke daha sonraları kamu sağlığını korumak amacıyla TTIP veya TTP’nin şartlarına karşı gelen bir yasa kabul ederse ve örneğin bir şirket bu durumdan zarar görürse (çünkü yeni yasayı ihlal eden bir ürün üretiyor olabilirler), bu durumda anlaşmayı temel alarak devlete dava açılabilir ve normal mahkeme sistemi bu şekilde baypas edilebilir. Bir diğer deyişle, yabancı şirketler, bu anlaşmalar yoluyla misafir ülkenin hukukunun üstüne konumlanmış oluyorlar. Dolayısıyla, örneğin İngiltere’deki sağlık hizmetleriyle bir sorunu olan ulus-ötesi şirketler, eğer hükümet millileştirme programı izlemeye karar verirse, bu hükümeti dava edebilirler. İngiltere’nin büyük bir ticaret birliği olan Unite’in genel sekreter yardımcısı Gail Cartmail, geçtiğimiz TUVC konferansına katılan kongre delegelerini, TTIP’e karşı çıkmaları ve İngiltere’de yeterli desteği toplayıp Başbakan David Cameron’dan Britanya’nın sağlık hizmetlerini TTIP anlaşması dışında tutmalarını talep etmeleri konusunda uyardı. O dönemde aktarıldığına göre;

“Şurası açık ki, hükümet, bu anlaşmayı gizlice halledebileceğini düşündü. Bu anlaşma, ulusal sağlık hizmetlerimizi Amerika’ya geri dönülemez bir şekilde satmak anlamına gelecek,” demişti Cartmail ve eklemişti: “Blackrock ve Invesco gibi Wall Street finansörleri, daha şimdiden ulusal sağlık hizmetlerine yoğun yatırımlara başladılar – yeni sözleşmelerin yüzde 70’inden fazlası, şimdilerde özel ellerde. Paramızın 11 milyar sterlinin üstündeki kısmı, gazino sermayedarlarının elinde bulunuyor.”

Dolayısıyla, TTIP’e karşı kampanya yapanların bazılarının şu noktada endişe duymaları şaşırtıcı olmasa gerek: bu anlaşma AB yasalarına dahil olduktan ve ulusal parlamentolardan geçtikten sonra (keza AB üye ülkelerinin mevzuatlarının en az yüzde 75’i, Avrupa Komisyonu’ndan kaynaklanıyor), böylelikle halen mevcut olan sosyal hizmetlerin özelleştirilmesinin önü açılabilecek; iktidardaki muhafazakar, Hıristiyan Demokrat ve sosyal demokrat partiler tarafından son otuz yılda kabul edilen devasa neoliberal mevzuat ve neoliberal küreselleşmenin yeni dünya düzeninin saldırısına uğrayacak. Çevreciler de, anlaşmazlık çözüm usulünün ulus-ötesi şirketler tarafından çevreyi korumaya dönük adımları engellemek üzere gayet rahat kullanılabileceğinden endişe duyuyorlar. Müzakerelerin gidişatı da tartışmalı. Bu sürecin demokratik şekilde yürütülmediği ve gizli tutulduğu yönünde eleştiriler getiriliyor; ve beklenildiği gibi, aslında (tüm formalitelere rağmen) seçilmemiş Amerikalı ve Avrupalı bürokratların arasında götürülüyor ve bu kişiler, koltuklarını, ulus-ötesi siyasi ve ekonomik elitlere, ve ulus-ötesi şirketlerin temsilcilerine borçlu durumdalar.

Küreselleşmenin etkileri – özellikle de (istihdam piyasalarının daha rekabetçi hale gelebilmeleri maksadıyla serbestleşmesi bağlamında) çalışanların gerçek maaşlarının sürekli olarak daraldığı bir ortamda- şimdilerde dünyanın dört bir yanından birçok insan tarafından fark ediliyor. Örneğin Britanya’da halihazırda yaşanan “istihdam mucizesi” (ki Batılı ekonomilerin istihdam yaratan sermayesi olarak nitelendiriliyor), şu gerçeği gizliyor: istihdam düşük düzeylerde ve bu durum, temel olarak, İngiliz işçilerin Viktorya döneminden beri reel anlamda en büyük maaş kesintisini sineye çekmeye hazır olmalarından kaynaklanıyor. Tüm bunlar da küreselleşmenin sonucu. Dolayısıyla, muhafazakar London Times’ın bile Nigel Farage’nin UKIP’inin milliyetçi sağının neden hızla yükseldiğini açıklarken şu gerçeği kabullenmesi, şaşırtıcı değil:

“UKIP’e yönelik destekteki artış, sadece bir protesto oyu değil. Parti, küreselleşmenin geride bıraktıkları arasında bir seçmen kitlesine sahip. Ekonominin küreselleşmesi, kaybedenlerin yanında kazananlar da üretti. Bir kural olarak, kazananlar, en varlıklı kesim arasında; kaybedenler de yoksullar arasında yer alıyor.”

Aynı süreç, Avrupa’da neredeyse her yerde (özellikle de çalışan sınıf arasında) kendini yineliyor; milliyetçi sağa dönüyorlar, ama bunun sebebi bir anda “milliyetçi” veya (“solcuların” onları suçladığı gibi) “faşist” olmaları değil; halihazırdaki dejenere Sol’un küreselleşme aleyhine mücadeleye ön ayak olmayı istememesi; bir yandan da popüler halk kitlelerinin artık şunu anlamaları: ulusal ve ekonomik egemenlik, küreselleşmeyle uyumlu değil. Rusya’daki güçlü vatansever hareket ise, Rusya’nın yeni dünya düzenine entegrasyonuna karşı olan herkesi bir çatı altında topladığı düşünüldüğünde (milliyetçilerden komünistlere, Hıristiyan Ortodokslardan sekülerlere dek), bu harekete verilebilecek örneklerden biri olarak görünüyor...

Ulus-ötesi elitin ideolojik organlarının tipik tepkisi – ya medya, ya da üniversiteler, düşünce kuruluşları, STK’lar, vs aracılığıyla- neoliberal küreselleşmenin yeni dünya düzeni karşısında, iki paralel hedef doğrultusunda bu hızla yükselen küresel harekete saldırmaktır:

a) küreselleşmeye karşı bu tür halk hareketlerine “faşist” damgası vurarak iftira atmak (“aşağıdan gelen darbe” için ana organlar olarak kullandıkları Ukrayna’daki gerçek faşistlerin eylemlerine ilişkin olarak başka bir açıdan bakarken); ve

b) ulus-aşırı elitin küreselleşme konusundaki çizgisini eleştiren her yazarı, “komplo teoricisi” diyerek marjinalize etmeye veya karalamaya çalışmak; bir yandan da doğrudan veya dolaylı olarak liberal veya hatta Marksist “Solcu” yazarları ve onların yayınlarını teşvik etmek (keza bu yayınlarda küreselleşmeden ve ulus-ötesi elitten görmezden geliniyor ve bugünün gerçekleri, küreselleşmenin ortaya çıkmasından önce geliştirilmiş ve tamamen kadük kalmış teorilerle inceleniyor). Bu Paleolitik çağa ait Marksist Sol (bugünün gerçeklerine yönelik yeni teoriler geliştirmek için klasik Marksist araçları kullanmaya çalışan birkaç aydın Marksist dışında) bugün siyasi ve ideolojik olarak ölmüş durumda.

Neil Clark, ulus-aşırı organların mevcut gerçekliğe ilişkin her türlü etkin eleştirisini, “komplo teorisi” olarak tanımlamak gibi sistematik bir çaba içerisine girmişti:

“Batı’nın bekçileri tarafından insanların “komplo teoricisi” olarak yaftalanmaları, bir iddiayı desteklemek için ne kadar kanıt olduğuyla alakalı bir durum değil; bu daha ziyade komplo teorisinin kiminle ilgili olduğu ve kimin tarafından gerçekleştirildiğini temel alan, siyasi bir çağrı. Bir yapının belçileri, nesnel hakimler değildir; daha ziyade “komplo teorisi” olarak beğenmedikleri herhangi bir fikri derhal yaftalarlar ve son derece taraflıdırlar. Birisini “komplo teoricisi” olarak yaftalamak, onların bir kişiyi “yasak olmakla” itham etmenin standart yoludur; yani onu güvenilmez bir kaynak, bir kaçık olarak ifade eder. Bu; serbest, demokrat gözüken toplumlarda muhalif görüşü ve tartışmayı bastırmanın bir yoludur – ve başat yönetim söylemine meydan okuyan insanlar, kasten toplumun dışına atılır.

Dolayısıyla, yukarıda belirtildiği gibi, ulus-aşırı elit kavramına karşı getirilen ortak bir iftira da; gezegenin geleceğine karar veren, çok iyi örgütlenmiş uluslararası bir elitin varlığını ima eden iftiradır. Öyle ki, buna göre, “Tarih, Yeni Dünya Düzeni’ni temsil eden bu elitin kumandası altında yazılır.” Elbette, sürekli vurguladığım gibi, Tarih, her zaman için bir yaratı oldu; her türlü komplo teorisini reddeden ve alternatif olarak sonucu belirleyen her türlü “nesnel” yasayı da görmezden gelen bir şeydir Tarih. Bu, elitlerin komplo kurmadıkları anlamına gelmez. Irak’ın Baas rejimini ortadan kaldırmak için sözümona kitle imha silahları hakkında ulus-ötesi elitin komplosu, son derece bariz bir örnektir. Bununla birlikte, bir komplonun başarıya ulaşıp ulaşmaması, sosyal mücadelenin sonucuna bağlıdır.

Başka yerlerde göstermeye çalıştığım gibi, Yeni Dünya Düzeni’ne giden süreci tanımlarken, son otuz yılda kurulduğu gibi uluslararasılaşmış piyasa ekonomisinin yeni şekli, yapısal bir değişimi temsil ediyor. Bu, yeni bir modernite şekline doğru bir adım – devletçi moderniteden neo-liberal moderniteye bir geçiş. Dolayısıyla, reformcu Sol’un iddia ettiği gibi, Ekonomi politikasında ve ideolojide bir değişim anlamına gelmiyor.

Bu anlamda, bugünün küreselleşmesi, yeni bir fenomen – her ne kadar iki yüz yıl önce kurulup piyasalaşma sürecine (yani, piyasa üzerindeki sosyal denetimlerin minimize edilmesi süreci ve ekonomik “etkinlik” ve karlılıkla kaçınılmaz şekilde çatışan çevre ve istihdamın korunmasını amaçlayan çabalara) yol açan piyasa ekonomisinin dinamikleriyle sosyal mücadelenin etkileşiminin bir sonucu olsa da...

Çok-uluslu şirketlerin ortaya çıkması ve hızla yaygınlaşması (kapitalist piyasa ekonomisi tarihinde yeni bir fenomen), ilk başlarda –daha sonraları Thatchercılık ve Reagancılıkla kurumsallaşacak olan- piyasaların gayriresmi düzeydeki açılımına ve serbestleşmesine yol açtı. İşte bu hareket, nesnel koşullardaki değişimle birlikte (yani, Batı’nın sanayisizleşmesinin hemen ardından sosyal hareketlerin ve istihdamın çürümesi), sosyal demokrasinin çökmesi ve neoliberal küreselleşmenin yükselmesinin işareti oldu.

Kaynak: http://www.globalresearch.ca/τhe-transnational-elite-and-the-nwo-as-conspiracies/5410468



Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

İsrail'in İran'ın nükleer tesislerini vurmasından endişe ediliyor

MHP lideri Bahçeli: Yeni bir dünya savaşı cinayettir

Vücutta kolay morarma o hastalığın habercisi olabilir!

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sıcaklıklar 30 derecenin üzerine çıkacak (Bu hafta hava nasıl olacak?)

TBMM açılıyor: Gündemde kripto para düzenlemesi var

Yerel seçim dünya medyasında: İstanbul 'büyük ödül', muhalefeti bekleyen tehlike

Avrupa bu itiraf ile çalkalanıyor... Polonya Başbakanı Tusk'tan savaş uyarısı: Hazır değiliz!

Rusya, Ukranya'nın en büyük özel elektrik şirketine saldırdı

İsrail ordusu Halep'i vurdu: 38 kişi öldürüldü

Türkiye’nin iç sorunu bir PKK’dan Avrupa’nın sorunu bir PKK’ya

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Yükleniyor