Wilson: Türkiye`yi Yanımızda Tutmak İçin Nasıl Davranmalıyız?

Wilson: Türkiye`yi Yanımızda Tutmak İçin Nasıl Davranmalıyız?

Türkiye’nin geçirdiği dönüşümlerin nihai hedefi henüz belli olmasa da, ABD ve Avrupa bu süreci yakından izliyor. Farklılıkların düşmanlığa dönüşmesine izin vermemeliyiz. Savunma Bakanı Robert Gates’in ifadesiyle, müttefiklerimizle

Ross Wilson - ABD’nin Türkiye eski büyükelçisi

Burada Hanover’de olmak ve Darmouth College’de sizin davetliniz olarak konuşma yapmak büyük bir onur. Bu akşamüstü konuşma konum; dünyanın istikrarsız bir bölgesinde Türkiye ve ABD’nin varlığı. Son on yıldır eline gazete alan veya televizyon seyreden biri şunu gayet net bir şekilde fark edecektir: Türkiye’nin çevresindeki bölge, önemli olduğu kadar istikrarsızdır. Ancak, bana göre; Türkiye’nin kendisi ve bu ülkeyle ilişkilerimizin Amerikan çıkarları açısından ne kadar kritik önem arz ettiği fazla bilinmez. Konuşmam sırasında, Türkiye’yi ve geçirdiği değişimi, Türkiye’nin bölgedeki rolünü anlatmaya çalışacağım ve önümüzdeki dönemde bu önemli ortağı yanımızda tutmak için nasıl bir liderlik sergilememiz gerektiğinden söz edeceğim.

Biraz tarihle başlayayım.

Birkaç yıl önce ABD-Türkiye ilişkilerine dair bir konferans sırasında, Türk bir akademisyen, iki milletin tarihte ilk olarak nasıl temas ettiklerinden söz etmişti: Sene 1800... ABD savaş gemisi USS George Washington, İstanbul Boğazları’na gelmişti. Gemiyi ve bayrağını pek tanıyan yoktu. Osmanlı Sultanı III. Selim’in bayrağımızın üzerindeki yıldızları göz alıcı bulduğu söylenir. Bizim bayrağımız ile Osmanlı’nın kendi bayrağının, göğe özgü unsurlar taşıması, Selim’e göre, dostluğumuzun ve iyiniyetimizin bir göstergesiydi. Söylenene göre, geminin kaptanı William Bainbridge’e; barışın sembolü olarak bir adet kuzu, hoş geldiniz demek için çiçekler sunulmasını emretmiş; ve hepsinden de önemlisi kentin limanı Haliç’e girme izni vermişti.

Her ne kadar tüm bunlar göze güzel gözükse de, gerçek değildi. Bainbridge’in söylediğine göre, gemiyi 1800 yılında Türk Boğazları’na sokmuştu; ancak gemisi Kuzey Afrika’dan geliyordu. Orada, kaptan Bainbridge’in ahmakça davranarak sınır tahkimatlarının silahları altında gemisinin ilerlemesine izin vermesinin ardından, gemi, Cezayir Dayıları’nın (o dönemde özellikle Kuzey Afrika’da etkin bir güç haline gelen Türk denizcilerinin reislerine verilen isim – Editör Notu) ajanları tarafından İstanbul’a kaçırılmıştı. Kuzey Afrika’daki misyonu, oldukça yüz karartıcıydı. ABD Başkanları Washington ve Adams ise, Amerikan gemilerine barbar korsanların saldırılarını durdurmak için, bir tür “himaye parası” vermeyi kararlaştırmışlardı. Dolayısıyla, ABD, o dönemde bu saldırıları önlemek veya saldırganları cezalandırmak için herhangi bir başka yönteme sahip değildi.

Kaptan Bainbridge, sabırlı ve etkin bir diplomasi örneği sergileyerek, İstanbul’a geldiğinde, korsanlara karşı siyasi destek edindi; Cezayir’deki 400 adet esirin serbest bırakılmasına dair bir talimat alınmasını sağladı; ve iki ülke arasındaki ilişkileri tesis etmek ve Amerika’nın bu önemli Orta Doğulu ve Avrupalı güçle ortak bir dava etrafında birleşmesini sağlamak üzere gayret sarf etti. Bu hikayenin sonu ise, çarpıcıdır: Birkaç yıl önce, USS William Bainbridge gemisi, Afrika Boynuzu’nda faaliyet gösteren korsanların saldırılarını önlemek üzere Türkiye ve diğer NATO üyelerine ait savaş gemilerinin arasına katıldı.

Amerika’nın bugünün dünyasındaki rolü, 1800’lerdekinden bariz şekilde daha büyüktür. Ancak, deneyim gösteriyor ki; müttefiklerle, dostlarla ve ortak bir dava/ortak meseleler etrafında bir araya gelmeye istekli olan diğerleriyle kurulan işbirliği, ABD’nin istikrarsız Büyük Orta Doğu alanındaki ve dünyanın geri kalanına dair politikasının temel hedefi olmaya devam ediyor ve bu şekilde devam etmeli de…

Türkiye ile olan modern tarihimiz de, bunun bir kanıtı. 1947 yılında, ABD Başkanı Truman, “silahlı azınlıkların veya dış güçlerin baskılarının altında zaptedilme girişimlerine direnen özgür halkları desteklemeyi” ABD’nin politikası haline getirmişti. Bunu söylerken, aklında, Türkiye ve Yunanistan vardı. Bundan önce, Türkiye, ABD’ye çok yakın değildi. Ancak, Truman Doktrini, Marshall Planı yardımı ve NATO’ya 1952’de kabul edilmesi şunu ortaya koyuyor: Bölgesel barış ve istikrara dair çıkarlarımız, Yunanistan ve Türkiye’yi –kusurları ne olursa olsun- güçlü müttefikler olarak yanımızda tutmamızla daha iyi sağlanacak.

Türkiye, Soğuk Savaş boyunca, bulunduğu bölge itibariyle önemli bir ülkeydi: Boğazlar, Çanakkale, Karadeniz’in güney kıyıları, Sovyetler Birliği ile Orta Doğu arasındaki konumu ve Avrupa’nın güneydoğu sınırında yer alışı. Dünya değişmişti; ancak uluslararası ilişkilerde coğrafya halen önemli bir unsur olmayı sürdürüyordu. Bulunduğu konum, halen Türkiye’yi kilit bir ülke yapıyordu.

Zihninizde bir Türkiye haritası şekillendirin; çevresinde saat yönünde ilerleyin: İran, Irak, Suriye, Orta Doğu, Kıbrıs, Yunanistan, Balkanlar, Karadeniz, Rusya, Ukrayna, ve daha ötede Kafkaslar ve biraz daha doğuda Orta Asya’yı göreceksiniz.

ABD’nin dış politika öncelikler listesinde bu denli yüksek sıralarda yer alan bölgelere böylesine yakın başka bir müttefikimiz var mı? Olmadığını düşünüyorum. Ankara’nın Kudüs’e uzaklığı, Washington’un Atlanta’ya mesafesine eşdeğer. Tıpkı İstanbul’un Saraybosna’ya veya Priştina’ya mesafesinin, Londra-Berlin arası uzaklıkla aynı oluşu gibi…

Ayrıca, ortak çıkarlarımız var: Türkiye, Afganistan’a dek gidiyor; Pakistan sorunuyla ilgileniyor; (2003 yılında İstanbul’daki bombalı saldırılarda onlarca kişinin ölümüne sebebiyet veren) El Kaide ile mücadelemizde bizim ortağımız ve Hazar enerjisi için bir geçiş merkezi konumunda. Ancak, Türkiye’nin bugün önemli olmasının bir başka nedeni; çoğunluğu Müslümanlardan oluşan güçlü, istikrarlı, demokratik ve müreffeh bir müttefikimiz olmasından kaynaklanıyor. Ona benzeyen başka bir ülke daha yok. Bu başarıya da kendi çabasıyla ulaştı; Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı işgalcileri Anadolu’dan çıkardı ve kendi vatanını kurdu. Elinde bir takım yumuşak güç varlıkları da bulunuyor: ABD ve Batılı ülkelerin çıkarlarına uygun olup, bizim pek de başarılı olamadığımız yerlerle bağlantıları ve ağları var Afganistan, Pakistan ve Orta Doğu’dan söz ediyorum. Türkiye, ortak bir dava etrafında buluşabileceğimiz ve birlikte çalışabileceğimiz önemli bir varlıktır veya önemli bir varlığa dönüşebilir.

Evet, tüm bunlar güzel bir tabloya işaret ediyor; ancak Türkiye’nin ne olduğu ve ABD’nin ona ne ölçüde güvenebileceğine dair ortaya net bir hesap çıkıyor mu?

Son iki yıldır Ankara’nın dış politikasının Avrupa ve Batı’dan koptuğu, bir “eksen kayması” olduğuna dair çok fazla yazıldı, çizildi. Söylenenlere göre, Türkiye; İran, Suriye, Sudan ve Hamas ile bağlarına daha fazla önem verir olmuş. Türkiye’de ve Batı’daki kimi kesimlere göre, Türkiye iç politikasında da sessiz sedasız başka bir yöne kayıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu AK Parti hükümeti, ülkenin seküler düzenini bozmaya çalışmakla suçlanıyor. Kimilerine göre, Erdoğan, Putin-vari bir otoriter; ve Türk demokrasisine tehdit unsuru oluşturuyor. Gazeteci tutuklamalarının uzun sürmesi ve medyaya getirilen yüksek vergi cezaları, kimilerine göre, medya ve ifade özgürlüğünün tehdit altına girdiğinin açık bir göstergesi.

Hayli ciddi olan ve pek de temelsiz görünmeyen bu meseleleri ele almadan önce, bu süreci belirleyen belli başlı eğilimleri değerlendirmek yararlı olacaktır. Türkiye, önemli ve çarpıcı şekilde bir değişim sürecinden geçiyor.

Bu süreciyi belirleyen şeyler; sıradışı bir ekonomik büyüme ve kalkınma. Ülkenin GSYİH’sı, 2001 yılında 196 milyar dolar seviyesinden 2011 yılında yaklaşık 1,3 trilyon dolara yükseldi. Yani, altı kattan fazla bir artıştan söz ediyoruz. Aynı dönem içinde, kişi başına düşen GSYİH, yılda 3100 dolardan 11.000 doların üzerine çıkarak üç kattan fazla arttı. Anadolu Kaplanları denilen ihracat-odaklı girişimciler; refah, istihdam ve sosyal değişim yarattı. Halihazırda on milyon Türk vatandaşı, geçmişten çok daha iyi koşullarda yaşıyorlar.

Artan refah, ülkenin demografik özelliklerini de değiştirdi. 1990 yılında, Türk halkının yarısı köylerde yaşarken; yirmi bir yıl sonra, nüfusun 4/3’ü kentlerde yaşar hale geldi. Kasabalardan kente hareketlilik, son on yıl içinde önemli oranda arttı. Eşimin ailesi 1966 yılında İstanbul üzerinden karayoluyla Moskova’ya gittiğinde, İstanbul’un nüfusu 1,7 milyondu. Bugün ise, 15-18 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Göç ve hızlı ekonomik büyüme; yeni bir orta sınıfın ortaya çıkıp genişlemesine ve Türk nüfusunun artan bir çoğunluğunu oluşturmasına yol açıyor. Kısa süre önce kırsalda yaşayan bu yeni sınıf, sosyal olarak muhafazakar ve dindar bir yaşam tarzına ve geleneklerine bağlı. Onlardan daha Batılı elitlerle yan yana yaşıyorlar. New York Times muhabiri Sabrina Tavernese, bu durumu şu şekilde betimliyor: “İstanbul sokaklarında aşırı uçlar bir arada görülebiliyor: mini etekli kızlar ile başlarını sımsıkı bağlamış kızlar; iç çamaşırı dükkanlarıyla camiler yan yana durabiliyor.” Dolayısıyla, aynı Türkiye içinde aslında iki farklı Türkiye var.

Bu durum ise, ahlaki meselelere dair tartışmalara zemin hazırlıyor: başörtüsü, dini okullar ve alkol yasakları, bunlardan sadece birkaçı. Kavramsal olarak açıklamak gerekirse, yeni oluşan bu sınıfın büyük bölümü, bu ülkede geçmişe nazaran daha fazla gelenek ve İslam’a yer açılmasını bekliyorlar ve hatta bunu talep ediyorlar. Bu süreçte, etnik boyut da önem taşıyor. Geleneksel olarak güneydoğu bölgesinde yaşayan milyonlarca Kürt de, bu harekete katılmış durumdalar. Ülkenin “Kürt Meselesi” artık kapsam olarak sadece bölgesel değil, ulusal nitelikte.

Bu da, politika alanına yansıyor. Yeni çoğunluk, güçlü bir değişim gücü olarak beliriyor. Politika alanını değiştiriyorlar. Bu sürecin faydalanıcıları ve yönlendiricileri ise, Başbakan Erdoğan ve AK Parti. AK Parti, kendisini büyük bir kitle, “şemsiye partisi” olarak tanıtıyor. Ayrıca, geniş kapsamlı değişikliklerin neden olduğu siyasi eğilimlerden faydalanmak ve bu eğilimleri kullanmak amacıyla; dindarı, milliyetçiyi, liberali ve hatta Kürtleri bir araya getiren modern bir parti olduğunu iddia ediyor. Seçmenlerinin hepsinin ihtiyaçlarına cevap veren politikalar üretmeyi denedi; bazen başarılı oldu; bazen de o kadar başarılı olamadı. Ancak, AK Parti’nin stratejisi, oy sandıklarında oldukça başarılı oldu. 2002 yılında, oyların %34’ünü alarak parlamentoda çoğunluğu ele geçiren Parti, 2007’deki seçimlerde ise %47’lik bir oy oranına ulaştı. Önümüzdeki ay gerçekleşecek parlamento seçimlerinde ise %45 ila 50 arasında bir oy oranı elde etmeyi planlıyor. Bu da, Türk tarihinde ilk kez bir hükümetin üçüncü kez görev başına gelmesi anlamına gelecek.

Elbette, Türkiye’nin iç politika manzarası, bu anlatılanlardan biraz daha karmaşık.

Daha önce sözünü ettiğim gibi, bir kısım Türk, seküler rejimin ve Türk demokrasisini güçlendiren kurumların sarsıldığından korkarken, kimileri de bunu memnuniyetle karşılıyorlar. Kimileri, istikrar sağlayan denge ve kontrol mekanizmalarının yok edildiğinden endişe ederken, kimileri ise Türk demokrasisi üzerindeki “söz konusu vesayet kurumlarının” yok edilmesini istiyor. Siyasi muhaliflerin telefonlarının dinlenmesi ve gizli videolarının yayımlanması birçok Türk’ü rahatsız ediyor; ancak kimileri de, şu anda bu durumdan endişe duyanların, zamanında bu tür denetim kurumlarının “ötekiler”e karşı kullanılmasına karşı çıkmadıklarını anımsatıyor.

Bu konunun ayrıntılarını, soru-cevap bölümünde daha fazla konuşabiliriz; ancak bu aşamada şunu bilmek yeterli: özgürlük kültürü, birçok anlamda zayıf olmayı sürdürüyor. Türk devleti, Batı’da herhangi bir yerde yaygın olmayan güçleri elinde bulunduruyor. Mevcut hükümetten çok önce ortaya konmuş olan otoriter aşırılıklar, henüz yok olmuş değil; ve kısa zamanda da yok olacağa benzemiyor. İçinizden bazılarınız, hükümeti devirip yüzlerce kişiyi hapsetmeyi planlayan “Ergenekon” ve “Balyoz Darbe Planı” denilen darbe girişimlerini işitmişsinizdir. Darbe girişimcilerinin planladıkları ve hükümetin bu meseleyi ele alış tarzı (tutuklamalar ve dava görülmeksizin uzun süreli gözaltılar dahil), otoriter bir geçmişin devamlılığını yansıtıyor.

Peki, tüm bunların dış politikaya yansımaları nedir? Bu noktada iki hususa dikkat çekmek gerekiyor:

1. Türkiye’deki yeni çoğunluk, Batı Avrupa ve ABD’ye 1950’li ve 60’lı yıllardakinden çok daha az meyilli. Anketlerin ileri sürdüğü gibi, bunun Amerikan-karşıtlığına vardığını düşünmüyorum; ancak bu bir sorundur ve Türkiye’ye yönelik politikalarımızı ayarlarken, üzerinde çalışmamız ve dikkate almamız gereken bir şeydir. Bölgesel politikalarımızın başarılı olmasını temin etmek de gerekir. ABD’nin Türkiye’nin içişlerine karışmasını sağlamak, bana göre akıllıca olmayacaktır. Samimi olarak itiraf etmek gerekirse, geçmişte bu gibi davranışlar ne Türkiye’ye ne de ABD-Türkiye ilişkilerine ve görmek istediğimiz türden bir Türkiye’nin gelişimine yardımcı olmadı.

2. Kitlesel bir düzeyde, Türkiye, kendisini 100 (hatta 200 veya 300) yıl öncekinden çok daha başarılı hissediyor. Kendine bu denli güvenen Türkiye, artık masada kendine bir yer istiyor. İran’dan İsrail-Filistin’e, Afganistan’dan Bosna’ya, Türkiye’nin üyesi olduğu G-20’ye dek, Türkler olayların gidişatına seyirci kalmayı değil, bizzat oyuncu olmayı istiyor. Bu talep, partizan bir talep de değil üstelik. Ankara’nın yeniden aktif bir hal alan bölgesel politikası, sadece Erdoğan veya Davutoğlu’nun hevesleriyle ilgili değil; bu politika, vatandaşların isteklerini de yansıtıyor.

Tüm bunları, bir eksen kayması veya Yeni Osmanlıcılık olarak da yorumlayamazdınız. Hükümet artık şunu anlıyor: başarıları ve nüfuzu, ülkenin ABD ve Avrupa ile yakın bağlarıyla –yani kendine ait Doğulu ve Batılı karakterleriyle- belirleniyor. İşte, bu Doğulu karakteri daha etkin bir şekilde işletmenin yollarını bulabiliriz; Türkiye’nin Batılı karakterinin korunmasına ve İttifak’ın çıkarları açısından gerekli olan “güçlü noktalarından” daha fazla yararlanılmasına yardımcı olabiliriz.

Orta Doğu’ya bir bakın.

Türkiye, Arap baharı ayaklanmalarında çelişkili ve çoğu zaman da temkinli şekilde tepki verdi. Başbakan Erdoğan, Mısır Devlet Başkanı Mübarek’i görevden ayrılmaya davet eden ilk kişilerden biri oldu; ancak Libya ve Suriye’de değişim çağrısında bulunurken “tarihin doğru yanında durmak” için çaba harcadı. Libya’daki 250.000 vatandaşını korumayı ve derhal ülkelerine geri dönebilmelerini isteyen Ankara, güçsüzlüğü karşısında endişeliydi. Ankara, o dönemden itibaren, Batı ile politikasını eşgüdümlü kıldı –bölgede demokrasi ve reform çağrıları yaptı ve Arap dünyasında kendilerinden emperyalist olarak kuşkulanılan güçlerin yetkilerinin ötesine geçmemeleri karşısında uyarılarda bulundu.

Türkiye, Suriye’nin daha özgür ve demokratik bir yer olmasını istiyor; ancak bir yandan da Suriye’nin bir iç patlama yaşama olasılığı karşısında dehşete kapılıyor. Mısır’dakinin aksine, Doğu’yu topluca etkileyebilecek ve bolca kanın akacağı bir savaşın patlak vermesini engelleyecek bir şeyin olmamasından korkuyor. Geriye dönüp bakıldığında, Türkiye, uzun yıllardır Esad’ı bir reformcu olarak gördü ve Suriye’deki nüfuzunu gereğinden fazla önemsedi. Ancak, benim tahminim; Türkiye’nin Suriye’deki eğilimlerde parmağının olması iyi bir şey; ve Suriye’nin daha iyi bir yere dönüşmesi için Türkiye ile ortak strateji geliştirmemiz çok doğru bir yaklaşım olur.

Türkiye, Orta Doğu’daki diğerleri açısından bir “model” midir? Bu seküler, demokratik “ılımlı İslam” ülkesini, bölge için bir model olarak ileri sürebilir miyiz? Bu tür fikirler karşısında şüpheci yaklaşmakta yarar var. Türklerin kendisi de, bu fikirlerden hiç hoşlanmıyorlar. Türkiye’nin demokratik gelişimi, son derece karmaşık oldu ve henüz tamamlanmış da sayılmaz. Bu ülkede ve diğer ülkelerdeki koşullar, birbirinden farklı ve kendine özgüdür.

Türkiye’nin dolaylarındaki diğer meselelerde, ABD ve Türkiye benzer veya aynı çıkarları paylaşıyorlar.

Her iki ülke de İran’ın nükleer silah geliştirmesine karşı; her iki ülke de bölgede savaş istemiyor.

Her iki ülke de, güçlü, istikrarlı, güvenlikli ve birleşik bir Irak istiyor.

Her iki ülke de, Bosna ve Kosova’nın bir barış bölgesi dahilinde Sırbistan ile uzlaşmasını ve Balkanlar’da istikrarın tesisini istiyor ve bunun için de çalışıyor.

Her iki ülke de, nükleer silahların yaygınlaştırılması, uyuşturucu trafiği ve Karadeniz’de insan kaçakçılığı karşısında endişeli.

Her iki ülke de Kafkaslar’da barış istiyor. Bu kapsamda, Yukarı Karabağ sorununun çözümü ve Gürcistan için güçlü bir geleceği hedefliyoruz.

Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde görmek istiyoruz.

Türkiye ile tüm bu meselelerde ve başka meselelerde birlikte çalışmanın yollarını bulmalıyız. Böylelikle, bölge ve dünya açısından halen büyük önem arz eden ikili ilişkimizin gelişimi açısından hayırlı bir iş yapmış olacağız.

Dört noktaya daha temas ederek konuşmamı sonlandıracağım.

1. Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada müreffeh, demokratik, istikrarlı ve aktif bir ülke olarak ortaya çıkışı; Amerika’nın ve Avrupa’nın 1947 Truman Doktrini’nden bu yana bu ülkeyi piyasa ekonomisi yapmak ve demokratik bir yöne sevketmek amacıyla ortaya koydukları çabaların bir ürünüdür. Bundan gurur duymalıyız. Aynı şekilde, Türklerin de başarıları karşısında kendileriyle övünmeleri gerekir. Amerikalıların halihazırda istikrarsız ve geleceği belirsiz bir hal alan Büyük Orta Doğu’ya dikkatlerini yönelttiği bir ortamda, tüm iniş çıkışları, darbeleri, aşırılıkları ve diğer sorunlarıyla, Türkiye örneğini anımsamak gerekiyor.

2. Türkiye, NATO’ya üye olduğu altmış yıl öncesinden daha az önemsiz bir ülke değil. Bir kez daha Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Körfez Bölgesi’nde sıkıntılı bir durum söz konusu.

3. Türkiye’nin geçirdiği dönüşümlerin nihai hedefi henüz belli olmasa da, ABD ve Avrupa bu süreci yakından izliyor. Farklılıkların düşmanlığa dönüşmesine izin vermemeliyiz. Savunma Bakanı Robert Gates’in ifadesiyle, müttefiklerimizle bütünleşmeli, rakiplerimizi bölmeliyiz. Böyle davranıldığında akıllıca bir strateji güdülmüş olur.

4. Burada beni dinleyen öğrencilere de özellikle anımsatmak isterim ki; Türkiye gerçekten ilginç ve önemli bir yer. Sizi bu ülkeyle daha yakından ilgilenmeye davet ediyorum. Ben kolejde okurken, Sovyetler Birliği ile ilgilenmeye başlamıştım; keza o dönemde ABD açısından dünyadaki en önemli ülke Sovyetler Birliği idi. Bizi ve yaşam biçimimizi imha edebilecek kudrette bir ülkeydi. Bugünkü dünya ise, çokkutupluluk arz ediyor ve bu çokkutupluluk giderek artıyor. Ancak, içsel dönüşümleri ve bölgesel davranışları 21.yüzyılın şekillendirilmesinde önemli roller üstlenecek olan dört-beş kilit ülke var ki, Türkiye de bunlardan biri. (Atlantik Konseyi)

 Kaynak: http://www.acus.org/news/turkey-and-united-states-volatile-region


** Atlantik Konseyi bünyesindeki Dinu Patriciu Avrasya Merkezi direktörü ve ABD’nin eski Türkiye büyükelçisi Ross Wilson’ın, Dartmouth College bünyesindeki John Sloan Dickey Uluslararası Anlayış Merkezi’nde yapmış olduğu konuşmanın tam metnidir.



Türkiye'nin kalkınma hamleleri yeni müfredatta

Milli Eğitim Bakanlığınca (MEB) kamuoyunun görüşüne sunulan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli kapsamında hazırlanan yeni müfredat taslağındaki çeşitli derslerde, Türkiye'nin kalkınma projelerine dair içeriklere de yer verildi.

Teknoloji

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

Yapay zeka teknolojisi finans sektörünün geleceğini belirlerken yasal düzenlemelerden hayata geçen uygulamalara kadar çok sayıda yenilik hem sektöre hem de son kullanıcıya fayda sağlıyor.

Teknoloji

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

E-ticaret platformlarında etkin şekilde kullanılan ve geçen yıl 5,39 milyar dolar pazar büyüklüğüne ulaşan yapay zeka tabanlı chatbotlar, 7 gün 24 saat e-ticaret kullanıcılarının sorularını yanıtladı.

Teknoloji

Milli uydu İMECE uzaydaki birinci yılını tamamladı

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, Türkiye’nin ilk yüksek çözünürlüklü yerli ve milli gözlem uydusu İMECE'nin uzaydaki birinci yılını tamamladığını duyurdu.

Teknoloji

Tüm gözler Kahire'de... Hamas'tan 'İsrail' açıklaması: Ciddi bir anlaşmazlık yok

İsrail basını 'kâbus senaryosu'nu yazdı: Netanyahu için tutuklama emri çıkarılacak! IDF kanlı plana onay verdi

Zelenski dünyaya duyurdu: En az 7 Patriot sistemine ihtiyacımız var

İsrail'den Lübnan'a hava saldırısı! Cemaat el-İslami lideri Musab Halaf öldürüldü

İsrail, Gazze'deki savaşı sürdürme planlarını onayladı

Irak, 30 yıl aradan sonra Türkiye sınırında üs kurdu

Türk SİHA'ları Yunanistan'ı masrafa soktu: Milyarlık programa onay verdiler

Türkiye'nin kalkınma hamleleri yeni müfredatta

AVRASYA BİR VAKFI BİLİM TEKNOLOJİ DERNEĞİ KONFERANSI (27 NİSAN 2024)

Üst düzey isim İstanbul'da dünyaya duyurdu! Hamas'tan İsrail'e tarihi çağrı

İlham Aliyev: Fransa, Hindistan ve Yunanistan, Ermenistan'ı silahlandırıyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail ile ticaret tartışmalarına noktayı koydu: O iş bitti

ABD Başkanı Biden, İsrail ve Ukrayna'yı kapsayan 95 milyar dolarlık yardım paketini imzaladı

İsrail'in "konforlu mağduriyeti"

Meteoroloji'den 44 ile toz taşınımı uyarısı! Göz gözü görmeyecek

Yapay zeka finans sektöründe izlerini artırıyor

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Türkiye fırtınaya teslim! Çatılar uçtu, minareler devrildi

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

Yapay zeka tabanlı sohbet robotları e-ticarette memnuniyeti artırıyor

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Genellikle erkeklerde görülen akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti! İşte en önemli sebebi

Bakan Bolat'tan fahiş fiyat açıklaması: Rekabet kanununda değişiklik yapılacak

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı

İsrail, Lübnan'ın güney bölgelerini fosfor bombasıyla vurdu

AB liderleri İsrail'e saldırısı nedeniyle İran'a yaptırım kararı aldı

Yunan bakandan çarpıcı itiraf! Yerli savunma hamlelerine büyük övgü: Türkiye bizden çok ileride!

Yükleniyor