Kemal Öztürk
Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 1514 yılında vuku bulan Çaldıran Muharebesi tarihî bir dönemeç olup İslam tarihinin en önemli olaylarından biri niteliğindedir. Safevî Şah İsmail ile Sultan I.Selim arasında geçen bu muharebe, tarihin seyrini tamamen farklı bir yöne çevirdi ve İslam dünyası yüzyıllar boyunca bunun etkisi altında kaldı. Şah İsmailin o muharebeyi kazandığını varsayarsak bugün çok farklı bir dünyada yaşıyor olurduk.
Osmanlı İmparatorluğu yüzünü her zaman Batıya doğru çevirdi ve Hrıstiyan dünyasında büyük fetihlere imza attı. Oysa İran, tarihi boyunca komşu İslam ülkeleriyle savaşlara girdi. Dolayısıyla Şah İsmailin, Sultan I.Selime karşı ilan ettiği bu muharebe, Osmanlıların fetihlerini ve Batıya doğru ilerlemelerini durdurdu ve Doğuya yönelmeye zorladı.
Adalet ve Kalkınma Partisinin İran Politikası
Çaldıran Muharebesinden sonra Osmanlı İmparatorluğu, Sünni dünyasının merkezi haline geldi. İran ise o tarihten itibaren Şii dünyasının temsilcisi olarak bilindi. O tarihten sonra bu iki devlet bir daha hiç savaşmadı ve 17 Mayıs 1639 yılında iki ülke arasında imzalanan Kasrı Şirin Anlaşması gereğince çizilen ortak sınırlar hiç değişmedi ve günümüze kadar geldi. İki ülke arasında fiili bir savaş ortaya çıkmamış olsa da; İslam âlemi ve bölge bağlamında her zaman rekabet içerisinde oldular.
Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde, Recep Tayyip Erdoğanın başlattığı İslam ülkeleriyle ilişkileri pekiştirme politikası kapsamında İran ile ilişkilerini güçlendirdi ve bu ilişkilerde gözle görülür gelişmeler yaşandı. Bunun sonucunda iki ülke ilişkilerine samimiyet hâkim oldu.
Nükleer dosyasıyla ilgili tartışmalar başladığında, İranı savunan ve ona adil davranılması gerektiği çağrısında bulunan tek İslam ülkesi belki de Türkiye idi. Türkiye, bölgede İsrailin nükleer programa sahip olmasına karşın herhangi bir İslam devletinin nükleer programa sahip olması gerektiğini düşündü. Türkiyenin uluslararası müzakerelerde bütün İslam ülkeleri için ileri sürdüğü tezden İran yararlandı ve bu durum İranın, müzakerelere yüksek dozda bir özgüven ve rahatlık içerisinde girmesine neden oldu. Buna ilaveten, İsrail ile Lübnan Hizbullahı arasındaki savaş sırasında Lübnan Hizbullahına destek veren tek ülke Türkiye idi.
Şii Genişleme Politikası, Türkiye-İran İlişkilerine Darbe Mahiyetinde Oldu
Recep Tayyip Erdoğanın danışmanı olduğum dönemde iki taraf arasında yapılan birçok görüşmeye ve resmî ziyarete katıldım. Bu nedenle İranın, siyasi ilişkileri yönetme hususunda izlediği yöntemin bizim için büyük bir sürpriz olduğunu söyleyebilirim. O dönemde bile kapalı kapılar ardında konuşulanlarla gerçekte yaşananlar arasında büyük bir fark vardı. Öyle ki İran, nükleer programıyla ilgili yürütülen müzakerelerin başlangıç noktasının İstanbul olmasına bile karşı çıktı. Bunun nedeni de Türkiyeye bu dosya bağlamında aktif bir rol tanımamaktı. İranın politikaları gerçekten garip bir minvalde ilerliyordu.
Suriye krizi ve İranın bölgede benimsediği Şii genişleme politikaları nedeniyle Türkiye-İran ilişkilerine soğukluk hakim oldu. Keza İranın izlediği politikalarda Pers geleneğini sürdürmesi Türkiyenin hoşuna gitmedi ve bu nedenle üslubunu değiştirmeye ve İran karşısında temkinli politikalar izlemeye başladı. İran ise o sırada Suriye, Irak ve Lübnanda Türkiyeye düşmanlık duygularının yayılması için çaba harcadı ve Türkiyedeki Şii mezhebine tabii olanlara gizli destek sunmaya çalıştı. Bunun üzerine Hizbullah, Türkiye karşıtı söylemlerde bulundu ve bölgedeki imajını bozmaya çalıştı. Oysa Hizbullahı, İsrail ile savaşında tek destekleyen ülke Türkiye idi.
Türkiye İl Kez Açgözlü İranı Uyarıyor
Bölgede Şii mezhebini yayma üzerine kurulu genişleme politikaları nedeniyle İran, tarihindeki ikinci hataya imza atarak İslam âlemini mezhep savaşı ateşinin içine sürüklüyor. Buna ilaveten İranın izlediği saldırgan ve düşmanca politikalar, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemenin mezhep çatışması ateşiyle yanmasına sebep oldu.
Yemende patlak veren iç savaştan sonra, İranın yanında duran veya onunla ittifak kuran tek bir İslam ülkesi kalmadı. Nitekim Türkiye ilk kez, izlediği yayılmacı politikalar nedeniyle İrana sert eleştiriler yöneltti. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İranın yayılma politikalarını ve bölge ülkelerini işgal etme çabalarını kabul edilemez şeklinde yorumladı ve üslubunu değiştirerek işgal ettiği ülkelerden geri çekilmesini istedi.
İran Ne Yapmak İstiyor?
Sanırım herkesin zihninde bu soru var. İran, mezhepsel ve yayılma politikalarını gerçekleştirmesi karşılığında İslam dünyasındaki bütün ülkelerin düşmanlığını göze almış gibi gözüküyor. En önemli müttefiki olan Türkiyeyi de kaybetmeyi göze aldığına göre İranın, politikalarını gerçekleştirmesi bağlamında elinde çok önemli nedenleri olmalı. İrandaki radikal çevreler, tarihin en büyük Şii İmparatorluğunu tesis ettiklerini ve Şii dünyasının artık beş adet başkente sahip olduğunu söyleyerek zafer çığlıkları atıyorlar. Peki bu gerçek mi? Evet bu gerçek olduğu kadar geçici bir rüyadır Zira Suudi Arabistan öncülüğünde başlayan ve Yemendeki Husilerin merkezlerini hedef alan askerî operasyon, günümüzde İranın, Şam, Bağdat, Beyrut ve Yemen üzerindeki etkisini ortaya çıkardı. Bu etki geçici nitelikte olup sağlam köklere sahip değil. Bu noktada Türkiyenin, Kararlılık Fırtınası operasyonuna destek verdiğini de belirtmek isterim.
Dolayısıyla Kararlılık Fırtınası Operasyonu İrana karşı geniş çaplı bir koalisyonun oluştuğunu gösteriyor. Bu koalisyon, Yemen ile sınırlı kalmayacak ve İranın işgalinden muzdarip diğer ülkelere de uzanacak. İran ise izlediği Pers gelenekli politikalar dolayısıyla kendince bir zafer kazandığını düşünüyor. Bu politikalar gücünü, Rusya, Çin ve ABDyi birtakım hilelerle ve tuzaklarla susturmaktan alıyor. Ancak gerçek kesinlikle bundan ibaret değil. Zira İranı destekleyen ülkeler, İslam âleminde savaş ve mezhep çatışmalarının fitilini yakmaya çalışan ülkelerdir. Bunlar en sonunda gayelerine ulaştılar ve İslam dünyasında savaş ve mezhep çatışmalarıyla dolu yeni bir sayfa açmayı başardılar.
Yeni Bir Orta Doğuya İhtiyacımız Var
Müslümanların birbirleriyle savaşmaları neticesinde Orta Doğu kan gölüne dönüştü. Dolayısıyla bizim artık yeni bir Orta Doğuya ihtiyacımız var. Bu, bizler tarafından tesis edilen, Müslüman kanının dökülmediği, savaşlara ve mezhep çatışmalarına dur denildiği ve kapsamlı bir İslam birliği inşa etmek için çabaların birleştirildiği yeni bir Orta Doğu olmalıdır. Aksi takdirde bu yangın herkesi içine alacak.(Katar, El Şark - 01 Nisan 2015)