Dr. Yaşar Kalafat


Anılar - Çağırımları ve Anılması Gerekenler

Şüphesiz işaret etmek istediğimiz husus Gregoryen veya başka bir inancın tapınağına el konulması, yıkılıp yok olmasına seyirci kalınması gibi ilkel bir zihniyet değildir


 

 

Yaşar KALAFAT(*)

 

Kulaktan kulağa dolaşan bir ucu basın haberleri içerikli havadisler, Suriye´den Türkiye´ye gelenler arasında 800 bin Ermeni´nin de olduğu şeklinde. Olabilir, neden olmasın? Türkiye, Suriyelilere kapılarını açarken, bu tutumunu yangından, zulümden, dehşetten kaçanları aç ve açıkta bırakmama adına geçici bir çözüm olarak bu uygulamayı başlattığını ifade etmektedir. Ermeni toplumu da mağdur durumda bırakılmış ise kapılar onlara da açılmalı. Özellikle Ermeniler, Türkler için herhangi bir halk değildir. İşgal ettikleri Azerbaycan Türk toprakları gerçeği bir yana, emperyalizm her iki kesimden halkı “kanlı” konumuna sokarken, sadece ocakları yıkıp insanların ölümüne sebep olmadı, Anadolu´nun ortak kültürüne de büyük zarar verdi. İhtilafın merkezine din yerleştirilince, ayrışma İslâm-Hıristiyan şeklinde geliştirilince, nice Gregoryen mezhepli Türk kesim Hayk kavminden Gregoryenlerle kader birliği yapmak zorunda kaldı, bırakıldı. Tahrikçi güçler çıkıp gittiler, ölenler her iki taraftan Anadolu insanı ve imha edilen Anadolu kültürü oldu. Tıpkı Ortadoğu´da, Irak´ta olduğu gibi, bölge halkı öldü, öldürüldü. Emperyalizmin savaş uçakları bombalarını boşaltıp yağmaladıkları müzeleri, kütüphaneleri, arşivleri ve bir de organ nakli için hazır hale getirdikleri bölge halkını taşıdılar. Namusa sataşmalar bir yana, bin türlü felaket yağdırdılar. Özetle, açıklamamız Ermeni düşmanlığı adına değildir.

Süleyman Demirel´in, Ermeni konusu gündeme geldiği bir sohbette “Türkiye Cumhuriyeti´nin sırtından bir Ermenistan ve bir de Kürdistan çıkarmak istiyorlar” şeklindeki açıklamasını hatırlıyoruz.

Devletlerin üst dereceden yöneticilerinin bir kısım açıklamaları vardır ki, bunlar sosyal bilimlerin içerisinde, felsefenin üstlendiği rol gibi, diğer bilim dallarına yol açıcı, ufuk verici özelliklidirler. Kenan Evren´in basına da yansımış bir konuşmasında, Batı Avrupa devletlerinde şahit olduğu kantonlar şeklindeki bir yönetimden bahsederken, mealen beher yerel yapılanmanın ayrı bayraklarının olduğunu, bu uygulamayı zamanında düşünüp Türkiye´de uygulayamadıklarını üzülerek belirten bir açıklaması olmuştur.

Bu tarz tutum sadece bizim devlet yapımızda mı vardır? Turgut Özal´ın, Batı Avrupa devletlerinden birinde, Cumhurbaşkanlığı döneminde “Kürtler kendilerini yönetebilecek konuma gelmişlerdir” mealinde bir açıklaması olmuştu. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu tür açıklamaların tutarlılığı konusu da değil açıklamamın sebebi. Belki de devletlerin üst akıllarının zaman zaman bu tür spot açıklamalar yapmaları doğaldır ve sadece bizim ülkemize mahsus değildir.

5 veya 6 yıl evvel Ahlat´ta yapılmış bir sempozyumdan Muş´a Bitlis´ten geçerken yolun kilometrelerce ilerisinde sağda yıkık bir köy harabesi gördük, minibüs şoförüne köy halkı göç mü etti, diye sorduk. Aldığımız cevapta, “bu binaların Saddam´dan kaçtıkları için Türkiye´ye gelmiş kimseler tarafından kurulduğunu, buraya sadece silahlı erkeklerinin geldiğini, çiftçilikle ilgilerinin olmadığını, sürekli dağlarda dolaştıklarını, sonradan da kaybolup gittiklerini, Kürtçe konuştuklarını söylemelerine rağmen, bu yörenin Kürtleri ile anlaşamadıklarını” açıklamıştı.

1988-1990 yılları idi. Amerika´nın Ahlat´ta Van Gölü´nün kenarında, Amerika´nın emekli Ermenileri için 1000 yazlık yaptıracağı haberleri dolaşmıştı. Bunun bölge turizmine katkısından ve Türk-Ermeni gerginliğine yararlı olacağı söyleniyordu. Bu konuda bir gelişme olmadı. 2 yıl sonra, Amerika´daki Ermeni yetimleri için (ne demek ise) Ahlat´ta Van Gölü çevresinde kamp yerleri inşa edileceği söylendi. Bu tür haberler, ayrıntılı tartışılmasa da minik haberler şeklinde basına da yansıyorlardı.

Bunlar bizlere, mahiyetleri çok farklı olsa da Kâzım Karabekir Paşa´nın Ermeni yetimleri için açtığı okulları hatırlatır. Ermeni örgütleri bu kimselerin hayatlarını takip edip onlarla ilişki kurmaya çalışmıştı. Sonra hatırıma hemen, Solhan gibi bazı ilçelerimizde nüfus dairelerinin ve Askerlik şubelerinin ardı sıra arşivleri ile geçirdikleri ani gece yangınları geldi. Aradan geçen uzun yıllara rağmen 1960-65´lerde Muş´tan, Bitlis´ten o yörelere kısa süreleri gitmek isteyen görevli genç personele, güvenlikleri için gece kalmayıp dönmeleri önerilirdi.

Bu türden ortak mesajlı tespitleri çoğaltmak zor değildir.

Yazımızın başına dönmek gerekir ise, Birinci Körfez olayının akabinde Türkiye´ye sığınan Iraklıları biz Kayseri´deki Kızılay kamplarında halk inançları kültürlerini inceleyip yayınlamıştık. Bu olaydan yıllarca önce Prof. Dr. Cihat Özönder, bir grup arkadaşı ile Van´a Afganistan´dan gelmiş Kırgızların halk kültürlerini incelemişlerdi. Yıllar sonda Van´daki bu köyde biz de, Prof. Dr. M. Aktok Kaşgarlı ile bir alan çalışması yapmıştık. Bu çalışmalarla gidip yerinde inceleyemediğimiz bu insanları kültürleri ile tanımak amaçlanıyordu. Bu tür örnekleri artırmak zor değildir. Ülkemize açık kapı politikasının bir sonucu olarak Afrika, Afganistan ve Ortadoğu´dan gelen insan sayısı 5-6 milyonla ölçülürken ve bunlar için her türlü misafir severlik gösterilirken, neden onların kültürleri ile tanış olunması sağlanmaz?

Bunlar için “dindaşlarımız” denildi, Muhacir-Ensar benzetmesi yapıldı, soydaşlarımız oldukları söylendi, İstiklal Savaşı´mızın bunlarla birlikte yapıldığı, hepimizin Osmanlı olduğumuz ifade edildi. Hiçbirisinin tutmayacağı belli idi. Nitekim tutmadılar. Yeni Osmanlılar söyleminde olduğu gibi.

Prof. Dr. Ümit Özdağ, nüfus artış yüzdelerini belirtip ve yerleşim bölgelerinin bilinçli seçildiğini açıkladıktan sonra, Türkiye´de demografik yapı üzerinde oynanan bu oyunun yakın gelecekte ciddi millî beka sorunu yaratacağına vurgu yapmaktadır.

Millî kimlik anlayışı ve algılayışı değişiyor, ulus devlet anlayışı yerini bir şeylere bırakmak üzere adeta uygun adım ilerleniliyordu.

Ülkemize gelenler, onları gönderenler ve onları kabul edenler. Bu göç veya sığınma olayından farklı sonuçlar bekliyor, umuyor, gelişmeleri farklı anlamlandırıyorduk.

Bu istikametteki bir mesajı da orman, fabrika yangınları, büyük çaplı soygunlar, sağlık ve ahlaki yapı üzerindeki olumsuz gelişmeler vermektedir.

Türkiye´de yoğunlaşmaya başlayan Ermeni nüfusu ile Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden gelen göç arasındaki bağlantı, Türkiye´nin Suriye´den aldığı sığınmacı göçünün içerisinde 800 bin Emeninin de bulunmasıdır. Türkiye´deki Ermeni toplumu; Lozan Antlaşması ile vatandaşlıkları kabul edilen kayıtlı Ermeniler, Emeni olduklarını saklı tutan Anadolu´ya dağılmış olan Ermeniler, AKP iktidarı döneminde geçici işçi olarak Türkiye´ye kabullerine izin verilen ve miktarları binlerle ifade edilen Ermeniler olmak üzere, bir eyalet oluşturmaya yetecek kadar Ermeni nüfusu oluşmuş, oluşmak üzeredir.

Sığınmacıların iskânlarında hangi ölçüler esas alınmaktadır? Bunlar şüphesiz bilinmektedirler. İskân bölgelerinin belirlenmesi de muhakkak bazı verilerden hareketle yapılmaktadır. Onların ihtiyaçları ile ilgili her türlü çalışma yapılırken, halk kültürleri ile ilgili çalışma yapabilme imkânı bulabilmiş olmak isterdik.

Sığınmacılar arasında farklı inanç ve dillerden halklar var iken, özellikle Ermeniler üzerinde durma gayretinde değiliz. Bizim işaret etmek istediğimiz husus, çok yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti Devleti´ni bekleyen demografik yapıdır. Bu yapı, yanılmıyorsak sade vatandaşın dışında kalan bazı kesimlerce bilinmektedir. Ulusal Kanal´da Doğu Perinçek tarafından Abdullah Gül´ün Cumhurbaşkanlığı dönemi arifesinde yapılan anlaşmada Ermenistan´da tanınacak imkânlar konusunda taahhütte bulunulduğu hususu da vardı. Bu açıklamanın bizim araştırmamızla ilgili yakası, oluşmak veya oluşturulmak istenilen yarının Türkiye´sinin yapılanmasıdır.

Bütün bunlar, eyaletlere bölünmeye hazırlanan Türkiye´nin mesajlarını vermekte midir, diye endişe duyulmaktadır.

Sığınmacıların bir dönem bulundukları kamplara Türk bayrağının dışında bayraklar da astıkları, İstanbul´da yapılan çeşitli mitinglere de keza bir kısmının Suriye bayrağı ile de katıldıkları basın haberlerinden bilinmektedir.

Türkiye´de eğitim alan Suriyeli sığınmacıların kendi dillerinden ve ülkelerinden getirilmiş müfredatın okul kitapları ile kendi öğretmenleri tarafından eğitildikleri bilgileri vardır. Bu açıklamamızla herhalde “eğitim almasınlar, anadillerine sırt çevirsinler” demek istemiyoruz, mevcut emareler kültürel entegrasyondan ziyade millî kimlikleri ile var olabilme mesajını vermektedir.

Sığınmacıların ticaret hayatını basından yansıtan anket programlarında sığınmacılar, “Türkiye´de üretken olduklarını, çalışarak Türkiye ekonomisine katkıda bulunduklarını, geçimlerinin büyük ölçüde Türkiye´ye AB ve Katar gibi ülkelerin sağladıkları yardımlarla sağlandığını” ifade etmektedirler.

Bu tablonun daha net görülebilmesi için başka emareler de vardır. Türkiye´nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu´da bulunan 5 üniversitesinde 6 yıldan beri Kürtçe (Kurmancca, Soranice), Zazaca ve Süryanice lisans ve lisansüstü eğitim verilmektedir. Keza ülkemizin diğer bazı üniversitelerinde de Lazca, Çerkezce, Boşnakça, Arnavutça vb. eğitim veren üniversitelerimiz vardır. Biz, birlikte yaşayan halkların kültürleri yok sayılsın, görüşünde değiliz. Bize göre tek fertle temsil edilecek olsa da o kültür Anadolu Türk kültürünün asli parçasıdır. Millî kültür ve eğitim programında yerini alıp yaşama, yaşatılma imkânına kavuşturulmalıdır. Ancak bu etnik milliyetçilik adına, bölünüp parçalanmaya dönük değil, anadili bu dillerden olmayan halk kesimlerinin de millî kültür kapsamında sahiplendiği bir anlayışın ürünü olabilmelidir. Farklı yaratılmış olmaya tepki, isyan anlamında değil, birlikte sahiplenen bir anlayışın hayata geçirilmesi şeklinde olmalıdır.

Yerel yönetimlere verilecek haklar konusunun tartışılmasının yanında, yerel dillerle yüksek eğitim yapılması konusu da tartışılabilmeli. Soranice lisansüstü eğitim alan Türk gencinin kapsamında yer alacağı proje ile Suriye´den Türkiye´ye sığınan Ermeni gencin istihdam edileceği proje, kanaatimizce büyük projenin farklı paftalarıdırlar. Mevcut emareler bunu gösteriyor.

Türkiye´de çok sayıda Gregoryen kilisesi 60 yıl cami olarak hizmet verdikten sonra, 15-20 yıl evvelinden başlatılan bir süreçle, tekrar kilise olarak hizmet vermesi için hazır hale getirilmiştir.

Şüphesiz işaret etmek istediğimiz husus Gregoryen veya başka bir inancın tapınağına el konulması, yıkılıp yok olmasına seyirci kalınması gibi ilkel bir zihniyet değildir.

İşaret etmek istediğimiz hususu bir tespitimizle açıklayalım. Yaklaşık 7-8 yıl evvel bir konferans için gittiğimiz Diyarbakır´da, bizi hava alanından kültür müdürlüğüne götüren bölge halkından anadili Kürtçe olan Müslüman bir şoför, onarılan tarihi bir mahallenin eski sakinleri olan komşularını beklediğini heyecanla anlatıyordu.

 

* Dr., Halkbilimi Araştırmaları Kültür ve Strateji Merkezi, yasarkalafat@gmail.com

 

 

Üst düzey isim İstanbul'da dünyaya duyurdu! Hamas'tan İsrail'e tarihi çağrı

İlham Aliyev: Fransa, Hindistan ve Yunanistan, Ermenistan'ı silahlandırıyor

ABD Başkanı Biden, İsrail ve Ukrayna'yı kapsayan 95 milyar dolarlık yardım paketini imzaladı

ABD'nin Suriye'deki üssüne kamikaze İHA ve roket saldırısı düzenlendi

Zelenski: ABD yardımı, Ukrayna'nın ikinci Afganistan olmayacağının sinyalini verecek

Netanyahu: Hamas'a yakında acı verici darbeler indireceğiz

AB zirvesinde Türkiye'ye ilişkin sonuç bildirisinde Kıbrıs vurgusu

Rus basınında Gazze savaşı: "Biden yönetimi Tahran'a karşı kendi ekonomik tedbirlerini hazırlıyor"

Dubai'de yaşanan sel sonrası bulut tohumlama yöntemi tartışılıyor

Rusya'nın haftalardır düzenlediği en ölümcül saldırı | Can kaybı 18'e çıktı