Tarih: 19.08.2013 15:04

Çağımızın Beş Büyük Krizi: Finansal, Enerji, Siyasi, Ahlaki ve Demografik Krizler

Facebook Twitter Linked-in

Prof. Rodrigue Tremblay

“İnsanlar, sadece gerekli olduğunda değişimi kabul ederler ve bir gereği sadece kriz zamanında görürler.” Jean Monnet, Fransız siyaset ekonomisti ve devlet adamı (1888-1979)

“İki büyük düşmanım var: Karşıma çıkan güney ordusu ve geri planda da mali kurumlar. Geri planda kalanı, en tehlikeli olanı. Yakın gelecekte yaklaşan ve beni sinirlendiren bir krizi öngörüyorum ve ülkemin geleceği açısından endişe duyuyorum. Şirketler tahta oturdular; yüksek rütbelerde yolsuzluk çığ gibi büyüyor. Ülkemin güvenliği için hiç olmadığı kadar endişeliyim. Savaş zamanında bile bu kadar endişe duymamıştım.” Abraham Lincoln, 16. Amerika Devlet Başkanı (1861-65)

“Derin gelir ve refah bölünmeleriyle tanınan toplumlar –örneğin üçüncü dünya toplumlarının çoğu- ortak mülk duygusu fazla gelişmemiş, yaralı toplumlar. Amerika bu yöne doğru kaydığı için, yoksulluğun sona erdirilmesi ve gelirin yeniden dağıtılması, ulusal gündemin en üst sırasında yer almalı.” Charles Derber, Corporation Nation (s. 203)

“Amerika’nın siyasi yaşamında etkili olmanın üç yolu var: siyasi partilere bağış yapmak, düşünce kuruluşları kurmak ve medya organlarını kontrol etmek.” Haim Saban, İsrail yanlısı milyarder (2009)

Dünyamız oldukça karmaşık bir hal aldı; bunun sonucunda da büyük çaplı makro krizlere giderek daha açık hale geliyor. Çağımızı bu denli tehlikeli kılan şey ise, bence, eş zamanlı olarak dünya çapında en az beş adet krizle karşılaşmamız ve bu krizlerin çözülmesi için yıllar boyu beklemek zorunda oluşumuz. Sonlanması en az yirmi sene alacak olan finansal kriz, yakın gelecekte ufukta ciddi bir risk olarak duran ve son elli yılın ekonomik refah temellerini tehdit eden enerji krizi, insanoğlunun geçmişte hiç rastlamadığı boyutlarda ve çift-yönlü bir demografik kriz, toplumların sorunlarını çözmede hükümetlerin acizliğinden kaynaklanan bir siyasi kriz, ve kurumları yolsuzluğa sürükleyen ve ortak iyiliği geliştirmede etkisiz kalmalarına neden olan bir ahlaki kriz.

1- Finansal Kriz

Herhangi bir hükümet düzenlemesi kapsamına girmeyen, yeni suni finansal enstrümanların başrol oynadığı, yanlış yola saptırılmış deneyim, dünya ekonomisi açısından oldukça felaket sonuçlar doğurmaya aday görünüyor. Söz konusu araçlar, 2008 sonbaharında bankacılık ve kredi sisteminin neredeyse tamamen çökmesine yol açtı ve bugün de Euro bölgesinin ve dünyanın en büyük ekonomisi olan Avrupa ekonomisinin istikrarının bozulmasında katkıları var. Aslında, bu yeni mali araçlar, Avrupa ve Amerikan ekonomilerini geriletmede de merkezi bir rol üstleniyor.

Gerçekten de mali “yenilik” olarak adlandırılan bu araçlar, dünya çapındaki mali sektörü devasa bir kumarhaneye çevirdi ve burada uluslararası bankerlerin ve spekülatörlerin dediği oluyor. Kumarhaneye benzer bir mali kapitalizmin gelişmesinin nasıl mümkün olduğu sorulabilir. Özellikle de 1930’lardaki Büyük Buhran’da öğrenilen derslerin ardından…

ABD Başkanı Bill Clinton, 1933 Glass-Steagall Yasası’nın içeriğini değiştiren, yatırım ve ticari bankacılığın düzenlenmesine yönelik Cumhuriyetçilerin yasa teklifini (GLBA) kabul ettiğinde, bu yasanın altına attığı tek bir imzanın nelere gebe olabileceği hakkında hiçbir fikri yoktu. Hele ki on yıldan kısa süre sonra tarihi boyutlarda bir mali krizin patlak vereceğini bilemezdi. Bu deregülasyon hamlesiyle ve uzun zamandır uygulanan diğer mali korumaların kaldırılmasıyla birlikte, uluslararası bankerlerin yatırım bankacılığı ve ticari bankacılık faaliyetlerini ortaklaştırması ve birçok geleneksel bankacılık kuralını hiçe sayması mümkün hale geldi. Yeni bir varlık seküritizasyonu modeli benimsediler ve bu model aracılığıyla büyük bankalar fiili olarak aracılık yapmaya son verdiler. İsimleri hayli tanıdık: Varlık temelli kıymetler (ABS), teminatlı tahvil aracı (CBO), teminatlandırılmış borç yükümlülükleri (CDO), kredi riski swapları (CDS). Finans uzmanı Warren Buffet’in ifadeleriyle, gerçek birer “mali kitle imha silahı”na dönüştüler ve politikacıların aşırı mali spekülasyonlara bir son vermeyi reddetmesinden dolayı da etrafı kasıp kavurmaya devam ediyorlar.

2- Enerji Krizi

Son yarım yüzyıldır yaşanan ekonomik refah ve nüfus artışının sürdürülebilir kılınmasında önemli bir pay, görece olarak ucuz enerjiye erişim ve gıda üretiminde artan kapasiteye atfediliyor. Ancak, ucuz enerji çağı sona ermek üzere. Eğer şu ana dek keşfedilmemiş ucuz petrol kaynakları yardımımıza koşmaz ise, ekonomik büyüme için gereken temel kaynak yok olacak.

Eğer ucuz enerji çağı sona ererse, dünya ekonomisi bu denli hızlı bir nüfus büyümesini desteklemeyi sürdürebilir mi? Pek mümkün görünmüyor.

Daha şimdiden dünyanın bazı bölgelerinde petrol ve kaynakları ele geçirmek üzere hegemon savaşlarının yeniden canlandığını gözlemiyoruz. Bunun sebeplerinden biri, ufukta görünen enerji krizi.

Dünya nüfusunun %5’inden azına sahip olup, dünyanın günlük petrol üretiminin yaklaşık dörtte birini tüketen ABD’nin bu krizin tam merkezinde yer alması şaşırtıcı olmasa gerek.

Bush-Cheney’nin 2003 baharında Irak’a karşı sebepsiz yere savaş başlatma kararının ardında, Amerika’nın denetimi altında petrole erişimin sağlanması önemli bir rol oynadı. Benzer şekilde, İngiliz ve Fransızların Libya’ya “NATO” paravanı ardından müdahil olması da, Libya’daki petrol zenginlikleriyle ilintili.

Küreselleşmiş ve daralan bir dünyada, jeopolitik ve yaklaşan enerji krizi giderek iç içe geçiyorlar.

3- Demografik Kriz

Dünya üzerinde; beslenmesi ve gündelik yaşam ihtiyaçlarının karşılanması gereken yaklaşık 7 milyar kişi var. Ve bu nüfusun önemli bir bölümü, 21.yüzyılda daha da yaşlanacak.

Bugünden 2050 yılına dek, 60 yaş ve üstü nüfusun oranının, dünyanın neredeyse her ülkesinde artması bekleniyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkeler, bu demografik değişimden farklı şekillerle de olsa etkilenecekler. Kalkınmakta olan dünyada doğurganlık oranlarının halen yüksek olduğu düşünüldüğünde, krizin kaynağını, birçok işsiz genç ve sefalet içinde yaşayan birçok yaşlı teşkil edecek.

Gelişmiş ekonomilerde kriz; ekonomik durgunluk ve mali kemer sıkma dönemlerinde daha fazla sağlık harcaması ve sosyal hizmet talep eden yaşlıların “hücum”undan kaynaklanacaktır.

Nüfusun yaşlanmasının toplum üzerinde büyük bir etkisi olacak. Kimilerine göre, önümüzdeki yirmi yıl içinde ekonomiyi derinden etkileyecek; keza “baby boomer” döneminde doğanlar (ABD’de 1946-1964 arasında, Kanada’da ise 1946-1966 arasında), artık emeklilik çağına geldiler ve yaşlılar arasındaki ölüm oranı giderek azalıyor. Amerika’da 75 milyon kişi ve nüfusun yaklaşık dörtte biri, doğum oranlarının en yüksek olduğu dönemde doğdular.

Bu kişiler arasında her yıl 3 ila 4 milyon kişinin emekliye ayrılması ise, ekonomik yapının temelinin yeniden tanımlanmasına neden olurken, yeni ekonomik, sosyal ve mali sorunlar da doğuracak.

Halihazırda Amerika’da her emekliyi desteklemek üzere 3,3 işçi var. Ancak 2030 yılı itibariyle, bu sayı sadece “2”ye düşecek. Amerikalıların yüzde yirmisinin 2050 yılı itibariyle 65 yaş üstü olacağı da düşünülmeli. 2005’te 65 yaş üstü oranı sadece yüzde on ikiydi. Bunun sonucunda, vergi oranlarının artırılması gerekecek; bu da ekonomik büyüme üzerinde önemli bir engel teşkil edecek. Önümüzdeki yıllarda ciddi bir emeklilik aylığı krizinin patlak vermesi şaşırtmayacaktır. Bu durum, ya kontrolsüz enflasyondan, ya da sermaye üzerinde reel karların azalmasından kaynaklanacak. Her iki durumda da, emeklilik aylıklarının erozyona uğraması söz konusu olacak.

İkinci olarak, imalat gibi bazı temel endüstri dalları daralacak; sosyal hizmetler ve sağlık ile ilgili diğer endüstriler ise genişleyecek. Genel tasarruf oranının da azalması bekleniyor; dolayısıyla yeni üretken yatırımları destekleyecek finansman havuzu da daralacak.

Bunun sonucunda ekonomi, asli olarak mal üretiminden uzaklaşarak, giderek hizmet ve bilgi-temelli bir ekonomi halini alacak. Bu yapısal değişimle birlikte, eğer işçi başına düşen üretkenlik önemli oranda gelişmez ise, hizmet endüstrilerindeki üretkenliğin daha düşük olması nedeniyle ekonomik büyümenin gitgide azalması beklenir.

Örneğin 1977-2010 yılları arasında yıllık ortalama küresel ekonomik büyüme, %2,8 civarındaydı. Ancak, 2011-2086 arasında, özellikle demografik değişimlerden ötürü, ekonomik büyümenin yıllık ortalama %1,6 düzeyine gerilemesi mümkün görülüyor. Daha yavaş bir ekonomik büyüme, kamu hizmetlerine yönelik talebin artması beklenen bir dönemde daha az hükümet geliri anlamına geliyor.

İşte bu yüzden de hükümetlerin yaşlı vatandaşlarının daha fazla sağlık hizmeti talep etmesine hazırlıklı olmalı; keza bu talepler pek de uzak bir gelecekte görülmüyor.

4- Siyasi Kriz

Birçok demokratik ülkede, hükümetler, kendi menfaatleri için onları dilediğince kullanan özel çıkar çevrelerinin münhasır aracına dönüştü. Amaç belli: Medyaya –özellikle de elektronik medyaya- erişmek için çuvallar dolusu paraya sahip olma gereksinimi… Sonuç ise her yerde aynı: İnsanlar, son kertede parayla satın alınabilecek iyi politikacılara dönüşüyorlar.

Politikadaki yolsuzluğun kaynağı, politikada paranın giderek daha büyük bir nüfuz sahibi olması. Amerika’da, 21 Ocak 2010 tarihinde Amerikan Anayasa Mahkemesi, Amerikan anayasasını ve Amerikan demokrasisini temelden değiştirecek bir karar aldığında (“Şirketler ve sendikalar gibi yasal birimlerin de, tıpkı bireyler gibi ifade özgürlüğüne yönelik hakları vardır; dolayısıyla istedikleri kamu görevlisini seçmek için istedikleri kadar para kullanabilirler”), işler kötüden daha da kötüye dönüştü.

Amerikan Anayasa Mahkemesi, bu kararı alarak, bireylerin oy kullanma hakkının değerinin düşmesine neden oldu ve gelecekte oy kullanmak isteyen insanların da oranındaki azalışa katkıda bulundu. 2010 Amerikan ara-dönem federal seçimlerinde seçmen katılımının, kayıtlı seçmenlerin sadece %42’si olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Çoğunluğun oy kullanmaya gerek bile duymaması durumunda, demokrasinin “hasta” olduğu bir ortamdan söz etmiş oluruz. Amerikan başkanlık seçimlerinde seçmen oranı ara-dönem seçimlerinden yüksek olsa da, 1960 başkanlık seçimlerinde (Nixon vs. Kennedy) %60,1, 1996’da da (Clinton vs Dole) %49,1 olduğu hatırlardan çıkmamalı.

Bu noktada ortaya şu soru atılmalı: Demokrasinin ölümünden en çok kim nemalanır?

5- Ahlaki Kriz

Makyavelciliğin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu ideolojiye göre, politika ve iş dünyası, herhangi bir ahlaki ilke benimsememeli; onun yerine adımlarını kendi siyasi çıkarları ve kar amaçlı faaliyetleriyle yönlendirmeli. Bu noktada önem taşıyan yegane ilke, “hedef, araçları meşrulaştırır”. Dolayısıyla, hilekarlık, açgözlülük ve kurnazlık, siyasi güç veya ekonomik kaynak arayışında kabul edilir davranışlardır. Makro ölçekli diğer birçok krizin, bu moral boşluğun sonucu olduğuna dair derin bir inancım var.

Tarihte geriye doğru dönüp baktığımızda, geçmişteki büyük mali krizlerin (1873-1880 ve 1929-1939 örneğin), bugün deneyimlediğimizle benzer sebeplerin gündemde olduğunu fark ediyoruz. Söz konusu krizlerin temel nedeni, kamusal ve özel kesimlerdeki temel ahlaki değerlerin genel bir çöküş yaşamasıydı ve bu ortamda bir avuç elit kesim, kamu kurumlarını kendi isteklerine göre idare ediyorlardı. Bu elit açısından öyle bir zaman gelir ki, tüm araçlar, toplumun geri kalanı aleyhine kendilerini zenginleştirmek gibi yüce bir hedefi gerekçelendirmeye başlar. “Piyasa her şeyin iyisini bilir”, “Ekonomi büyürse fakirler de zenginleşecektir,” ve “Bu parayı bizim avucumuza Tanrı yerleştiriyor; dolayısıyla bazı hayır işleri yapmalıyım” gibi ideolojik – dindar sloganlar ardında her şey kabul edilir ve meşrulaştırılır bir hal alır.

Bu tür bir düşünce çerçevesi ön plana çıktığı anda, artık medeniyetin bir çöküş yaşadığından korkulmaya başlanmalı. Ne yazık ki bugün tam da bu noktada bulunuyoruz.


* Ekonomist Dr. Rodrigue Tremblay, “The Code for Global Ethics, Ten Humanist Principles” (Küresel Etik Kodu: On İnsancıl İlke) başlıklı kitabın yazarıdır.

http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=26983




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —