Tarih: 07.10.2014 15:10

Çin Etkisi`nin Yeni Coğrafyası

Facebook Twitter Linked-in

Richard Rousseau *

Bir ulusun ekonomik açıdan büyümesi, bazı koşullar altında, eş zamanlı olarak yayılmacı bir dış politikaya yol açabilir. Amaç ise, yeryüzündeki stratejik bölgelerdeki ticari ve askeri nüfuzunu sağlamaktır. Çin ekonomisini son yirmi yılda karakterize eden şaşırtıcı ekonomik büyüme, Batı’nın ekonomik ve jeostratejik hevesleri üzerinde siyasi etkiler doğurmaya devam edebilir. Keza burası, henüz ufukta bu sorununun uzun vadeli herhangi bir çözümünün bulunmadığı devasa borç yükleri taşıyan bir bölge...

Son yirmi yılda Çin, -büyük bölümü geçmişte Fransızca konuşan Afrika devletleri grubuna ait olan- birçok Afrika ülkesiyle bir dizi ticari anlaşma imzaladı. Amacı; bu ülkelerde bol bol ve en uygun koşullar altında bulunan ham maddelere erişim imkanı kazanmaktı.

Çinlilerin bizzat kendileri tarafından “kazan – kazan” yaklaşımı olarak tanımlanan Çin stratejisinin, birçok durumda oldukça etkin olduğu kanıtlandı. Yollar, barajlar ve hastaneler gibi altyapıların inşası karşılığında, genellikle Çin devletinin desteklediği Çinli şirketler, Afrikalı hükümetlerden önemli ticaret tavizleri aldılar – örneğin yerel kaynakların kullanılma hakkı ve hatta, bazı durumlarda, Çinli yerleşimcileri ülkelerine gönderme hakkı. Böylelikle, Çin’in nüfus baskısının azaltılması ve jeopolitik hedeflerine hizmet edilmesi istenmektedir.

Çin, Afrikalı diktatörlerle olan ilişkilerinde, insan hakları ihlallerini ve demokratik ilerlemeyi görmezden geliyor. Bu durum ise, Sudan veya Zambiya gibi Afrika’daki ulusal hükümetleri teskin ediyor; keza söz konusu hükümetler, Batı tarafından tam da bu sebeplerle baskı altında tutuluyorlar. Bunun karşılığında, Afrika rejimleri ise, Çinli şirketlerin işe aldığı işçilerin güvenli olmayan ve üzücü çalışma koşullarını görmezden geliyor. Çin, işgücü sömürüsünün doğrudan anakaradan ithal edilmiş olan çağdaş biçimlerini –ki bunlar esaretin yeni biçimlerini andırıyor- kullanmaktan çekinmiyor.

Bu süregiden gelişmeler ise, özellikle Fransa gibi eski sömürgeci güçleri korkutuyor; keza her daim –sömürgelerin bağımsızlığına kavuşmalarından sonra bile- kendi “arka bahçeleri” olarak gördükleri Afrika’nın bölgeleri üzerindeki üstünlüklerinin sona erişini görüyorlar. Dolayısıyla, hiç şaşırtıcı olmasa gerek, bölgeye yönelik ekonomik olmasa da stratejik taahhütlerinin yıllar boyu azalmasına rağmen, Nisan 2011’de Fransa, Devlet Başkanı Alassane Ouattara ve Laurent Ghagbo arasında Fildişi Sahilleri’nde yaşanan siyasi krizi çözmek için askeri olarak müdahale etmeye karar verdi.

Fransız hükümeti, AFRICOM aracılığıyla ABD ve Avrupa devletlerini de yanına alarak, Çin’in yayılmacı çabalarını durdurmak, veya en azından yavaşlatmak girişiminde bulunurken, Pekin, Afrika, Avrupa ve Asya’yı birbirlerine bağlayan ticaret yolları boyunca daha yakın bağlar kurmaya devam ediyor. Çin, aynı zamanda, “ticaret limanları” şeklinde “köprübaşları” da inşa ediyor. Bu; Hintli analistler tarafından “İnci Dizisi” stratejisi olarak adlandırılıyor.

Böylelikle, Hindistan’ın Sri Lanka’da Hambantota, Pakistan’da Gwadar ve Bangladeş, Myanmar ve Maldivlerde başka lokasyonlar gibi Hint Okyanusu’nda dostane limanlarla çevrelemek hedefleniyor. Hindistan gibi, Çin’in diğer komşularının büyük kısmı da Orta Krallık’ın kendi iç işlerine giderek daha fazla karışmasından dertleniyorlar. Çin ile komşuları arasındaki diplomatik çatışmalar, son beş yılda giderek artıyor – özellikle de değerli doğal kaynakların ve bölge devletleri açısından stratejik kabul edilen birkaç takım adanın kullanımı konusunda Güney Çin ve Sarı Denizler’de durum bu şekilde...

Modern çağlara özgü bu çekişmenin simgesi ise; Japonya ile Çin’in Senkaku Adaları’nda süregiden anlaşmazlığıdır. Bu durum, uluslararası medyada Eylül 2010’dan bu yana neredeyse her gün manşetlere taşınıyor. Doğu ve Güneydoğu Asya’da Çin lehine güç dengesinin hızla bozulmasına yanıt olarak, Washington, Pasifik ülkeleriyle (Güney Kore, Japonya, Filipinler, Tayvan, Singapur, Malezya, Kamboçya ve Avustralya) bir dizi anlaşma imzaladı. Bu ülkeler; ABD ile karşılıklı bir savunma anlaşması imzalamak ve Çin’in bölgede artan ekonomik ve toprak iddialarından kendilerini korumak konusunda bölge çapındaki en ilgili ülkelerdir. Çin, hatta, küçük Vietnam’ı bile teyakkuza sokmayı başardı – bu durum, Washington ile Hanoi arasında daha önce akla hayale gelmeyecek türden bir ekonomik yakınlaşma yarattı ve iki ülkenin ortak donanma manevralarına katılımının önünü açmış oldu.

Bu potansiyel Soğuk Savaş ortamında, Rusya’nın tavrı muğlaklığını koruyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yarattığı travmanın ardından, Rusya Federasyonu yıllar boyunca, siyasi ve askeri eylemler aracılığıyla kaybettiği şöhretini yeniden kazanmaya çabaladı. Ancak; geçen 20 yılın jeostratejik değişimleriyle başa çıkmada elindeki askeri aygıtların yetersizliği, birçok durumda bariz bir şekilde karşısına çıktı. Dolayısıyla Moskova da, 1960’ların ortasına dek SSCB ile müttefik olan komünist bir ülke olarak Çin ile angaje olmayı mantıklı buldu.

Bazen Çin ile Rusya arasında neredeyse uzlaşılmaz hale varan farklılıklara rağmen, 21.yüzyılın başında yeniden işbirliğine başladılar ve bir kez daha “akran” oldular. Bu; birçok Amerikalı analist açısından rahatsızlık verici bir durum olarak algılandı. Bu işbirliği, enerji kaynaklarında ticaret, silah satışları ve teknoloji transferi gibi alanlarda oldukça bariz bir hal aldı. Her iki ülke de, Amerika’nın son yirmi yıldır herhangi bir ciddi tehditle karşılaşmaksızın sürdürdüğü küresel hegemonyasına meydan okumada son dönemde çok-boyutlu işbirliğini kullanmaya gayret ettiler.

Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasında liderleri Jiang Zemin ve Vladimir Putin tarafından 16 Temmuz 2001 tarihinde imzalanan İyi Komşuluk ve Dostane İşbirliği Antlaşması’nın (FCT) uygulandığı yirmi yıl boyunca Rusya ve Çin, çok tartışmalı uluslararası sınırlarında ortak askeri tatbikat gerçekleştirmeyi kabul ettiler.

Dahası, Çin Halkların Özgürlüğü Ordusu, Donanma ve Hava Kuvvetleri’ne, Rusya’dan milyarlarca dolar değerinde askeri teçhizat ulaştırıldı. Çin-Rusya arasındaki bu ilişkinin Avrasya ve Doğu Asya’da Amerika’nın stratejik çıkarlarını doğrudan tehdit etme potansiyeli bulunuyor; keza her iki ulus da ABD ve onun müttefikleriyle rekabet edecek şekilde bir büyük güç statüsüne erişmeye çabalıyor.

Birçok Latin Amerikalı devlet, “yeni Bolivya devrimi”nin etkisi altında, ABD’nin karşılaştığı bariz ekonomik zorlukları – özellikle de giderek artan ticaret açığı dengesini- göz önünde bulunduruyor ve Çin ile ekonomik bağları geliştirmeye yöneliyor. Pekin ise, Brezilya ve Venezüella gibi Latin Amerika ülkelerine yöneliyor; keza buraları hem önemli birer ihracat pazarı, hem de hammaddeler ve tarım emtiaları açısından önemli tedarikçiler.

Çin, geleneksel olarak Batı’nın etkisi altındaki dünyanın diğer bölgelerinde ekonomik varlığını genişletmeye devam ediyor. Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya Çin’in ticari penetrasyonu, günbegün artan bir olgu... Pekin ve Kahire arasında 21 Eylül 2012’de imzalanan stratejik ve ticari anlaşma, bunun önemli bir örneği... Söz konusu anlaşma, Süveyş Kanalı’nın yakınlarında altı kilometre karelik bir endüstriyel bölge inşa edilmesini ve Asya-Afrika-Avrupa’yı birbirine bağlayan bir ticari liman kurulmasını öngörüyor. Tüm bunlar, yaklaşık 1,3 milyar dolar maliyetle, önümüzdeki 10 sene içerisinde Tianjin Ekonomik-Ticari Geliştirme Alanı (TEDA) tarafından inşa edilecek.

Suudi Arabistan, Çin’e en fazla petrol tedarik eden ülke (2013 yılında 54,2 milyon ton). İki ülke arasındaki ikili ticaret ise, Uluslararası Para Fonu’na göre, 2012 yılında 74 milyon dolara çıktı. Katar ise, Çin’in doğal gaz alanındaki en büyük tedarikçisi (2011 yılında 1,8 milyon ton). Birleşik Arap Emirlikleri, Çin’in en büyük ikinci ticaret ortağı ve Körfez bölgesi ve ötesine Çinli ürünlerin dağıtımı için büyük bir merkez.

Çin’in Birleşik Arap Emirlikleri’ne yaptığı ihracatın yaklaşık %70’i, diğer Körfez ülkelerine, Afrika’ya ve Avrupa’ya yeniden ihraç ediliyor. Çin’in enerji tedarikini güvence altına alma ihtiyacı, ürünlerini mümkün olduğunca rahat bir şekilde ihraç edebilme gereksinimiyle bir arada düşünüldüğünde, Körfez bölgesini, “İnci Dizisi” stratejisinin önemli bir unsuru haline getiriyor.

Çin’in Orta Doğu’ya yönelik olarak artan çıkarı, aynı zamanda, Orta Asya’da İslami terörizmi durdurma gereksinimiyle belirleniyor – özellikle de birçok Müslüman topluluğun bulunduğu Çin’in kuzey-batı eyaletlerinde ulusal güvenliğin sağlanması, Pekin açısından sürekli bir endişe kaynağı olmaya devam ederken...

Bunun sonucunda, Çin, Orta Asya’da benzer bir strateji izliyor. 2001 yılında Şangay İşbirliği Örgütü’nün kurulması –ki halihazırda Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan bu Örgüt’ün üyeleridir ve Hindistan, Pakistan, İran ve Moğolistan da gözlemci statüsündedir – ticaret ve enerji işbirliğini kolaylaştırmanın yanı sıra İslami terörizm de dahil olmak üzere bölgesel tehditleri çevrelemeyi hedeflemektedir.


Kaynak: http://diplomaticourier.com/news/regions/brics/2212-the-new-geography-of-chinese-influence

* Doç.Dr. Richard Rousseau, Birleşik Arap Emirlikleri’nde Ras Al Khaimah Amerikan Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler Bölüm Başkanıdır. Araştırmaları, öğretisi ve danışmanlık faaliyetleri arasında; Rusya siyaseti, Avrasya jeopolitikası, uluslararası siyasi ekonomi ve küreselleşme yer almaktadır.

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —