Dünya edebiyatı tarihinde, geleceğin baskıcı yönetim şeklini en isabetli biçimde kurgulamış yazar olarak hep George Orwell örnek gösterilir.
Evet, 1948'de kaleme aldığı "1984" isimli romanda Orwell, muhtemelen SSCB'nin 40 yıl sonraki yönetim tarzını edebi ustalıkla kurgularken, günümüzdeki ve bundan sonraki baskıcı rejimlerin de değişmeyecek ve adeta kategorik hale gelecek niteliklerini betimlemişti.
Hint asıllı İngiliz yazar George Orwell, sadece kendi döneminin değil, geleceğin baskıcı yönetim şekillerinin anatomisini yazarken, bir de kendi döneminin o korkunç ortamlarının içinde bizzat bulunarak yazan ve kaleme aldığı eserlerle kabile-feodalist metotlarla yönetilen toplumların 130 yıl sonrasına ışık tutmuş bir yazar var: Celil Mehmetkuluzade.
Celil Mehmetkuluzade, aslen bugünkü İran İslam Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Hoy kentinden olup dedeleri oradan Nahçıvan bölgesine göç etti.
Osmanlı İmparatorluğu, Nahçıvan bölgesinin demografik yapısından endişeli olduğu için (Ermeni-Kürt nüfus) o zamanlar Kaçar Türklerinin idaresi altında bulunan İran coğrafyasından Nahçıvan'ın bazı mıntıkalarına Türk ailelerin gelmesini bizzat teşvik etti.
Buna başka bir örnek de, Şahtahtı mıntıkasına Tebriz'den göç eden, Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir ile yakın arkadaşlığı bulunan, 1937 yılında "Pantürkist" diye tutuklanarak Sibirya'ya sürgün edillen ve 5 Aralık 1941 tarihinde hayatını sürgünde kaybeden ünlü şair ve oyun yazarı Hüseyin Cavid'dir.
Celil Mehmetkuluzade gerek yazarlık gerekse gazetecilik faaliyetleri sırasında hayatının sonuna kadar İran coğrafyasının Azerbaycan Türkçesini kullanırken, 1905-1909 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde eğitim gören Hüseyin Cavid ise Osmanlı Türkçesinden kopamadı..
1869 yılında Nahçıvan'da doğan Celil Mehmetkuluzade, Gürcistan'ın Gori kasabasında açıln aÖğretmen Yüksekokulu'ndan 1888'de mezun oldu ve Nahçıvan bölgesindeki Nehrem köyüne öğretmen olarak çalışmaya gitti.
Okul için köy ağasının evi kiralanırken, Ermeni asıllı öğretmen meslektaşı Nurs, köyünden Nehrem'e inek getirtti.
Her sabah ineği bizzat kendisi sağarak sütünü içen okul müdürü Mehmetkuluzade, bir süre sonra sütün azaldığını, kısa süre sonra ise kesildiğini görünce durumu tespit etmek için sabah erkenden kalkmış ve okul binasının sahibi Timur Bey'in ineği sağdığını gördü.
Zaten katı feodalist bir bataklıkta çocuklara kaliteli eğitim vermeye çalışan Mehmetkuluzade, bu olaydan sonra köyde gördüklerini not etti ve 1894 yılında "Danabaş Köyünün Olayları" isimli romanını yazdı.
İldeniz Kurtulan'ın Türkçeye "Danabaş Köyünün Öyküsü" adıyla çevirdiği roman, 1999 yılında Cumhuriyet Yayınları'ndan çıktı.
Süje ve kompozisyon oluşturma mahareti ve özellikle de her cümlesinde endişe ve gerilimi artırması bakımından Danabaş Köyünün Olayları romanı, Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" romanını hatırlatırken (katletme olayının olmamasına rağmen) Dostoyevski'nin romanının içinde belki on roman varken, Mehmetkuluzade'nin romanı kendi içinde en az 3 roman barındırıyor:
Romanın en son kısmını bu kısa ön sözün bitiminde okuyacağınız için, dünya edebiyatı ve basınının en güçlü şahsiyetlerinden biri olan Celil Mehmetkuluzade hakkında birkaç cümle daha yazmayı uygun buluyoruz.
Nahçıvan bölgesinde her gün karşılaştığı cehalet sahnelerini hiçbir tereddüt etmeksizin kaleme alan Celil Mehmetkuluzâde'nin dünyaya bakışının şekillenmesinde, 1890'larda Rusya'nın Novoye Vremya ve Rossiyskiye Vedomosti gazetelerinin İstanbul temsilcisi görevini yapan Muhammed Ağa Şahtahtinski'nin yaz aylarında Nahçıvan'a giderken anlattığı olayların önemli bir etkisi oldu.
İstanbul'daki görevinden sonra Şahtahtinski, Tiflis'te Şark-ı Rus isimli bir gazete çıkarmaya başladı, daha sonra gazeteyi satarak Erivan bölgesinden Rusya Parlamentosu'na üye seçildi.
Hasta eşini Tiflis'e tedaviye götüren Mehmetkuluzâde, orada Şahtahtinski ile bir araya gelmiştir. Havuzlu restoranda yemeğe başlamadan önce, Mehmetkuluzâde, Nahçıvan'da yeniliğe direnişin edebi dildeki mükemmel ifadesi niteliğindeki Posta Kutusu öyküsünü Şahtahtinski'ye verdi.
Hatıralarında Mehmetkuluzâde o anları şu şekilde tasvir etmiştir:
Muhammed Ağa, Nevruz Ali'nin posta kutusuna mektup atma öyküsünü okurken, Nevruz Ali'nin aptallığına ve cahilliğine o kadar içten gülüyordu ki, havuzdaki balıklar da az daha kendilerini sudan dışarı atıyordu. Adeta balıkların da Nevruz Ali'nin aptallığına ve cahilliğine gülmeyi tutuyordu.
Şahtahtinski'nin teklifi üzerine, Tiflis'te kalarak Şark-ı Rus gazetesinde çalışmaya başlayan Mehmetkuluzâde, 2 sene sonra arkadaşı Ömer Faik Numanzâde ile ortak olarak Nevruz isimli bir gazete çıkarmaya başladı.
Rusya Çarı II. Nikola'nın 17 Ekim 1905'de imzaladığı özgürlükçü yasalar, basın dünyasına çok olumlu yansırken, Celil Mehmetkuluzâde ve Ömer Faik bu fırsattan yararlanmasını iyi bildi.
Hatıralarında Celil Mehmetkuluzâde, o dönemi şu sözlerle tasvir ediyor:
Bir gün sokakta Gürcü bir çocuğun Kukureku isimli dergi sattığını gördüm. Dergide Nikola Padişah'ın kafası horoz şeklinde çizilmişti. Hemen dergiyi kapıp matbaaya koştum ve: 'Faik Efendi, ne duruyorsun, millet padişahın kafasını horoz şeklinde çiziyor. Durma vakti midir?' dedim ve orada hemen Molla Nasrettin Dergisini çıkarmaya karar verdik. Molla Nasrettin'i zamanın kendisi yarattı, tabiatın kendisi yarattı.
Mehmetkuluzâde'nin o dönemden sonraki faaliyetlerine ışık salmayı şimdilik bir kenara koyarak (ilerde aşama aşama yazma taahhüdüyle tabii ki) "Danabaş Köyü'nün Olayları" romanına dönersek, yazarın 1909 yılında kaleme aldığı ve yine Nahçıvan-Nehrem-Danabaş bölgesinin olaylarına ışık tutan Ölüler trajikomedisini, 1921'de kaleme aldığı "Danabaş Köyü'nün Okulu" komedisini ve nihayet 1927'de yazdığı ve günümüz Azerbaycanı'nın birebir tasvirini içeren Deli Yığını trajikomedisini hatırlatmamız, 1894 yılında yazılan ""Danabaş Köyü'nün Olayları""nın günümüz Nahçıvan ve Azerbaycan'ının yönetim şekliyle nasıl örtüştüğüne birkaç kelimeyle değinelim.
1894 yılında kaleme alınmış ""Danabaş Köyü'nün Olayları"" romanı, aslında Nahçıvan'ın Nehrem köyünde sahipsiz ve çaresiz insanlara karşı yapılmış acımasızca, Allahsızca baskının edebi metot ve üsluptaki mükemmel ifadesi olmanın yanı sıra, aynı zamanda dünyanın her bir köşesinde yaşanan bu tür acımasızlıklara, Allahsızlık örneklerine karşı bir aydının isyanıdır.
İşte bu romanın başka bir niteliğini sorarsanız, belki çoğunuzu şaşırtacak bir yanıtla karşılaşacaksınız:
Evet, ""Danabaş Köyü'nün Olayları"" romanının yazılmasından tam 101 yıl sonra, Türkiye ile sınırdaş Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti parlamentosunun başına ikinci bir Hüdayar Bey atandı ("parlamento" kelimesini kağıt üzerinde olmasından dolayı kullanıyoruz) ve Vasif Talıbov, yirmi yedi sene bölgeyi Hüdayar Bey'in kurallarından daha acımasız, daha katı kurallarla yöneterek "Han" titrini almayı hak etti.
Aslında buna Bakü'deki Aliyev iktidarı izin vermişti. Çünkü baskıcı enstrümanları daha hızlı ve etkili bir şekilde devreye sokabilmek için Bakü'ye laboratuvar gerekiyordu ve Talıbov, 27 sene başında bulunduğu Nahçıvan'da o laboratuvarı harfiyen yaratmaya muvaffak oldu.
Ve muvaffak oldukça, 1894 yılında Nahçıvan'ın bir köyünde Hüdayar Bey'in uygulamaları, katmerlenerek Azerbaycan'ın tamamında uygulanmaya başlandı.
Gelinen noktada Azerbaycan toplumunun bunun altından kalmayarak öldüğü/öldürüldüğü apaçıktır.
"Danabaş Köyü'nün Olayları" romanını tahlil ederken rahmetli üstadımız, bir süre birlikte çalışmaktan onur duyduğum Ord. Prof. Dr. Yaşar Karayev şunu yazmıştı:
Danabaş köyü sınırları çizilmiş ölü bir mekândır. Burada yel esmez, yaprak kımıldamaz, toplumsal hızın tek ölçüsü eşektir. (1976)
Ve bir de üniversitede hocam olmuş, trafik kazasında yaşamını erken kaybetmenin üzüntüsünü bizlere hep yaşatan rahmetli Prof. Dr. İnayet Bektaşi'nin, evinde bana anlattığı bir olayı asla unutmam:
Celil Mehmetkuluzâde'nin 100. doğum yılı toplantısında Nehrem köyünden gelmiş birisine de söz verilmesi kararlaştırılmış, adama köye eğitim, aydınlık getirmesinden dolayı Mehmetkuluzâde'nin hatırasına şükran sunması tembih edilmişti. Fakat kürsüye çıkan adam aynen şunu söyledi: 'Biz Mehmetkuluzâde'ye ebediyen düşmanız, asla barışmayacağız. Çünkü bizi tüm dünyaya rezil etmiştir.'
İşte 130 sene önce kaleme alınmış "Danabaş Köyü'nün Olayları" romanının ve yazarı Celil Mehmetkuluzâde'nin, neden dünya çaplı bir yazar olmasını o köylünün bizzat kendisi itiraf etmiyor mu?
Mehmetkuluzâde'nin tasvir ettiği kethüdalık, 130 sene önce Nehrem'de Hüdayar'ın şahsında baskı enstrümanıydıysa, günümüzde o enstrüman, örneğin Yazarlar Birliği'nin 37 yıllık başkanı, 87 yaşındaki Anar'ın şahsında çalışmaya devam ediyor.
Hele Celil Mehmetkuluzâde uzmanı olmakla övünen Ord. Prof. Dr. Usa Habibbeyli'nin, Azerbaycan Bilimler Akademisi'nde kurduğu kethüdalık, 1894 yılının tıpatıp modeliyse, Mehmetkuluzâde sadece Azerbaycan toplumunun gözünde değil, dünya edebiyatında da en üst sıralardaki yerini nasıl her geçen gün daha da pekiştirmesin?
Mehmetkuluzâde'nin azizden daha aziz hatırası önünde saygıyla eğilirken, "Danabaş Köyü'nün Olayları" romanının kaleme alınmasının 130. yılı dolayısıyla dünyanın gerçek edebiyatçılarını yürekten kutluyor ve romanın en son kısmını Independent Türkçe okurlarına sunmaktan onur duyuyorum.
Zeynep, Hüdayar Bey'in evinde altı buçuk ay kaldı.
Ve bu altı buçuk ay boyunca Zeynep'in anadan emdiği süt burnunun deliklerinden gelip döküldü. Zeynep'e eziyet etmekte onun tek bir amacı vardı; Hüdayar Bey'in kastı, Zeynep'in ve yetimlerin malına ve mülküne sahip olduktan sonra kendisini dışarı atmaktı.
Zeynep, kendisi de bunu çoktan anlamıştı. Zeynep özü bunu çoktan başa düşmüştü. Ancak bu niyetine ulaşmak için Hüdayar Bey'in ne kadar köşeye sıkıştırmasına, dövmesine, sövmesine rağmen, ne bir azaba dayanan Zeynep, Hüdayar Bey'in bu tekliflerini asla ve katiyen onaylamıyordu.
Sonunda iş, Hüdayar Bey'in Zeynep'i çırılçıplak hale getirerek yumuşaması ümidiyle karanlık bir tavlaya atmasına ve aç ve susuz tutmasına kadar vardı. Ama taşı daha bu şekilde sıksanız yumuşar. Sonunda Zeynep yumuşadı. Hüdayar Bey'in tüm istekleri de gerçekleşmiş oldu.
Ancak Zeynep, bu baskının sonucunda tek bir koşulda "Evet" dedi: O koşul, paralara sahip olduktan sonra Hüdayar Bey'in Zeynep'i boşamasıydı. Hüdayar Bey kabul etti. Tamamen emin olması için Zeynep, bir de Hüdayar Bey'i Kur'an üzerine yemin ettirdi. Hüdayar Bey elini Kur'an'a basarak yemin etti.