Tarih: 12.01.2015 13:56

Kurban: Mitoloji ve Metafiziği

Facebook Twitter Linked-in

Celal Tahir

Tarihin muhtelif dönemlerinde, insan toplumlarında, insan kurban etme ayinleri görülür. Bunu, insanlığın ‘ilahi olandan’ uzaklaşmasının, uç noktadaki tezahürlerinden biri olarak görmek mümkündür. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssası bize bu – çeşitli yorumlarıyla beraber- ‘ insan kurban etme’ eyleminin olmazlığını, yasaklanmasını anlatır.

Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı`ya aitti ve ona kurban edilmesi gerekiyordu. Mısırlılar köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara 'Âni' diyorlar ve onları 'Ay Tanrısı'na kurban olarak sunuyorlardı. Fenikelilerin inancına göre; tanrılar her şeyin ilkini isterler, ilk doğan erkek çocuğun istenmesi de buradan kaynaklanmaktadır. İnsan kurbanının önlenmesi ilk dönemlerde çok zor olmuştur. Mısır ve Atina`da belli törenlerle insanlar da kurban edilmekteydi. İran imparatoru I. Dârâ, Kartacalılar’a insan kurban etmelerini yasaklar.

Eski Mezopotamya kültürlerinde Fenikeliler`de, bazı Kızılderili topluluklarda, eski Yunan kültüründe, Doğu Afrika yerlilerinde ve eski Ruslar`da görülmüş olan çocuk kurbanları, dikkat çekicidir. ilk çocuk, tanrının hakkı sayılıp boğazlanarak kanındaki enerji sunulurdu. İnka kültüründe ise güneş tanrısı Uirakoşa’nın kanla beslendiğine inanılırdı. Yine Eliade, Anadolu`da özellikle tarihî devirlerde, mesela ilk çağlarda, hasat mevsimi dolayısıyla icra edilen insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalıları gösterir. Yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz`in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir.

Cahiliye dönemi Arapları’nda da insan kurbanı adetinin devam ettiği kaydedilmektedir. Cahiliye devri Arapları`nın Sabah Yıldızı`na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri söylenmektedir. Yine önemli putlardan Uzza`ya oğlanlarla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir

Hz Peygamber`in dedesi Hz. Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşlilerin kendisine çıkarttıkları zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olursa ve bunlar kendilerini koruyacak yaşa gelirlerse içlerinden birisini Kabe’nin yanında Allah için kurban etmeyi adar. Burada Zemzem`in, Hz. Hacer ve Hz. İsmail ile irtibatını da hatırlamak gerekir. Abdülmuttalib’in isteği gerçekleşince, adağını yerine getirmek ister. Oğulları arasında çektiği kura, Abdullah’a çıkar. Ancak bunun âdet haline gelmesinden çekinen Kureyşliler, engel olurlar. Bunun üzerine Abdulmuttalib bilge-arif bir kadına müracaat eder. Kadın 'Bana ilham geldi, sizde kan bedeli nedir?' diye sorar. On deve olduğunu söylerler. “Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi de bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri artırın. Develeri kurban edip adamı salıverin” der. 100 deveye varıncaya kadar oklar Abdullah`ı gösterdi. Daha sonra fal (kura) develere çıktı ve kefaret olarak bu 100 deve kurban edilir.

İşte bu, insan kurbanının olmazlığının, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den sonra ikinci defa, teyidi ve tekidi, peygamberimizin dedesi ve babası, Hz. Abdülmuttalib ve Hz. Abdullah üzerinden olur. Bu ve başka sebeplerden, peygamberimizin dedesi ve babası ve validelerini, pagan inançları çerçevesinde değerlendirmek, doğru olmayacaktır.

Arapça’da gerek maddî gerekse mânevi her türlü yakınlığı ifade eden kurbân kelimesi, özel olarak da Allah`a yakınlık sağlamak (kurbet) , yani ibadet amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban bütün dinlerin ana temalarından biridir. Latince kökenli Batı dillerinde kurban karşılığı kullanılan 'sacriflce', kökünde 'kutsamak, bir nesnenin tanrıya sunularak kutsal hale getirilmesi', offering de 'tanrıya hediye sunma, takdime' anlamını taşır. Eski Ahid`de kurban karşılığında 'bağış ve vergi' mânasındaki 'minha', 'yaklaştıran şey' anlamında 'gorban' ve 'kutsal kan dökme'yi ifade eden 'zebah' kelimeleri kullanılır. Çeşitli dillerde bu kavramı ifade için kullanılan kelimelerin imlediği kök anlamlarının ortak olması da, bizi, bu ibadetin/ritüelin aslî köküne bakmamızı gerekli kılmaktadır.

Mitolojik dönemdeki kurban eylemini M. Eliade şöyle açıklar:' Mitolojik dönemdeki inşa ayinlerinin altında yatan teori şuna denk gelmektedir; 'Canlandırılmadığı', bir kurban verilerek ona 'can' bahşedilmediği takdirde hiç bir şey süremez; inşa ayininin prototipi dünyanın kuruluşu sırasında gerçekleşen kurban kesme eylemidir. Öyle ki, kimi arkaik kozmogonilerde dünya, kaosu simgeleyen bir ilk canavarın (Tiamat) veya bir kozmik devin (Ymir, Pan-Ku, Puruşa) kurban edilmesiyle varoluş kazanmıştır.' (M. Eliade. Ebedi Dönüş Mitosu, Çev. Ümit Altuğ, İmge Yay., Ank., 1994, S.33)

Bitki kurbanı günümüze değin görülür. Doğu Afrika`daki Britanya Nandi`lerinde ailedeki kadınlar bir sepet yeni buğday toplayıp tavanda kuruturlar. Aile reisi elinde bir miktar buğday tutarak sıhhat, kuvvet, süt vb. için dua eder. Batı Afrika`daki Ewes’lerde yeni mahsul önce “Agbasia”ya takdim edildikten sonra ziyafette yenir. Kongo kabilelerinde mısır, fasulye vb. ilk mahsullerinin bir kısmı doğan güneşe atılır, diğer kısmı ise “ilelebet bunu yiyeceğiz” denerek yenir. Musquakie yerlileri 'yeşil buğday dansı'nda bereketin çoğalması için Manitou’ya buğday yakma takdimesinde bulunurlar. New Caledonia’da özel çanaklar içerisinde pişirilen ilk mahsul, reis veya bir ihtiyarın her sene iyi mahsul için dua etmesinden sonra yenir. Amerika’nın bir çok yerli kabilesinde yeni mahsul törenle ve genellikle önceden oruç tutulduktan sonra veya kusturucu bir ilaç alındıktan sonra yenir.

Ancak, Herhalde en güzeli daima yolda olmak olmalı, ....Rene Guenon’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Kitab-ı Mukaddes’teki sembolizmde, Kabil her şeyden önce bir ziraatçı olarak, Habil ise bir çoban olarak sunulmaktadır; dolayısıyla bunlar, şu andaki insanlığın asıllarından itibaren ya da en azından insanlık içinde ilk farklılaşma meydana geldiği andan itibaren mevcut olan iki halk tipidir: Kendilerini toprak kültürüne bağlamış olan yerleşik insanlar ve kendilerini hayvan yetiştirmeye adamış olan göçebeler. Zaman’la temsil edilen sıkıştırma ilkesi ve ‘mekân’la temsil edilen yayılma ilkesi. Bu iki ilkenin her biri hem zaman içinde hem de mekân içinde hem de her şey içinde birlikte gözükür”… “ şu da bir gerçektir ki, sıkıştırma ilkesi zaman şartı içinde kendini gösterirken, yayılma ilkesi de mekân şartı içinde kendini göstermektedir. Oysa zaman mekânı aşındırmaktadır, deyim yerindeyse, böylece zaman ‘yiyip bitirici’ işlevini yerine getirmektedir. Aynı şekilde, çağlar boyunca, yerleşik toplumlar da göçebe toplumları yavaş yavaş kendi içinde eritip yiyip bitirmiştir: İşte, Habil’in Kabil tarafından öldürülmesi olayının sosyal ve tarihsel bir anlamı da budur. ”

Hz. Âdem AS ‘ın iki oğlunun hikâyesi, Habil ve Kabil kıssası, diğer birçok hikmetinin yanı sıra, insanlık tarihinin sembolik bir anlatımıdır. İnsanlığın en temel bölümlenmesi, göçebeler ile yerleşik olanlar arasındaki ayırımdır. Hz. Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil, Tanrı’nın kendilerinden armağan istemesi üzerine, O’na armağan verirler. Allah’ü Teâlâ’ya hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların atası gibidir. Hediye olarak hayvan kurban eden Habil çoban-göçebe toplumların atası gibidir. Habil’in daha fedakâr oluşu ve onun armağanının kabulü, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, Allah indinde makbul olduğu şeklinde de anlaşılabilir.

Kısa da olsa, orta Asya Turani geleneğinin, özellikle Türklerin, tarih içinde oynadıkları pozitif rolün, göçebelikle irtibatına, işaret etmek yerinde olur. Toprağa bağımlı olmamak, fütuhat neticesi elde edilen yerlerde başkalarının varolma hakkını ve adaletle hükmetmeyi, sağlamış olmalıdır. Ayrıca İslam’ın tasavvufi yönüne bağlanmayı ve onu geliştirmeyi, sağlamış olmalıdır. Ve burada Orta-Asya’dan Anadolu’ya, ozan-âşık-abdal geleneğinin son temsilcilerinden, merhum Neşet Ertaş’ın da, bu göçebeliğin pozitif yönüyle irtibatlı olduğunu söylemek, çok konu harici değildir.

Nihayet burada söylenmesi gereken “Allah yolunda” olanların, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulduklarıdır. “Yolda” olmak da, böylelikle mümkündür. Burada Hz. İsmail’in yerine kurban edilen ‘Koç’u, aynı zamanda burçlar kuşağının ilki olan koç burcu ile irtibatlı düşünmek, herhalde ilgisiz değildir. Koç Burcu’nun öncelikle ego’yu, benliği ifade ettiğini de, birlikte düşünmek gerekir. Belki de buradan, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, zâhiri olarak koç kurban ederek, bâtıni olarak da, nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtularak, Allah indinde makbul olduklarını anlamak, manadan çok uzak bir yorum, olmamalıdır.

Kurban üzerine yazdığı bir risalede Ömer Nasûhi Bilmen “Kendi zevkleri uğrunda hergün binlerce hayvanatın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızâsı için bir kısım hayvanların fukara menfaatine olarak kurban nâmıyla kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir. Velhasıl Kurbanın meş`rû`iyyeti; dînî, ahlâki, içtimâi bir takım hikmetlere, maslahatlara müstenittir. Bunu takdir etmiyecek bir akıl sâhibi tasavvur olunamaz” diye yazar.

Son asırda kurban ibadetine bu türden yaklaşımlarda hep bulunulmuştur. Bir yanda “ne bu hayvan katliamı” gibisinden laflar sürekli duyulmuştur. 19. YY Pozitivizminden mülhem bir anlayışla, çoğu zamanda bilinen süzme cehaletle geleneği ve dini ritüelleri ele almak, tavır ve tutum belirlemek, Tanzimat’tan beri memleketimizde yaygın bir anlayıştır. Bu geleneği ve dini ritüelleri bazen red, bazen yoksayma, bazen de istihza ile ele almak, tavır ve tutum belirlemek şeklinde kendini göstermektedir. Tüm bunlar Türkiye modernleşmesinin alametlerinden bazıları olarak gözükmektedir.

celaltahir@gmail.com




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —