9084,92%0,59
34,50% 0,13
36,45% 0,30
2955,38% 0,70
4929,17% 0,00
İkinci Dünya Savaşı`nda ve onu izleyen 'Soğuk Savaş'ta stratejik öneme sahip partnerler birarada: Başbakan İsmet İnönü F.D. Roosvelt ve W.Churcill ile birlikte...
Sonja Galler - Jan Felix Engelhardt *
Türkolog Corry Guttstadt, Türk hükümetinin Holokost sırasında Yahudi vatandaşlarına karşı tutumu ile ilgili kapsamlı bir çalışma hazırladı ve uluslararası Holokost çalışmalarında bugüne dek göz ardı edilen bir konuya dikkat çekti. Sonja Galler, 'Die Türkei, die Juden und der Holocaust' adlı kitaın yazarı Corry Guttstadt ile söyleşti, Jan Felix Engelhardt ise İsrail-Türkiye ilişkilerini yazdı.
Soru: Bugün Türkiye`de yaklaşık 20 bin Yahudinin yaşıyor olması Yahudi azınlığa karşı gösterilmiş olan hoşgörülü yaklaşıma bağlanıyor. Birçok anlatımda bu başarı hikayesinin ilk adımının, Sefarad Yahudilerinin daha sonra yerini Türkiye`ye bırakacak olan Osmanlı İmparatorluğu`na kabul edilmeleri ile atıldığı belirtiliyor...
Corry Guttstadt: Bugün İran`da da 20 bini aşkın Yahudi yaşıyor. Böyle bir rakam tek başına, güvenli ve antisemitzmin olmadığı bir durumun göstergesi olarak görülemez. Türkiye ile ilgili bugün orada sadece 20 bin Yahudinin yaşadığının ve bu rakamın Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında yaklaşık 120 ila 150 bin arasında olduğunun altını çizmek gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve sonrasında, özellikle de İsrail`in 1948 yılında kurulmasını takiben, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu Türkiye’yi terketti. Bu durum önceki yüzyıllarda farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca İspanya’daki Reconquista(*)`dan ve Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınan Yahudiler için bir göç merkezi olmuştu. Ne var ki, İmparatorluğu bir 'çokkültürlülük cenneti' olarak tanımlamak hem absürd hem de tarihsel değildir. Gayrimüslim oldukları için Yahudiler üzerinde birçok kısıtlama söz konusuydu. Onlar da Hristiyanların ödedikleri vergileri ödemek ve Müslümanlara karşı itaatkâr davranmak zorundaydı. Diğer yandan 600 yıllık Osmanlı tarihi boyunca, Yahudilerin durumunda sayısız dalgalanmalar olduğunu da belirtmek gerekiyor. İber Yarımadası`nda Yahudilerin zulüm görmeye başlamaları, Osmanlı İmparatorluğu`nun genişleme dönemine denk geliyor. Bu dönemde İmparatorluğu yönetenler şehir nüfusunu artırmak arzusundaydılar ve bu nedenle de beraberlerinde birçok mesleki bilgi getirecek olan Sefaradları kabul etmeye sıcak bakıyorlardı. Ancak buna rağmen Osmanlıların fethinden önce, Anadolu ve Balkanlar’da yerleşmiş olan Yahudiler, nüfus politikaları nedeniyle zorunlu iskana ve ciddi kısıtlamalara tabi tutuldular.
Soru: Türk devletinin kurulması döneminde Yahudilerin durumu nasıldı?
Guttstadt: Ardı ardına gelen savaşlar sonucunda topraklarının büyük bir kısmını, Hristiyan-Avrupalı büyük güçler karşısında kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu`nun, oldukça uzun süren çöküş sürecine son nokta, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti`nin kurulması ile kondu. Bu dönemde Yahudilerin durumu çelişkiliydi, zira Hristiyan Balkan halklarının aksine Yahudiler ayrılıkçı bir amaç gütmüyorlardı. Hatta Osmanlı yönetimi tarafından Avrupalıların Ermeni katliamı protestolarına karşı 'örnek azınlık' olarak kullanılmışlardı. Bununla birlikte Yahudiler sıklıkla, Hristiyan azınlıkların Yahudi aleyhtarı saldırılarına maruz kaldılar ve bu yüzden de devletin korumasına muhtaçtılar. Bu nedenle Yahudiler kendilerini ilk başlarda Kemalist hareketin müttefiği olarak görerek yeni cumhuriyet ile ilgili büyük ölçüde olumlu beklentiler içerisine girdiler. Ne var ki, bu beklentiler kısa bir süre içinde yerini hayal kırıklığına bırakacaktı. Yahudiler, tüm uyum çabalarına ve sadakatlerini bildirmelerine rağmen genç cumhuriyetin katı milliyetçiliğini karşılarında buluverdiler. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde siyaseti şekillendiren en önemli unsur devletin,ekonominin ve toplumun 'Türkleştirilmesi' oldu.Kemalist yönetim, gayrimüslimlerin Lozan Anlaşması ile güvence altına alınmış olan haklarını emperyalist güçlerin müdahalesinin bir devamı olarak görüyordu. Gayrimüslim azınlıklara, bu haklarından 'kendi istekleri ile' feragat etmeleri için baskı uygulanmaya başlandı. Yahudiler de kademeli olarak birçok meslek ve ticari alandan dışlanmaya başlandı. Tüm bunlar çok sayıda Yahudinin, başta Fransa olmak üzere, ABD, İtalya ya da Almanya’ya göç etmesine neden oldu.
Soru: İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar 'tarafsızlığını' korumayı başarmış olan Türk devleti, savaşın başından itibaren kendi topraklarındaki Yahudilere karşı nasıl davrandı?
Guttstadt: Burada antisemitizm ile, diğer gruplarla birlikte Yahudileri de hedef alan azınlık karşıtı milliyetçilik arasında bir ayrım yapmamız gerektiğini düşünüyorum. 1930’lu yıllarda 'Sion Bilgelerinin Protokolleri' gibi antisemitist metinler Türkiye`ye getirildi ve tercüme edildi. Türkiye`deki İslamcı antisemitizmin babası olarak nitelendirilebilecek olan Cevat Rıfat Atilhan, Almanya’ya yaptığı bir ziyaretten sonra İstanbul’da Millî İnkîlâp gazetesini yayınlamaya başladı ve bu gazetede Stürmer`den alınan kışkırtıcı karikatürler bire bir olarak kullanıldı. Bu yayın ve benzerleri, daha sonra yasaklanmışlarsa da, Türkiye`ye modern antisemitizmin gelişinin bir işaretidir. Bugüne değin 'Protokollerin' ve hatta 'Kavgam'ın defalarca yeni baskısı yapıldı. Yahudilerin yanı sıra Kürtleri, Ermenileri ve Rumları da hedef alan milliyetçi girişimlere örnek olarak, zorunlu iskân ile birlikte, keyfi olarak belirlenen, çoğunlukla da astronomik olan, vergileri ödeyemeyecek durumda olanların mülküne el konulmasını, hatta Doğu Anadolu`daki kamplara zorla çalıştırılmak üzere gönderilmesini öngören 'Varlık Vergisi' gösterilebilir. Bunlar hiçbir şekilde Nazilerin gerçekleştirdikleri Yahudi zulmü ile kıyaslanamazsa da Yahudilerin Cumhuriyete karşı olan güvenlerini öylesine temelden sarsmıştır ki 1947-48`de, kalan Yahudilerin büyük çoğunluğu da Türkiye`yi terk etmiştir.,
Soru: Avrupa`da dağınık şekilde yaşayan Türk kökenli Yahudi vatandaşların durumu nasıldı?
Guttstadt: Savaş başladığında Avrupa`da, çoğunluğu Fransa`da olmak üzere yaklaşık 25- 30 bin Türk kökenli Yahudi yaşıyordu. Bunların sadece 10 bin kadarı hâlâ Türkiye vatandaşıydı ki bu durum onlar için Holokost sırasında hayati önem taşıyacaktı. Birçok insan 'Osmanlı vatandaşı' olarak Avrupa’ya gelmiş, ancak zaman içerisinde doğum yerleri başka ülkelerin sınırları içerisinde kalmıştı. Diğer yandan Fransa’da da nispeten kolay bir şekilde Fransız vatandaşlığına geçme imkanı söz konusuydu. Kemalist Cumhuriyet, 1930’lı yılların başlarından itibaren yurtdışında yaşamakta olan vatandaşlarının tabiiyetlerini kontrol etmeye ve özellikle de gayrimüslimleri vatandaşlıktan çıkarmaya başlamıştı. Bu vatandaşlıktan çıkarma politikası, ilk başlarda devlet siyasetindeki yeniden yapılanmanın normal bir sonucu olarak görülse de, daha sonra Holokost sırasında ağırlıklı olarak Yahudileri hedef alan bir yapıya büründü. Ekim 1942’de Almanya, Türk hükümetine bir ültimatom vererek Alman işgali altındaki ülkelerde yaşayan Yahudi vatandaşlarını geri almasını talep etti. Ancak Ankara’daki hükümet, Türk Yahudilerinin toplu olarak dönüşünden endişe ediyordu ve bunu engellemek için toplu vatandaşlıktan çıkarma uygulamalasına başvurdu. Bunun en vahim sonucu da, Türk kanunlarına göre vatandaşlıktan çıkarılmış ya da kendi istekleriyle tabiiyetlerini değiştirmiş olan şahısların bir daha Türk topraklarına turist ya da mülteci olarak bile adım atmalarına izin verilmemesiydi. Bunların yanı sıra, Türkiye`de 1938 yılında gizli bir kararname ile, 'kendi ülkelerinde kısıtlamalara tabi tutulan yabancı ülke Yahudilerinin', 'bugünkü dinleri ne olursa olsun', Türkiye’ye girmeleri yasaklandı. Böylelikle Türkiye, Almanya ve müttefiklerindeki Yahudi aleyhtarı mevzuatın kriterlerini benimsemiş oldu.
Soru: O dönemde Türk hükümeti Alman etki alanı içerisinde kalan bölgelerde olanlardan ve o bölgelerde yaşayan Türk kökenli Yahudilerin başlarına gelenlerden ne ölçüde haberdardı?
Guttstadt: Almanlar tabii ki Türk yetkililere, Türkiye`ye geri dönmesine izinverilmeyen Yahudilerin tehcir edildiğini ve öldürüldüğünü söylemediler, bunun yerine 'genel anlamda Yahudilerle ilgili düzenlemelere tabi tutuldukları' şeklinde üstü örtülü ve muğlak açıklamalar yaptılar. Ancak Türkiye, birçok Yahudi yardım kuruluşunun İstanbul’da temsilciliklerinin bulunması nedeniyle, kitlesel imha ile ilgili olarak somut bilgilerin ulaştığı bir yerdi. Gazeteciler İstanbul çıkışlı olarak, Yahudilerin sistemli bir şekilde katledilmesiyle ilgili haberler geçtiler. Toplama kamplarından ya da gettolardan kaçarak İstanbul’a ulaşmayı başaran Yahudiler, yardım kuruluşları tarafından sorgulandılar ve kendilerine yardım sağlandı. Onların anlattıkları İstanbul’dan tüm dünyaya aktarıldı. Bu arada hem gazeteciler hem de Yahudi aktivistler Türk gizli servisi tarafından kontrol altında tutuluyordu. Mart 1943`te, Türk hükümetinin yayın organlarından Ayın Tarihi gazetesinde, Almanların Yahudilere uyguladığı kitlesel imha ile ilgili bir haber yayınlandı. Avrupa`da yaşayan birçok Türk Yahudisi, yardım çağrısıyla Türk hükümetine başvurmaya başladı.
Soru: Şoah sırasında yaklaşık 3 bin Türk kökenli Yahudi, Alman toplama kamplarına gönderildi. Onların başlarına gelenlerden dolayı Türkiye ne ölçüde sorumlu görülebilir?
Guttstadt: Bu insanların haklarının ellerinden alınmasından, zulme uğramalarından ve katledilmelerinden sorumlu olanlar Almanlardır. Almanya`daki tarihi değiştirerek yeniden yazma girişimleri ve Almanları 'kurban' olarak gösteren söylem karşısında ben, Almanların suçunun herhangi bir şekilde göreceleştirilmesine karşıyım. Türkiye çok daha fazla sayıda Yahudiyi geri getirebilir ve sınırlarını mültecilere açabilirdi. Yardım kuruluşlarının oluşacak masrafları karşılama tekliflerine rağmen Türk hükümeti bunu genellikle reddetti. Ancak Türkiye kesinlikle bu konuda pasif kalan tek ülke de değildi. Türk arşivleri kapalı kaldığı müddetçe, o dönem Türkiye`de gerçekleşen tartışmalar ve Yahudilere karşı uygulanan resmi politikalara getirilen eleştiriler ile ilgili sadece tahminlerde bulunabiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki o dönemde Türkiye’de dikta yönetimi vardı. Tek partili bir sistem söz konusuydu ve basın da hizaya getirilmiş, ağır bir sansür altına girmişti. 1940’lı yılların uygulamaları nedeniyle Yahudi toplumu, tam anlamıyla gözü korkmuş ve fakirleşmiş bir haldeydi.
Soru: Türklerin resmi söylemlerinde Türkiye, Avrupa Yahudileri için kurtarıcı bir liman olarak görülüyor.
Guttstadt: Aslında Türkiye’nin Almanya ile olan yakın ilişkileri nedeniyle yurtdışında yaşamakta olan kendi Yahudilerini kurtarmak için geniş imkanları vardı. Bazı Türk diplomatlar, bireysel olarak bu imkanları yoğun ve etkili bir şekilde kullandılar. Örneğin Paris`teki Türk diplomatlar birçok kez, tutuklanmış olan Türk Yahudilerin serbest bırakılmasını sağladı. Milano ve Viyana`da da Türk diplomatları olarak tet tek Yahudi şahısları korudular. Her zaman bu girişimler insancıl amaçlarla yapılmadıysa ve bazı diplomatlar bundan fayda sağlamışsa da, durum bize aslında -Türk makamlarının- ne kadar geniş bir manevra alanına sahip olduğunu gösteriyor. Birçok kez, Yahudileri korumak için onların Türk vatandaşı olduklarını onaylamak yeterli oluyordu.
Soru: Yahudi Alman bilim adamlarının Türk üniversitelerine kabul edilmesi de insani bir girişim olarak nitelendirilir. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Guttstadt: 1933 sonbaharından itibaren, birçok Yahudi Alman bilim adamı ve sanatçı, Türkiye`de iş buldu; üniversite, hastane, tiyatro vb. kurumların yeniden yapılandırılmasında önemli rol oynadı. Her ne kadar bu kişilerin kabul edilmesi insani amaçlardan değil, ihtiyaçlardan kaynaklandıysa da, Türk hükümeti bu insanlara iş verdi, birçok durumda ailelerini de getirmelerini sağladı ve onları Nazi rejiminden korudu. Bununla birlikte Türkiye hiçbir zaman zulme uğrayan Yahudiler için önemli bir sürgün ülkesi olarak görülmemiştir. Ayrıca, Türkiye`nin ülkeye girmelerine izin verdiği az sayıdaki mülteci de (Yahudi), ilgili istatistiklerin hiçbirinde yer almamaktadır.
Bir tehditin gölgesindeki ortaklık: Türkiye-İsrail İlişkileri
28 Mart 1949`da Türkiye Büyük Millet Meclisi, İsrail`in egemenliğini tanıdı. Türkiye, kuruluşundan bir yıl sonra İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkeydi. İstanbul`daki ve Türkiye`nin diğer şehirlerindeki Yahudi cemaatleri, Yahudi devletinin kurulmasından hemen bir yıl sonra gerçekleşen bu olayı kutluyordu: İstanbul`daki Neve Şalom sinagogunda Yahudi ailelerin katılımıyla özel bir dini ayin yapılıyor, kutlamalar gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyordu.
Çünkü savaş yıllarının ayrımcı azınlık yasalarına rağmen, kamuoyundaki ve siyasal alandaki direnişlere rağmen, Türkiye`deki İnönü hükümeti 1949 yılında genç İsrail ile yakın ilişkiler kuruyordu. Bu nasıl olmuştu?
İkinci Dünya Savaşı: Türkiye, Fransa ve İngiltere ile bir savunma anlaşması imzalamış olmasına rağmen tarafsız kalıyor ve savaşa aktif olarak katılmıyor. Birçok asker ve politikacı Nazi Almanyasının savaşın ilk yıllarındaki askeri başarılarından etkileniyorlar, bir grup asker ve politikacı da eksen devletleriyle yan yana gelmek istemiyorlar. Aynı zamanda Türkiye Filistin`e doğal bir köprü oluşturduğu için, 'Alija Bet'in, Avrupalı Yahudilerin 'vaat edilmiş topraklara' illegal göçünün transit ülkesi haline geliyor.
İkinci Dünya Savaşı`nda çelişkili politika
Türkiye, göçün desteklenmesi ve engellenmesi arasında bocalıyor. Türk Üniversitelerinin kapıları seçkin Yahudi bilim adamlarına ardına kadar açılıyor; diğer yandan sıradan göçmenler çalışma izni alamıyorlar. Avrupa`daki Türk diplomatları Yahudi aileleri Nazilerden kurtarıyorlar; öte yandan İstanbul`daki yetkililer, tıka basa Yahudi göçmenlerle dolu Struma gemisine her türlü yardımı yapmayı reddediyorlar.
Gerçi İsrail ve Türkiye`deki tarih yazıcıları Osmanlı-Türk toleransının devam romanını kaleme aldılar: Önce Seferad Yahudileri 1492 yılında Osmanlı İmparatorluğuna gelmişlerdi, sonra Yahudi göçmenler ve vatandaşlar Nazilerin pençelerinden korunmuştu.
Oysa Türkiye`nin politikası son derece çelişkiliydi. İnönü hükümeti tarafsız tutumuyla adeta bir diplomasi cambazlığı yapıyordu. Ancak Nazi Almanyası`nın yenileceği açıkça görülmeye başlandığında, İnönü hükümeti müttefiklerin yanında yer aldı.
Dolayısıyla, Türkiye`nin İsrail`i tanıması, siyasal geçmişten kaynaklanmıyordu. Bu tavırda, Türkiye`nin gelecekte Ortadoğu`da ve yeni başlayan soğuk savaşta oynamak istediği, daha doğrusu oynaması gereken rol belirleyici olmuştu. Türkiye`nin Batı ittifakına dâhil olmasındaki en önemli siyasal neden ise Sovyetler Birliği`nden duyduğu korkuydu. Çünkü Türkiye Stalin`in 'istekler listesi'nin en tepesinde yer alıyordu ve Stalin`in güç iddiasını, İkinci Dünya hemen sonrasında hissetmişti.
Sovyet tehditinden duyulan korku
Haziran 1945: Sovyetler, Rusya`nın Akdeniz`e açılmasının tek olanağı olan, iktisadi ve askeri açıdan adeta bir iğne deliği oluşturan İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde denetim sahibi olmayı talep ediyor. Ancak boğazlar aynı zamanda Türkiye`nin de can damarını oluşturuyor ve ülkenin en büyük metropolünün, İstanbul`un içinden geçiyor. İnönü hükümeti, Türkiye`nin kalbine Sovyet savaş gemilerinin gireceği düşüncesiyle soğuk terler döküyor ve Batılı güçlerle yakınlaşma yolları arıyor.
Batılı güçler ise gerçi savaş sırasında Türkiye`nin desteğini almadıkları için gücenik davranıyorlar ama Türkiye`nin Sovyetlerle çatışmasına stratejik bir önem veriyorlar. Truman doktrini ve Marshall planı Türkiye`yi komünizme karşı bir sipere dönüştürüyor. Türkiye`nin 1949`dan önce bağımsız bir Yahudi devletine karşı çıkması da, İnönü`nün antikomünist tutumuyla açıklanabilir.
Sovyetlerin Siyonistler üzerindeki etkisinden korkulmuş ve 1947 yılında Birleşmiş Milletler`in bağımsız bir Yahudi devleti öngören Filistin`i bölme planı reddedilmişti. Ancak Stalin`in Yahudilere zulmetmeye başlaması ve Arap devletlerinin Sovyetlerin desteğini istemeleriyle birlikte, Türkiye İsrail`i tanıma fikrine sıcak bakmaya başladı.
Dürüst bir arabulucu olarak Ankara
Mart 1949: İsrail devleti henüz bir yıl önce kurulmuş ve şimdi Filistin savaşında yenilen Arap devletleriyle barış müzakereleri yapıyor. Birleşmiş Milletler de bölgede barışın sağlanması için gayret gösteriyor. BM`nin uzlaştırma komitesi (UNCCP), Arapları ve İsraillileri uzlaştırmaya, mülteciler sorununu çözmeye ve Kudüs`ün statüsüne netlik kazandırmaya çalışıyor. Fransa, ABD ve Türkiye`den gelen delegasyonlar müzakerelerde bulunuyorlar.
Gerçi görev başarısızlıkla sonuçlanıyor, ancak Türkiye bu sürece katılarak, İsrail`le kuracağı siyasal ve ekonomik açıdan verimli ilişkinin temelini atmış oluyor. Ankara Arap-Yahudi çatışmasında güvenilir bir simsar olarak ortaya çıkıyor. Müslüman ve tarafsız bir ülke olan Türkiye, çatışmanın iki tarafında da müzakere partneri olarak kabul ediliyor. Ne de olsa Türkiye`nin Fransa ve ABD`nin aracı rolüne büyük kuşkuyla yaklaşan Arap devletleriyle iyi ilişkileri var.
Birleşmiş Milletler, aralarında başbakan David Ben-Gurion ve dışişleri bakanı Moşe Şaret`in de bulunduğu önde gelen İsrailli politikacıların Türkiye`de öğrenim görmüş ve çalışmış olmaları gerçeğini de hesaba katarak, bu kozu oynuyor. Hüseyin Cahit Yalçın liderliğindeki Türk delegasyonu, Amerikalı ve Fransızlarla birlikte işe koyuluyor.
Arap sosyalizmine karşı birlik
70 yaşını aşmış, ünlü bir yayıncı olan Yalçın, Araplar ve İsraillerce kabul görüyor. İsrailliler ve Araplar ortak görüşmelere hazır olmadıkları için komisyon, Kudüs ve Rodos`ta paralel müzakerelerde bulunuyor. Ne var ki, başlangıçta çatışmayı müzakerelerle çözme yolunda beslenen umutlar, Arap ve İsrail taraflarındaki direnişler yüzünden çok geçmeden suya düşüyor.
Lozan`da yapılan bir konferansta çatışmanın tarafları nihayet, mülteciler sorununda uzlaşmaya varılması ve Kudüs`ün statüsü hakkındaki muğlâk ifadeler üzerinde anlaşıyorlar. Gerçi uzlaştırma komisyonu 60`lı yıllara kadar çalışmaya devam ediyor ancak gösterdiği çabalar sürekli diplomatik başarısızlıklarla sonuçlanıyor.
Türkiye açısından ise bu komisyona katılmak, savaşın bitmesinden sonra 'uluslararası sahnede yapılan ilk dans' anlamına geliyor. BM müzakerelerine paralel olarak, Türkiye ve İsrail 1949 yılında daha da yakınlaşıyorlar. 19 Mart`ta Türk ve İsrail bakanları Ankara`da ilk kez buluşuyorlar. İsrail Dışişleri Bakanı Şaret ve Türk Ticaret Bakanı Barlas, iki ülkenin sıkı ekonomik ve kültürel ilişkiler içine girmesini konuşuyorlar. Bunun nedeni ise, Türklere ve İsrail`e karşı bir ittifak oluşturacak olan Arap sosyalizminin yükselişi.
Batı yolunda
Türkiye`nin Batı bloğuna daha sıkı bağlanma isteği de buna ekleniyor. Türk-İsrail yakınlaşmasının gerçekleştiği sıralarda, Türk Dışişleri Bakanı Sadak da, Dünya Bankası`yla ülke ekonomisi için kredi görüşmeleri yapmak üzere Washington`da bulunuyor.
Batı, Ortadoğu ve aynı tarihlerde Washington`da görüşmeleri yapılan ve Türkiye`nin de birkaç yıl sonra dâhil olacağı Kuzey Atlantik Paktı konularında, Türkiye`nin kendi politikasına katıldığına dair net bir işaret bekliyor. Türkiye soğuk savaşta güvenilir bir partner olduğunun kanıtını sunuyor: 24 Mart`ta Türkiye Büyük Millet Meclisi İsrail`in tanınmasını oyluyor; İsrail 28 Mart`ta tanınıyor. Türk gazeteleri 'İsrail Devletini tanıdık' başlıkları atıyorlar, Yahudi cemaatleri kutlamalar yapıyor. Geniş kapsamlı askeri ve ekonomik işbirliğinin temeli atılıyor, Türkiye Batı yolunda bir adım daha atmış oluyor.
* Sonja Galler, qantara muhairi, Jan Felix Engelhardt ise Leiden Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Enstitüsü Research Masters programı çerçevesinde, Türkiye -İsrail ilişkileri üzerine çalışıyor.
* Endülüs devletinin yıkılması ve İber Yarımadası`nın tekrar Hırıstiyanların eline geçmesiyle tamamlanan süreç; 'Yeniden Fetih'. (E.n)