• BIST 100

    10266,53%-0,01
  • DOLAR

    32,26% 0,07
  • EURO

    34,74% -0,08
  • GRAM ALTIN

    2401,73% -0,30
  • Ç. ALTIN

    3880,31% -0,35

Türkiye`de Karşı Seçkin Tabakanın Yükselişi

Türkiye`de Karşı Seçkin Tabakanın Yükselişi

Yeni İslami elit, Türkiye’yi, ekonomik bakımdan yükselen bir ülkeye dönüştürdü. Bölgedeki konumları eskiye göre daha güçlendi ve Türk ve Arap Müslümanların yeniden birbirlerine yakınlaşmasını sağladı. Erdoğan, bugün bölgenin e

Wolfgang Günter Lerch

1967 yılının Haziran ayında yaşanan “Altı Gün Savaşı”ndan sonra Lübnanlı aydın Salih el Münacid, panik ve çaresizliğin hissedildiği bir eser yazmıştı. Küçük devlet İsrail, Arapları birkaç gün içinde yıkıcı bir şekilde vurmuştu. Münacid, Arapları putperestlikle suçladığı kitabında, Arap milliyetçiliğinin rakipleri tarafından cezalandırıldığını yazmış ve yalnızca dindarlığa ve güçlü inanca dayalı bir otantik İslam’a yani kendi kültürünün eski erdemli ve ruhi özüne dönüşün, Arap dünyasını yeniden güçlü kılacağını belirtmişti.

Bugün modern İslamcılık hareketi olarak adlandıran hareketin, tam da Münacid’in kitabının yayımlandığı dönemde zemin kazanmaya başladığı görülüyor. En başta Araplar, gitgide seküler “ulusal” fikirlere veda ederek -kurumsal olarak da- dindarlaşmaya başlamışlardı. Suudi Arabistan, ülke içinde ve dışında İslam ile ilgili her şeyi desteklemiş, İslam dünyasının her yerinde camiler, medreseler, okullar inşa edilmiş, öncelikle de hâlâ etkisini sürdürmekte olan, devletin yüce çıkarı olarak tescillenen Vahhabilik teşvik edilmişti.

İslam devrimi, buna rağmen yüzyıllardır Sünnilerin rakibi olan ve giderek onların daha fazla baskısına maruz kalan Şiilerin safında gerçekleşti. 60’lı yıllarda ideolojik bakımdan birbirinden uzak, hatta kısmen birbirlerine düşman olan milliyetçi, Marksist ve dinî Şii akımlar arasında oluşan gevşek ittifak, Şah’a ve Şah’ın ABD ile siyasi ve ekonomik bağlantılarına karşı isyan başlatmıştı.

İslam’da giderek artan radikalleşme ile cihat akımının oluşmasında, özellikle ABD’nin Müslümanlar karşısındaki yanlış politikası, Afganistan’ın Ruslar tarafından 10 yıl boyunca işgal altında tutulması, uzun yıllardır çözüm bulunamayan Filistin meselesi ve İsrail’in çoğu kez kibirli tutumunun etkili olduğu söyleniyor. 11 Eylül 2011 saldırısıyla Batı dünyasının merkezi olan ABD’ye şimdiye dek görülmedik saldırılarla doruk noktasına tırmanan terör, bugün Doğu ile Batı arasındaki ilişkileri hâlen belirlemeye ve zorlamaya devam etmektedir.

Ancak İslam’ın bazı kesimlerinin radikalleşmesinde her ne kadar tarihî ve siyasi motifler etkili olmuş olsa da bu, tek yanlı bir bakış açısıdır. 70’li-80’li yıllarda -örneğin o dönemde çok uzak olan Türkiye’de- camilerin nasıl yeniden dolduğunu, İslami literatürün nasıl yeniden popülerleştiğini yerinde gözlemleyebilenler, bunun, güncel siyasi durumun ötesinde, daha ziyade kültürel bir gelişme olduğunu hissetmiştir. Samuel Huntingon da 90’lı yıllarda çoğu kez yanlış anlaşılan “medeniyetler çatışması” kavramıyla bunu kastetmişti. Batı’daki modernizm karşısında “geri kalmışlıklarını” acı bir şekilde fark eden Müslümanlar, bunun nedenlerini sorguluyor, Batı tarafından aşağılandıkları, kendi dil ve kültürlerine ihanet ettikleri, modern putperestleri izledikleri ve Batı’yı çok fazla taklit ettikleri suçlamalarında bulunuyorlardı.

Bazı İslami teorisyenler, Müslümanların “Batı’nın maymunları” olma tehdidiyle karşı karşıya bulunduklarından söz ediyorlardı. Humeyni’nin İslam devrimi de bu tür düşünce ve duygulara dayanıyordu. Hatta bazı sol eğilimli İranlı aydınlar, “zehirlenmenin” Batı tarafından hazırlandığı görüşündeydi. Bu şekilde Müslüman Kardeşler, Vahabiler ve Deobandi hareketi ile başka grupların fikirlerini kapsayan teorik düşünceler, 20’inci yüzyılın son çeyreğinde gitgide etkili olmaya başladı.

Bu bağlamda iki hedef söz konusuydu. Birincisi, Batı’nın ideolojilerine direnmek; ikincisi ise kendi yolundan sapan toplumları yeniden doğru yola döndürmek. Bunun için vaaz yeterli gelmiyorsa şiddet uygulanacaktı. Milenyumdan bu yana terör saldırılarında gayrimüslimlerden çok Müslümanlar öldürüldü. Medeniyetler çatışması öncelikle Şark’ta gerçekleşti ve hâlâ da sürüyor. Dünyevi modernleşme çabalarına karşı “çözüm İslam” parolası daha çok kullanıldı. Pratikte bu, “tamamen şeriata dönüş” anlamına geliyordu.

İslam’da gevşek, hatta hoşgörülü “özgürlükçülük” ile yasaların dikkate alınarak “katı” bir şekilde uygulandığı iniş çıkış dönemlerinin uzun bir geçmişi var.

Daha 18. yüzyılın ortasında, o dönemde başta Mekke ve Medine olmak üzere İslam dünyasının büyük bir kesimine hâkim olan Osmanlı Türklerini İslam’ı deforme etmekle suçlayarak “temizlenmesi” gerektiği yönünde propaganda yapan Muhammed bin Abdülvahhab’a Arap Yarımadası tarihini önemli ölçüde belirleyen Suudi ailesi sahip çıkmıştı. Bugün Sünniliğin önde gelen temsilcisi Suudi Arabistan, Şii İran karşısında cephe oluşturmaktadır.

İslam içi kültür savaşı, İslam ülkelerinden göçle birlikte Avrupa’ya taşınmış bir olgu olup Almanya’da bu olgunun oluşmasında Türkler etkili olmuştur. Ön yargısız bir şekilde Batılılaşma ve dünyalılaşma yahut geleneksel İslami inançlardan yana tavır alanların da bayraktarlığını öncelikle Türkler yapmıştır. Bassam Tibi tarafından kaleme alınan “Euro-İslam” henüz vuku bulmamıştır.

Birçokları için sürpriz olmakla birlikte genel anlamda hiç de beklenmedik olmayan bir gelişme Türkiye’de yaşanmıştır. Orada Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmasından bu yana ilk kez, 2002’de yapılan seçimlerden beri İslamcılar iktidarda. O dönemde seçimden zaferle çıkan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) farklı kanatlara sahip olmakla birlikte, temelinde İslami-muhafazakâr bakış açısı yatıyor. İki kurucusu da 70’li yıllarda ülkenin siyasi yaşamında faal olmaya başlayan, daha sonrasında gitgide güçlenen ve hatta 1996 yılında bir yıl kadar Başbakan olan Necmettin Erbakan’ın İslami hareketinden geliyor.

Dışarıdan, Türkiye’de bugüne kadar nelerin değiştiğini tespit etmek hâlâ zor. Devletin kurucusu Atatürk, din konusunu ebediyen siyasetin dışında tutmak istemişti. Kendisinin yüzde 100 Avrupa’ya yönelik siyasi reformları, bu arada birer atasözüne dönüştü. Atatürk’ün 1938 yılında vefatından sonra, ezanın yeniden Arapça okunması uygulamasına dönüldüğünde, yapılan değişikliğin dışında pek hissedilmeyen ancak daha sonra gitgide güçlenen bir gelişme yaşandığından kuşku yok. 1950 yılındaki ilk çok partili seçimlerde Adnan Menderes, Anadolu halkını, İslami değerleri vurgulamak suretiyle kazanmıştı.

2002’de AKP’nin kurulması ve Erdoğan’ın bu arada iki kez daha yüksek oranlarla yinelenen seçim zaferiyle bir dönüm noktasının başladığı görülüyor. İslami kesimlerin güçlenmesi, 600 yıl devam eden Osmanlı geçmişinin yavaş yavaş rehabilite edilmesi eşliğinde gerçekleşti. Atatürk dönemindeki devrimcilerin, kültürel ve sosyal alanda yeni milliyetçi Türkiye ile İslami Osmanlı arasında tam bir kültür kırılması yaşanmasına neden olacak kadar abartılı davranışları, 70’li yıllarda kendini göstermeye başlamıştı. Atatürk yalnızca eski düzeni tamamen değiştirmekle kalmadığı, bunun yanı sıra dil ve alfabe devrimi de yaptığı için, Avrupa’da kimse bu kırılmanın ne denli derin olduğunu kavrayamamıştı.

Ancak şair Mehmet Akif Ersoy gibi, Osmanlı kültürü ve tarihiyle ilişkilerin tamamen koparılmaması yönünde uyaran ve dönüşümün daha yavaş olması gerektiği yönünde telkinde bulunanlar da vardı. 70’li yıllardan bu yana geçmiş yeniden belirmeye başladı. Osmanlı bugün hiç olmadığı kadar -nostalji karışımı- rağbet görüyor. Hatta geriye dönüp bakıldığında, imparatorlukta bazı şeylerin milliyetçi Kemalist olan Cumhuriyet’tekinden daha iyi işlediği görülüyor.

Gazetemizin uzun yıllardır Orta Doğu muhabiri olan Rainer Hermann’ın tabiriyle bugün iktidarda, 90’lı yılların başında tasavvur bile edilemeyen “karşı seçkin tabaka”yı oluşturan AKP var. Türk sosyolog Nilüfer Göle, 80’li yıllarda karşıt grupları “beyaz Türkler” ve “siyah Türkler” olarak tanımlamıştı. İlki, genelde Balkanlar’dan gelen (Jön Türkler, Kemalistler, laikler ve solcular) ve 150 yıl boyunca hâkim olan çevre, ikincisi ise dindar Anadolulu köylülerle büyük şehirlerdeki yoksul tabakadan oluşuyordu.

İlerleme hırsı ve daha iyi eğitim fırsatları, seçkinler tarafından genelde küçümsenen dindarların başörtülü eşleriyle birlikte yüksek öğrenim görmelerini ve bilgilenmelerini sağladı. Bunun en iyi örnekleri Erdoğan ve Gül’dür. Öte yandan Said-i Nursi gibi din adamlarının etkisi altında Anadolu’da dindarlığın arttığının da belirtilmesi gerek. Çelişkili bir biçimde bugün İslami bir “Kalvinizm”den söz ediliyor. Yeni İslami elit (karşı seçkin tabaka), Türkiye’yi, ekonomik bakımdan yükselen bir ülkeye dönüştürdü. Bölgedeki konumları eskiye göre daha güçlendi ve Türk ve Arap Müslümanların yeniden birbirlerine yakınlaşmasını sağladı. Erdoğan, bugün bölgenin en güçlü şahsiyetlerinden biri olup otokratlara bilinçli olarak mesafeli duruyor.

İktidardan uzaklaştırılmanın verdiği rahatsızlıktan mıdır nedir eski Kemalist elit, hâlâ Erdoğan ile AKP’nin “gizli bir ajandası” olduğuna inanıyor. İslami elit, şimdiye dek Cumhuriyet’in laik prensiplerini temelden sarsacak bir ihlalde bulunmasa da iktidara yükselmeleriyle Türkiye’de daha öncesinde gözlenmeyen bir zihniyet değişimi hissedildiği için gerçekten de dikkati elden bırakmamak gerekiyor. Aşıldığına inanılan, -örneğin aile hayatında- geleneksel düşünce ve davranışlar, yeniden dönüyor. Erdoğan ve Gül’ün İslam’ı da Euro-İslam değil ancak bir Atatürk çıkaramayan ama -örneğin Araplar gibi- kendilerini reforme etmek isteyenleri etkileyen bir model.

Arap devrimiyle birlikte İslam’ın içinde de bir dönüşüm süreci başlamış görünüyor. Tahtların düştüğü Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerde demokratik sürece dâhil edilen İslamcılar ılımlı hâle geldi. Arapların özgürlük, onur ve sosyal hak talebiyle ebedî devlet başkanları ve istihbarata karşı başlattıkları toplu protestolar Batı’yı hazırlıksız yakaladı.

Daha Arap devrimi öncesinde Mısır’daki serbest seçimlerde Müslüman Kardeşlerin oyların yarısını alacağı belli olmuştu. Bu durum, Tunus’ta da teyit edildi. İslam’ın yalnızca bir din olmadığı aynı zamanda bir hayat düzeni ve kültür olduğu Batı’da bugüne kadar hâlâ içselleştirilemedi. Arap devriminin hissedilmediği hiçbir ülke kalmayacaktır. Hâlihazırda demokratik güçler arka plana itilmiş olsa da bu, böyle kalmak zorunda değil. Bir sonraki seçimlerde gerçekten demokrasi isteyenler şu anki hükûmetlerin kaybetmesini sağlayacaktır. Bu bakımdan laikler ile karşıtları arasındaki mücadele devam edecek, hatta belirli ölçüde güçlenecektir. Ancak şimdilik İslam’a karşı hiçbir şey etkili olamayacak görüntüsü var.

Türkiye, Tunus, Libya ya da Mısır gibi ülkelerdeki demokratik yolla iktidara gelmeyi başarmış İslamcı politikacıların, eski devlet yöneticilerinden çok daha güçlü bir şekilde kendi yollarında başarılı olacaklarına işaret eden pek çok emare var.

İslam dünyası, son dönemde şiddetli tezatların ve siyasi-dinî savaşların yaşandığı bir bölge olduğunu gösterdi. Suriye’deki kanlı olayların da gösterdiği gibi Sünniler ile Şiiler arasındaki kavga bertaraf edilmiş değil. Bu ihtilafı aşmak isteyen aydınlatıcı güçlerin işi, -Türkiye’de de- hâlâ çok zor. İslami Şark’ı uzun süre gezen ve gözlemleyenler yaşanan değişiklikleri olduğu kadar bugüne kadar değişmeden aynı kalanları da çok net bir şekilde fark edecektir. (Almanya`da yayınlanan Frankfurter Allgemeine Zeitung)

 



19.2° / 10.4°

Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor