• BIST 100

    9915,62%2,05
  • DOLAR

    32,42% -0,15
  • EURO

    34,65% -0,66
  • GRAM ALTIN

    2439,28% 0,14
  • Ç. ALTIN

    3999,24% 0,19

Türklerin Liyakatle Öne Çıkması

Türklerin Liyakatle Öne Çıkması

Son darbenin başarısız olması Türkiye´nin elini bu iki zincirden büyük oranda kurtarmıştır. Darbe olayının bütün İslam âleminde yarattığı vicdani sarsıntı bu başarısızlığın gelip geçici bir hadise olmadığının aksine büyü

Muhammed Bin el Muhtar el Şankiti

Altı asırdan uzun bir zaman önce Sosyolog ve Filozof İbn-i Haldun, Türklerin asırların yıprattığı Abbasi Devleti´nin iplerini elinde tutanların yiğitliğin ve gücün anlamından vazgeçerek lükse ve tembelliğe alışmasıyla hareketsiz bıraktığı İslam medeniyetini tazelediklerini gözlemledi. Sonunda bu medeniyetin kemiklerini Batınilik kemirdi.

Memluklar döneminde yaşayan İbn-i Haldun, Türk halklarının İslam dünyasının merkezine girmesini ve buradaki işler üzerinde askeri hegemonya kurmasını “Allah´ın lütfu” olarak gördü ve şunları yazdı: “Devlet zenginliğe daldı, bela ve acz elbisesini giydi; hilafet kürsüsünü yok eden Tatar keferenin eline düştü, ülkenin azameti bozuldu; imanı küfür ile değişti de halkı nimetlere daldı, zevk peşinde koştu, nusretten geri durdu, yiğitlik ve cesaret soyundan sıyrıldı. İşte o zaman Allah, imana yeniden can verdi ve Türkleri göndererek Mısır diyarındaki Müslümanların nizamını muhafaza etti, sınırlarını korudu…”

 İbn-i Haldun, Peygamber (sav) tarafından kendileri ve beşeriyet için daha iyi bir dünya inşa etmek adına bir araya getirilen öncesinde kabileler arası gayesiz savaşlarla toplu intihar hayatı süren Arapların atılgan ruhlarını ve o ilk hamiyetlerini kaybetmeleri sebebiyle duyduğu üzüntüyü dile getirir.

İbn-i Haldun´un analizine göre bu gerilemenin nedeni Arapların sahip oldukları iki güç kaynağını ihmal etmeleridir: Bu kaynaklar İslam´ın mesajı ve toplumsal bağdır. Irklar üstü bir Müslüman olan İbn-i Haldun, İslam´ın başlangıcında ilk Arap fatihleri harekete geçiren o ruhun coşkusunun sönmesinin ardından Türklerin İslam medeniyetine önderlik etmede Arapların yerine geçmelerinden mutluydu.

Haçlı seferleri ve Moğol işgalleri, Türklere, İslam dünyasına liyakatle önderlik etme meşruiyetini altın bir fırsat olarak sundu üstelik tam da Arapların Türklerin askeri dehasına ve kendilerini feda etmeye amade olmalarına fazlasıyla ihtiyaç duydukları bir zamanda. Böylece İslam dünyasında Türk önderliği, Bağdat´ta 1055´te ilk Selçuklu sultanına taç takılmasından son güçlü Osmanlı sultanının İstanbul´da 1909´da iktidardan indirilmesine kadar sekiz buçuk asra kadar uzandı. Bundan sonra İslam medeniyetinin ağırlık merkezi Türk kafilesinin Orta Asya´dan Fars diyarına oradan Irak ve Şam´a sonunda da Mısır ve Anadolu´ya hareketi ile Batı´ya taşındı.

Askerlik, Türklerin yönetime giden yoluydu. Müslümanların vicdanında yer etmeleri ve bağlılıklarını kazanmaları millet ve ümmet bayrağını taşımalarındandı. Türkler, İslam diyarını savunmada İslam tarihinde başka hiçbir halkın göstermediği kararlılığı gösterdiler. Bu güçlü halk, bu meziyetlerle arka sıralardan öne geçti.

Türkçeye çevrilen “Haçlı Savaşlarının Sünni-Şii İlişkileri Üzerindeki Etkisi” adlı kitabımda Arapların atılım döneminde İslam´ın kılıcı olduğunu savunma döneminde ise Türklerin İslam´ın kalkanı olduğunu yazdım. İslam âleminin kaderi hicri beşinci asrın ortasında Araplardan Türklere geçmiş gibiydi. Ayrıca Haçlı Savaşları sırasında İslami direnişin bütün büyük komutanlarının da (Selçuklular, Danişmendler, Zengiler, Harezmşahlar, Artuklar, Memluklar) Türk asıllı olduklarını yazdım.

Haçlı seferlerine karşı İslami direniş, temelinde bir Türk olgusuydu. Harika Kürt Sultanı Selahaddin Eyyubi´nin buradaki rolü ise bu kuralın teyidi gibiydi zira Selahaddin Türk askeri elitin karşıtı değil bir parçasıydı.

Baybars önderliğindeki Türk Memlukların Filistin´deki Ayn Calut Savaşı´nda Moğol fırtınasını kırdıklarını hatırlatmaya hacet yok. Bu zafer, İslam dünyasını daha önce karşılaşmadığı bir tehlikeden kurtarmıştır. Osmanlı´nın 400 yıl boyunca İslam dünyasının sınırlarını Körfez kıyılarından Akdeniz kıyılarına Sudan´ın ormanlarından Balkanların derinliklerine kadar savunup muhafaza etme uğraş ve çabalarını da hatırlatmaya lüzum yok.

Türklerin İslam âleminin kaderini ellerinde tutmalarına yardımcı olan bir diğer husus, Sünni Arapları kazanmış olmalarıdır ki bunlar İslam´ın manevi ve kültürel derinliğidir. Ayrıca Sünni Kürtleri de kazandılar ki bunlar savaşçı bir halktır ve Haçlılara direnişte rol almışlardır. Türk, Kürt, Arap Sünni seçkinleri rol ve konum paylaşımı temelinde ortak bir uzlaşı zeminine ulaşmıştır. Öte yandan Fars ve Türk edebiyatı araştırmacısı Huseyn Mucib el Masri, Türklerin Farsların aksine Araplarla ilişkilerinde ırksal veya kültürel büyüklenme göstermediklerini gözlemlemiştir.

İslam ümmetinin bugün tehlikeli bir stratejik açığı vardır. Bu açık, içerideki müzmin parçalanma şartları ve dış ihlaller tarafından beslenmektedir. Bu durum, Haçlı seferleri veya Moğol istilaları dönemiyle benzerlik taşımaktadır. Ümmeti bu çıkmazdan çıkaracak tek şey, kararlılık ve liyakatle yürüyecek olan İslami bir gücün belirmesidir.

Siyaset bilimcisi Samuel Huntington, bu durumu fark etti ve “Medeniyetler Çatışması” isimli meşhur kitabında bu durumu uzun uzadıya açıkladı. Bu, çokça yanlış anlaşılan bir kitap ve müellifi de yanlış anlaşıldı. Zira kitabın yazarı savaş veya medeniyetler çarpışması propagandacısı olmadı ki kendisi cesur bir şekilde Amerika´nın Irak´ı işgalinin karşısında durmuştur. Kendisi zeki bir gözlemciydi. Basireti sayesinde dinlerin ve kültürlerin günümüzdeki uluslararası ilişkilerdeki etkisinin soğuk savaş zamanında olduğundan farklı olduğunu fark etti. Huntington, kitabındaki ana düşünceyi şu sözlerle açıklıyor:

“Soğuk savaşın ardından dünya ya medeniyetler esası üzerine tanzim edilecek ya da asla tanzim edilmeyecektir. Bu dünyada medeniyetlerdeki merkez devletler, medeniyetler içerisindeki düzenin ve diğer merkez devletler arasında yürütülecek müzakereler yoluyla da medeniyetler arasındaki düzenin kaynakları olacaktır. Ortak kültür faktörleri, üye devletler ile dış müesseseler ve güçlerin her biri bakımından liderlik için ve merkez devletin düzenin uygulanması bağlamındaki rolü için meşruiyet kazandırır.”

Daha sonra şöyle devam ediyor: “Bir bölgede egemen bir devletin liderliği olmadan o bölgede barışın gerçekleşmesi veya korunması mümkün değildir. Birleşmiş Milletler, bölgesel gücün alternatifi değildir. Bölgesel güç, medeniyetin diğer üyeleriyle ilişki içerisinde merkez devletler tarafından uygulandığı takdirde sorumlu ve meşru bir hal alabilir. Merkez devlet düzen bağlamındaki rolünü üye devletler kendisine kültürel bir akraba olarak baktığı için yerine getirebilir. Medeniyet geniş bir aile gibidir. Merkez devletler de ailenin yaşlı üyeleri gibi akrabalarına hem destek olur hem de onları düzene sokar. Bu akrabalık olmadığı takdirde bölgedeki güçlü devletin oradaki çatışmaları çözüme kavuşturma veya düzeni sağlama yeteneği sınırlı olur.”

Huntington, İslam medeniyetinin bu asırda yaşadığı yalnızlık durumunu mülahaza ederek bu yalnızlığın söz konusu medeniyetin kaderine öncülük edecek ve dahili ihtilafları zapt edecek “merkez devlete” sahip olmamasından kaynaklandığını ifade ediyor: “Merkez bir İslam ülkesinin olmaması İslam toplumlarının ve gayri İslami toplumların her biri açısından önemli sorunlar teşkil etmektedir. Bu durum, İslam açısından zayıflık kaynağı ve diğer medeniyetler için tehdit kaynağıdır.”

Bu stratejik açık, Osmanlı Devleti´nin 20. yy başlarında Avrupalı sömürgecilerin elinde parçalanmaya başlamasıyla ortaya çıktı. “Osmanlı İmparatorluğu´nun sonu, İslam´ı merkez ülkesiz bıraktı. Bu yüzden 20. yüzyılın büyük kısmında hiçbir İslam ülkesi bu rolü üstlenmesine ve gerek İslami devletler tarafından gerek gayri İslami ülkeler tarafından İslam´ın lideri olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dinsel meşruluğa sahip olamadı.”

Huntington, 6 İslam ülkesini zikrederek bunların İslam medeniyetinde “merkez devlet” rolünü yerine getirebilme imkanını değerlendiriyor. Bu ülkeler arasında Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Endonezya, Pakistan ve İran var. Bu öncü ülkelerden beşinin önemli engellerden muzdarip oldukları değerlendirmesinde bulunuyor. Bunun nedenlerini bu beş ülke açısından şöyle açıklıyor: “Suudi Arabistan açısından göreceli düşük nüfusa sahip olması ve coğrafi olarak zayıf bir konumda yer alması; İran açısından İslam ümmeti ile arasındaki dini farklar ve Araplar ile kötü ilişkileri; Mısır açısından doğal kaynaklarının az olması; Pakistan açısından etnik bölünmüşlük ve siyasi istikrarsızlık; Endonezya açısından Arap merkezine uzak bir İslam sınırında yer alması.”

 Bu altı ülke arasından İslam dünyasına liderlik edebilecek tek ülke Türkiye kalıyor: “Türkiye, İslam´ın merkez devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Ancak Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti´nin bu rol bağlamında Osmanlı İmparatorluğu´na halef olmasını yasakladı. Bunun nedeni Türkiye´yi açık bir şekilde laik bir toplum olarak sınırlamasıdır. Soğuk savaş ve Sovyet tehlikesi, ittifakları bağlamında Türkiye´yi Batı´ya karışmak zorunda bıraktı ki bu da Türkiye´yi kimliği ve stratejik tercihleri bağlamında ´parçalanmış bir devlet´.' yaptı.

Türkiye´yi İslam dünyasında merkez bir devlete dönüşmekten ve öncü olmaktan alıkoyan engeller özden kaynaklanan değil arızi engellerdir ki bunlar Türk halkına dayatılan laik ideolojinin aşırılığı ve Batı´yı takip etme dayatmasıyla ilgilidir. Oysa konumu, tarihi ve kültürü, onu Batı´ya kuyruk olmaya değil İslam dünyasında baş olmaya çağırmaktadır. Huntington, Türkiye´ye dayatılan bu kısıtlamaların aşınmaya başladığına dikkati çekiyor: “Türkiye´de demokrasi, aslına ve dine dönmeyi sağladı. Böylece İslami diriliş Türkiye´nin siyasi kişiliğini değiştirdi.”

Huntington, kıymetli mülahazalarının sonunda Türkiye´nin kendini yeniden tanımladığında ve kendini keşfetmeyi tamamladığında kendisine dayatılan kısıtlamalardan nihai olarak kurtulabileceğinden bahsediyor: “Türkiye kendini yeniden tanımlarsa ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı üzücü ve aşağılayıcı rolden vazgeçip Batı´nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir.” Huntington´un kitabı yaklaşık yirmi yıl önce yayımlandı. Eğer bu kitabın müellifi bugün hayatta olsaydı analizlerinin doğruluğunu ve geleceğe yönelik öngörüsünün derinliğini görüp bahtiyar olurdu. Nitekim Türkiye kendini yeniden tanımladı ve köklerini keşfetti.

Burada arz etmiş olduğumuz tarihi ders ve Huntington´un bahsettiği jeopolitiğin mantığı, bugün İslam dünyasında herhangi bir devletin “merkez ülkeye” dönüşmesinin üç şarta bağlı olduğunu kanıtlamıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

- İslam kültürünün kalbi olan Arap dünyasına mekan olarak ve duygusal açıdan yakın olmak.

- Arzularını destekleyecek ekonomik, askeri ve beşeri güce sahip olmak.

- Bu liderlik için siyasi iradeye, kendini feda etme iradesine ve tehlikelere hazır olma iradesine sahip olmak.             

Birinci ve ikinci şartı haiz tek devlet Türkiye´dir. Üçüncü şart ise istemesine rağmen beş yıldır Suriye´nin kanayan yarasını durdurmakta aciz kalmasından da anlaşılacağı üzere henüz gerçekleşmemiştir. Belki de sebep derin devletin zincirleri, Türkiye´yi içten içe kemiren paralel yapı ve Batı´nın ihanetinden duyulan korkudur.

     Fakat son darbenin başarısız olması Türkiye´nin elini bu iki zincirden büyük oranda kurtarmıştır. Darbe olayının bütün İslam âleminde yarattığı vicdani sarsıntı bu başarısızlığın gelip geçici bir hadise olmadığının aksine büyük bir tarihi dönüşün başlangıcı olduğunun işaretidir ve bu dönüş, Türkleri İslam âleminin önderliğine yetkinlikle geri getirecektir.(Katar,El Cezire-27.08.2016)



14° / 11.8°

Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor