Sözü eğip bükmeye gerek yok.
Bugün Türkiye’de yaşanan siyasî iklime ‘darbe’ veya ‘tersine darbe’ diyenlerin tamamı, ya darbenin ne olduğunu bilmiyor veya bizzat kendilerinin darbe mahsulü olduğunu unutturmaya çalışıyor.
Kimi kastettiğim ortada…
CHP, bizzat Atatürk tarafından kurulmuş bir parti. 1923’ten 1950’ye kadar, yani çeyrek asrı geçkin bir süre ülkeyi tek başına yönetti. İddiası, cumhuriyetin kuruluş umdelerine uygun bir toplum inşa etmekti.
Bilinen hikâye ama tekrarlamakta fayda var:
1950’de, Adnan Menderes rüzgârının önünde tutunamadı ve bizzat kendi elitlerinin inşa ettiği devlete rağmen hezimete uğradı.
***
Rövanş için 10 yıl bekledi. Ordu içindeki genç subayların DP’ye karşı 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirdiği darbeye ‘örtülü destek’ verdi. Sonrası malum…
Aradan bir 10 yıl daha geçti. 12 Mart 1971’de verilen askerî muhtıra sonrası Demirel hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Dönemin CHP lideri Ecevit muhtıraya karşı çıktığını fısıldasa da, darbe sonrası kurulan hükümetlere açıktan ve güçlü destek verdi.
Bitmedi…
Bir 10 yıl daha geçti. Bu kez her kesimden ‘aşırı uçları hizaya sokmak’ için üretilen 12 Eylül 1980 darbesi geldi. Bütün partiler gibi CHP de kapatıldı ancak darbeci Kenan Evren’e sonraki yıllarda verdiği açık destek kayıtlarda.
Gelelim 28 Şubat 1997’ye…
Necmettin Erbakan hükümeti ve Refah Partisi’ne karşı girişilen bu darbede CHP, meclis dışında olsa da laiklik kalkanının arkasından darbecilere açık destek verdi. Jüristokratik darbeyi köpürten birtakım üniversitelere, yüksek yargı mensuplarına ve sözüm ona sivil toplum kuruluşlarına çanak tuttu.
***
Yine aradan bir 10 yıl geçti. CHP, 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü darbe girişimine yardım ve yataklık yapan en büyük siyasî hareket olarak not edildi. 17-25 Aralık olaylarını hatırlayın; arkasından gelen siyasi açıklamaları, köşe yazılarını, ziyaretleri…
Darbe girişimi filmini CHP’li Bakırköy Belediye Başkanı’nın evinde televizyon seyrederek, çekirdek çitleterek, çay yudumlayarak geçiren dönemin parti lideri Kılıçdaroğlu sadece kendisinin işitebileceği ses tonuyla, “Gazi Meclis’e bomba atanlar asla unutulmayacak” mealinde açıklamalar yapmış olsa da kamu düzenini sağlamak ve otoriteyi yeniden tesis etmek için girişilen mücadelenin hep karşısında durmayı tercih etti.
***
Gelelim bugüne…
CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, ‘yolsuzluk’tan tutuklandı. İşin tuzu biberi, İmamoğlu’nun diploması oldu. Ancak diplomaya gelmeden önce başkan seçildikten sonra, yaklaşık 5 yıl boyunca edindiği, hayatın olağan akışına uygun olmayan ekonomik büyümesi -belli ki- devletin radarına takıldı. Zaten tutuklanma gerekçesi de bu… Terörle iltisakı konusunda ‘kuvvetli şüpheler bulunsa’da hakim, yolsuzluktan tutukluluğunu gerekçe göstererek ikinci bir tutukluluk kararı çıkarmadı.
Bu tamamen yargının bileceği bir iş…
İmamoğlu’nun gözaltına alındığı andan itibaren milleti sokağa çağıran, polisle çatışma emri veren, marka isimlerini de anarak millî ürünleri boykot çağrısı yapan, usulü-üslûbu ile sürekli çemkiren CHP lideri Özgür Özel de tıpkı halefleri gibi kirli bir kumpasın işaret fişeğini ateşlemiş görünüyor:
Sokağa çağırdığı insanlar polise asit fırlatıyor, camiler talan ediliyor, mezar taşları yerinden sökülerek güvenlik mensuplarına atılıyor, üniversiteler terörize ediliyor.
Ülkeyi kaos ortamına itmeye çalışan CHP liderinin kendi siyasî ikbali için ucuz hesapları olabilir. Özel, vatansever ve hakikî bir lider olsa idi, bu fevrî çıkışları yerine, devletin kapısını çalar, partili elemanlarının dosyalarının içeriğini öğrenmeye çalışır, sonuca göre aksiyon alırdı. Ama yok! Kargaşadan rant devşirme peşinde…
***
Şimdi oturup hep birlikte şu sorulara cevap arayalım:
Bu ülkede hırsıza -hangi partiden olursa olsun- ‘hırsız’ demeyelim mi?
Parti tabelasına bakmaksızın yargılanmasını desteklemeyelim mi?
Ülkenin geleceğini, dibine kadar yolsuzluğa battığı iddiasıyla tutuklanan birine mi teslim edelim mi?
Diploma usulsüzlüğü bilirkişiler tarafından tescil edilmiş birinin Ali-Cengiz oyunlarını görmezden gelip, ‘büyük kurtarıcı’ gözüyle mi bakalım?
Tek dertleri mevcut iktidarı ve onun liderini devirmek olan irili-ufaklı siyasî grupların hezeyanlarını ve halkı ayaklandırmak için icat ettikleri yöntemleri görmezden mi gelelim?
Bir şehir halkının “beni yönet” diyerek yetki verdiği ancak yönetmek zorunda olduğu şehrin sorunları dışında her şeyle ilgilenen birine hiç hak etmediği halde iltimas mı geçelim?
Daha yönetmek zorunda olduğu şehre karşı sorumluluklarını yerine getirememiş birini, cumhurbaşkanlığı seçimine 3 yıldan fazla bir zaman olduğu halde, apar topar cumhurbaşkanı adayı olarak karşımıza çıkarılmasına alkış mı tutalım?
Her şey ayan beyan ortada iken, bir siyasî parti liderinin halkı sokağa çağırmasını, “polisle çatışalım diyenler el kaldırsın” diyerek ülkeyi kaosun kucağına yani isyana itmesini suç saymayalım mı?
Bu soruya cevap vermeden önce, İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihinde, yani 27 Mayıs darbesinden sadece bir ay önce meclisteki bir konuşmasında DP’lilere dönerek “Sizi ben bile kurtaramam!” tehdidini de mutlaka hatırlamanızı öneririm.
Bu sorular uzayıp gider…
***
Malcolm X der ki:
“İki türlü zenci vardır:
Ev zencisi ve tarla zencisi.
Ev zencisi sahibine iyi bakar, kaybedecek şeyi olmayan tarla zencilerini dizginler.
Ev zencileri, bütün bu ‘nimetler’ karşılığında nispeten iyi koşullara kavuşur, efendisine sorgusuz sualsiz itaat eder.”
Kurucu iradenin, kuruluş umdelerine uygun siyaset yapmak üzere kurduğu CHP’nin geldiği nokta işte tam da budur.
Yani hep zenci…
Ev veya tarla zencisi olması fark etmiyor.
Hâmiş: Efendim, hoş bulduk. Uzun bir aradan sonra, yeniden bir köşede (Yansımalar köşesinde) sizleri selamlıyoruz. Vesile olanlardan Allah razı olsun. Mevlâ yüzümüzü ak eyleye…