Prof. Dr. Mustafa SEVER
Horasan erenleri olarak da adlandırılan mutasavvıfların temel düşüncesi dini, yani İslâmiyet’i toplumsal yaşamın düzenlenişinde, insanların ahlâk ve edep çerçevesinde yaşamalarında bir araç olarak görmeleridir. Bu aracın sağlıklı biçimde işlemesi için ise, en başta üretmeyi, üretilenleri paylaşmayı, böylece halkın refâhını tesis etmeyi, dolayısıyla halk içinde halkla birlikte toplumsal düzeni ve huzuru sağlamayı amaçlamışlardır. Amacın gerçekleşmesi için yaşanılan coğrafyanın olanaklarına göre toprağın işlenmesini, hayvan yetiştirilmesini ya da bir zanaat sahibi olunmasını öncelerler. Sözgelimi Ahmed-i Yesevî, Yesi’de gününü ağaçtan kaşık, kepçe, kap kacak yaparak geçirir ve geçimini de bu yolla sağlar. Yesevî yolunda yürüyenlerden Hacı Bektâş-ı Velî (öl. 1277), Suluca Karahöyük’te toprağın ekilmesini, bağ-bahçe, hayvan yetiştirilmesini teşvik ederek halkın birlik olmasını, ortaklaşa çalışmalarını sağlar; böylelikle halkın refâhının sağlanmasında yol, yöntem gösterir. Hacı Bektâş Velî’nin çağdaşı Ahî Evran debbağdır. Yani deri işleyicisi, sepicidir. İşçiliği yanında devrinin esnaf teşkilâtının kurucusu, pîridir ve toplumsal yaşayışın, üretim-tüketim ilişkilerinin düzenini sağlayıcı etkinliklerin sorumlusudur; ki kurduğu teşkilat bugün için de örnek alınası özelliklerdedir. “Osmanlı Devleti döneminde esnaf zümresi arasında pîr olarak kazandığı itibar, bütün Anadolu, Rumeli, Bosna ve hatta Kırım’a kadar yayılmıştır.” (Şahin 1988:530). Yine, Hacı Bayrâm-ı Velî (öl. 1430), öğrencilerini ilgi ve yeteneklerine göre zanaata ya da ziraata yönlendirirken (Altınok 2012:26), kendisi de ziraatla, çiftçilikle meşgul olur, halkla beraber imece usulü ekip biçerler.
On altıncı yüzyıla kadar Yesevi ardılı mutasavvıflar bir yandan toplumda ahlâkın, edebin tesis edilmesini önceleyerek İslâmiyet’in yaşanarak öğrenilmesi ve benimsenmesine gayret ederler. Geçimlerini sağlamada bizzat çalışır, üretir ve halka örnek olurlar. Sözgelimi on altıncı yüzyılda başlayarak daha sonraki süreçte de birçok örneği görülen mutasavvıfların vakıf kurması ve vakıf gelirleriyle geçinme, Yesevî ve ardılı mutasavvıflarda görülmez. Tam aksine kendi öz emekleriyle, üreterek geçimlerini sağlarlar. Onların inançları ve yaşayışları dışa dönüktür; tekkeye kapanıp zühd ve tevekkül üzere pasif yaşamazlar. Hakk’a halk içinde yaşayarak ulaşmayı hedefleyen mutasavvıflardır. Öyle ki çevrelerindeki insanları bir yandan maddî açıdan üreten, paylaşan ve refâh içinde yaşayan insanlar hâline getirirken diğer yandan dinî-ahlâkî yönden ve zanaat ya da sanat yönünden de yetkinleştirirler. Gerek öğrenciler gerekse çevrelerindeki insanlar iyi bir ahlâka sahip olmanın yanında hat, ebru, müzik, edebiyat gibi sanatlarda yetkinleşir ya da geçimlerini sağlayacak denli herhangi bir zanaat öğrenirler.
Devlet otoritesinin sağlam, mürşitlerin yetkin olduğu dönemlerde yanlışlar, sapkınlıklar söz konusu olmazken otoritenin zayıfladığı dönemlerde bozulmalar olur. Bozulma başlayınca, gerekli önlemler alınmazsa bozukluğun yayılması hızlanır. On altıncı yüzyıldan başlayarak siyasî, ekonomik, dinî, mezhebî etkenler ve komşu milletlerin etkileriyle mutasavvıflarda da düşünme, tavır ve eylem yönünde değişiklikler olur. Yani, düşünme ve davranma açısından kolayı seçen, kendilerini çevrelerindeki insanlardan akıllı sayan, insanların iyi niyetlerini, samimiyetlerini istismar eden, dahası insanların inançlarını sömüren sahte şeyhler, mürşitler ortaya çıkar. Bunların toplumsal yaşamda, ülke siyasetinde, ülke yönetiminde, dinî-ahlâkî anlayışta olumsuz etkileri uzun süre devam eder. Sözgelimi, Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminden başlayarak kendi başlarına buyruk, keyfî, sorumsuz mürşitlerin yönetimindeki tekkeler, çalışmayan, üretmeyen, hazırcı, sorumsuz, askerlikten kaçan, vergi vermeyen kişilerin toplandıkları yerler hâline gelir.
Süreç içerisinde yaşanan Kurtuluş Savaşı ve sonrasında tekkelerde barınan, halkı istismar eden, sömüren bu güruhun farkında olarak Cumhuriyet Yönetimi, 30 Kasım 1925’te aldığı bir kararla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasını kabul ederek birtakım unvanların kullanılmasını da yasaklar. Bu durum, çok partili yaşama geçilmesi sürecinde 1950 yılına kadar devam eder. 1 Mart 1950’de dönemin yönetimi, Osmanlı padişahlarının, Yunus Emre, Âşık Paşa, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Mimar Sinan gibi Türk büyüklerinin medfun olduğu türbelerin ziyarete açılmasını kararlaştırır.
1950’lerden günümüze elbette siyasî, hukukî, ekonomik, dinî-ahlâkî, kültürel birçok gelişme yaşanmıştır. Süreç içerisinde çeşitli anlayışlarda iktidarlar gelip geçmiş, her birinin dine, din adına ortaya çıkan kişi ve gruplara (tarikatlara) bakışı, onlarla ilişkisi elbette farklı olmuştur. Ancak, geçen yıllarda ve yaşanılan süreçte Kur’ân’ı, sünneti göz ardı ederek konuşan ve davranan din adamları, cemaat ya da tarikat üyesi kişiler söz konusu olmuştur. Üretmeden, topluma dolayısıyla ülkeye herhangi bir katkı sağlamadan lüks içinde yaşayan bu güruh, söze gelince Peygamber’in çektiği sıkıntılardan söz ederek halkın Peygamber’e olan sevgisini, dinî duygularını istismar etmekten çekinmez.
Akıldan, bilimden, üretmekten, üreterek paylaşmaktan, emeğin, alın terinin ne olduğunu bilmekten uzak bu kişiler, özellikle yakın zamanda vakıf yurtlarında, kurslarında yaşanan acı olaylar sonrasında utanmayı bir yana bırakıp alay eder gibi gerekçeler, açıklamalar sunarken halkın ve özellikle gençlerin İslâmiyet’ten uzaklaşmalarına neden olduklarının farkında mıdırlar? Ya da böyle bir endişeleri var mıdır?
Bu güruh, tüm toplumsal kaygı ve endişelerden uzak, açıkça yalan söylemekte sakınca görmedikleri için, kendi bilinçaltlarında saklı cinsel fantezilerini din adına söyleyebilmektedirler. Sözgelimi bunlardan biri, Allah’ın cennetinde her bir erkek mümin için yetmiş bakire huri ayırdığını söylerken bir başkası kendilerine hizmet edenlerin listesini Allah’a bildirdiklerini, bir başkası altı yaşındaki kız çocuğuyla evlenebileceğini, bir diğeri asansörde bir kadınla birlikte olunmanın şehvete yol açacağını söylemekte sakınca görmemektedirler. Örnekler, burada yazılamayacak kadar çok ve her biri edep sınırlarını da aşmaktadır.
Gerek tv’lerde gerekse sosyal medyada türlü rezillikleri sergilenen bu kişilerin İslâmiyet’le, Kur’an’la ya da sünnetle ilişkileri olamaz. Dünyadaki hemen bütün dinler toplumsal yaşamda insanın edep ve ahlâk dâhilinde yaşamasını öngörür. İslâmiyet de insanların düzen, barış ve huzur içinde yaşamaları için ilkeler sunar.
Allah’la kulu arasına hiç kimse, hiçbir sıfatla giremez. Bilimin, bilginin, teknolojinin bu denli ilerlemiş ve kolay elde edilir olduğu bir süreçte tarikatlara yer yoktur. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir ve laiklik çağdaş demokratik yaşamın en önemli ilkesidir. Yetkili kurumlar gereken önlemleri alarak bu tür sapkınlıkların önünü almalıdır. Ulu Atatürk’ün “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir.” İlkesine uygun olarak her alanda akıl ve bilimin aydınlattığı yolda yürünmelidir.
ŞAHİN, İlhan 1988, “Ahî Evran”, İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., c. 1, s. 529-530.
ALTINOK, Baki Yaşa 2012, Hacı Bayram Veli, Bayramîlik-Melâmîlik, Ahi Yay., (3.b), Ankara