Prof. Dr. Mustafa Sever
Bir düşüncenin, işin, hedefin gerçekleşmesine vesile ya da sonuç olmasıyla insana yararlı olan her şey iyidir. İyiliğin hedefi düzenlilik, uyum ve mutluluktur. İyilik, birey için yararlı olan, onu diğer insanlarla iletişiminde ve ilişkisinde toplumun bir bireyi haline getiren her şeydir. Bu her şeyin, bir de kişisel ve toplumsal işlevi söz konusudur. Herhangi bir düşünce, eylem, iş, davranış, hedef, toplumda kabul edile gelmiş ilkelere uygunsa, belli bir dar çevreye, gruba hizmet etmiyorsa iyidir ve gerçekleşmesi toplum için iyiliktir. Kişiyi kendisine ve içinde bulunduğu aileye, millete katkı sağlayıcı, toplumsal sürekliliği düzenleyici ve ilerletici her düşünce ve eylem iyidir ve iyiliktir. Elbette “iyi”nin anlamı kişiye, kişinin içinde bulunduğu şartlara (yer, zaman, vd.) göre değişkenlik gösterebilir. O zaman kişinin “iyi”si ile genelin, toplumun “iyi”sinin uyumu gündeme gelir; ki burada belirleyici olan genelin “iyi”sidir. Kişi için de genelin iyisi geçerlidir. Kişiye düşen görev, bu iyiye ulaşma yönünde çaba göstermesidir. İyi ya da iyilik, ulaşılması gereken bir hedeftir. Kişinin bireysel istekleri, tutkuları, hedefleri, zevkleri, vb. değil, toplum için, toplumun yararına olan hedefler, istekler, vb. iyidir ve iyiliktir. İyiliğin elde edilmesi, kişi için de toplum için de bilgilenmekle, geleneği ve geleceği bir arada düşünüp içinde yaşanılan süreci biçimlendirmek çabasıyla mümkündür. Bu da başta kendine sonra da içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluk duyan bireylerin çabasıyla olur. Aslında her insanın yaratılışındaki iyiliğin harekete geçirilmesi, iyiliğin inşasını sağlayacaktır; ki bu da toplumun görevidir.
İlâhî dinlerin hemen hepsinde ve özellikle İslâmiyet’te, Allah’ın yarattığı varlıklar içinde müstesna bir yer verdiği insan için buyurdukları, uyarıları ve yasakları hem kişi için hem de toplum için “iyi”dir ve “iyilik”tir. Bütün ilâhî dinlerde, en başta da İslâmiyet’te temel ilke, kişinin ve dolayısıyla toplumun iyiliği, düzenliliği ve uyum içinde ahlâkî şekilde yaşamasıdır. İyi olanın, iyiliğin, doğruluğun, insanları kargaşaya, huzursuzluğa, sapkınlığa sevk etmeyen ilâhî bir ahlâkın tesis edilmesi, yaşatılması ve güçlendirilmesi, bütün ilâhî dinlerin temel hedefidir. Bu hedef, ideal bireyin ve dolayısıyla toplumun inşasını da muhtevidir. İnsanın, yaratılışındaki ilâhîliği, ilâhî özü idrak ederek hareket etmesi, böyle bireylerden kurulu toplumun da inşasını sağlayacaktır. Pekiyi bu ilâhî öz nedir?
Bilindiği üzere, Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılışını muhtevi birçok âyet mevcuttur. Bu âyetlerde verilen bilgilere göre, Allah, insanın yaratılmasını iki unsurla tamamlamıştır. Bu unsurlardan biri maddî, diğeri ise rûhîdir. İşte bu rûhî unsur insanın ilâhî özüdür.
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı. Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı.” (Secde/7-8-9)[1] ve
“Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti, ‘Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin’ ” Sâd/71-72) ve de
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin’ demişti” (Hicr/ 28-29) meallerindeki âyetlerde, beden ve rûhtan oluşan insanın yaratılma şekli anlatılmıştır.
Beden maddî, rûh ilâhîdir; yani insanın esas özü ilâhîdir; çünkü onun algılama, düşünme, davranma, konuşma, vd. yetileri, çamurdan oluşan maddî yapısına Allah’ın kendi özünden, ruhundan üflemesinden, can/rûh vermesinden kaynaklanır. İnsanın maddî yapısı, rûhî yapısının gömleği, görünür şeklidir. Sözgelimi, Kaygusuz Abdâl’ın ifâde ettiği gibidir:
Nefs-i zulmet bu vücûda derler
Sen zulmet içinde nûr-ı îmân
İnsanın nefsânî yanı karanlık, rûhî yanı ise aydınlıktır. İnsan hangi özünü, hangi yanını geliştirirse, o yönde ya hayvanlaşır ya da insanlaşır. Tasavvufî gelenekte insanın insan olabilmesi için edepli olması gerekir. Edebin ebced hesabına göre değeri yedidir; ki bu, aynı zamanda nefsin aşamalarıdır ve nefs-i emmâreden nefs-i kâmile/nefs-i sâfiyeye kadar yedi aşamayı işaret eder. İnsan nefs-i safiyeye ulaştığında tam olarak edepli olacaktır.
İnsanın maddî yapısını bilip rûhî yapısını geliştirmesi aslî görevidir. Çünkü Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi (eşref-i mahlukât) olarak yaratmıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de bünyesinde barındıran bir varlıktır. Aslolan kötüyü idrak edip iyiye yönelmesidir. Halk kültüründe “edebi, edepsizden öğren” denilirken her şeyin zıddıyla daha iyi anlaşılacağına, bilineceğine işaret edilmiştir. Sağlığın kıymeti hastalanınca, aydınlığın kıymeti karanlık olunca, iyiliğin kıymeti de kötülüğü görünce anlaşılır.
İnsan, yaratılışındaki ilâhî öze bağlı kalmaya Allah’a söz vermiştir ve bu sözüne de sâdık kalmalıdır. “Allah’a verdiğiniz sözü az bir karşılığa değişmeyin. Eğer bilirseniz, şüphesiz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.”(Nahl/95) mealindeki âyette, kişinin hayırlı amellerini dünyevî arzu ve isteklerine fedâ etmemesi, Allah katında hayırlı amellerinin bir karşılığı olacağı, dolayısıyla bunun da yaşarken de ahirette de kendisinin hayrına olacağı bildirilir.
Allah’ın Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla, toplumsal hayatın düzeninin, huzurunun, refahının tesisi için bildirdiği emir ve yasaklar, insanlık için bir iyiliktir. Kur’ân-ı Kerim’de “hayır/iyilik” sözcüğü, “vahiy” karşılığı olarak kullanılmıştır. “Ne Kitap ehlinden inkâr edenler ve ne de Allah’a ortak koşanlar, Rabbinizden size bir ‘iyilik’ gelmesini isterler. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Bakara/105) mealindeki âyet, Allah’tan vahyedilenin “iyilik” olduğuna işaret ederek “iyiliğe” riayet edenlerin Allah’ın lütfuna erişeceklerini bildirir. Sözlükte[2], bir emir veya hükmün Allah tarafından peygamberin kalbine bildirilmesi ve bu yolla gelen ilahi haber” şeklinde tanımlanan vahiyle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’a karşı gelmekten sakınan kimselere, ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildiğinde, ‘Hayr indirdi’ derler. Bu dünyada iyilik yapanlara bir iyilik vardır.” (Nahl/40) mealindeki âyetle gerekli açıklama yapılır. İndirilen vahiyler, hayırdır, iyiliktir. Çünkü Allah’ın kelamıdırlar ve Allah’ın sıfatlarından biri de en-Nâfi’dir; ki hayrı ve faydayı yaratan ve veren anlamındadır. “Eğer Allah, kalplerinizde (iman, ihlâs, iyi niyet gibi) bir hayır (olduğunu) bilirse, sizden alınan fidyeden daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar.” (Enfâl/70) mealindeki âyette hayır/iyilik sözü, imân, ihlâs ve iyi niyet anlamında kullanılmıştır.
Allah’ın, insanlar için bağışladığı, ihsân ettiği her şey iyiliktir. Kur’ân-ı Kerim’de iyilik karşılığında kullanılan sözcüklerden birisi “hayr”dır. Hayr, sözlüklerde “her durumda ve şartta herkesin katında iyi ve makbul olan hâl ve iş”[3] ve “iyilik, herkesin elde etmek istediği sözgelimi, akıl, adalet, fazilet ve faydalı şey gibi arzu edilen şeylerdir”[4] biçiminde tanımlanır. Hayr ya da iyilik, Râgıb’a[5] göre saf hayır (mutlak hayır)/mutlak iyilik ve mukayyet hayır (karma hayır)/mukayyet iyilik olarak ikiye ayrılır. Saf hayır ya da iyilik, şartlar ne olursa olsun, kime göre olursa olsun her zaman arzu edilen hayırdır, iyiliktir. Mukayyet hayır, mukayyet iyilik ise, birisi için hayır ya da iyi olanın, diğer birisi için şer olmasıdır. Sözgelimi bir makama gelmek, kişinin halka iyilik, topluma katkı sağlamasına vesile olurken bir diğer kişi için son derece hayırsız, kötü bir gelişme, dolayısıyla nefsinin istekleri doğrultusunda davranmasına, kibirlenmesine, çevresine zarar vermesine neden olabilir.
Hayr, Kur’ân’da pek çok yerde, konuya ve bağlama göre farklı anlamlarda kullanılmıştır. Sözgelimi “Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir.” (Bakara/215) mealindeki âyette hayr, hem kişinin elinde bulunan, sahibi olduğu varlıklar için hem de her türlü yardım, iyilik, katkı anlamında kullanılmıştır. İlgili âyette, iyiliğin Allah’ın buyruğu olduğu, kişinin sahip olduğu malı, toplumun zayıflarının, sıkıntı içinde bulunanlarının iyiliği için kullanması gerektiği, dolayısıyla toplumsal huzurun, barışın sağlanmasının da bu yolla olacağı bilgisi verilir. İyilik, şüphesiz ki Allah tarafından bilinir ve iyiliği yerine getirene Allah’ın ihsânı devam eder.
“Allah, büyük lütuf sahibidir.”(Enfâl/29) mealindeki âyette iyilik karşılığı olarak “fazl” sözcüğü kullanılır. Fazl cömertlik, lütuf, kerem anlamları içeren bir kavramdır. “And olsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsrâ/70) mealindeki âyette, insanın yaratılanlar içindeki konumuna vurgu vardır. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir (Bakara/30) ve Allah, insanı Ahsen-i takvîm üzere, yani beden ve rûh özellikleri bakımından yaratılmışlar arasında en mükemmeli olarak yaratmıştır (Tîn/4). En güzel ve mükemmel özelliklerde yarattığı ve kendisine halife tayin ettiği varlığa Allah, elbette esmâ-i hüsnâ olarak bilinen ve “çok cömert, nimet ve ihsanı bol olan anlamındaki “Kerîm”, karşılıksız olarak çokça nimet veren ve ihsanda bulunan anlamındaki “Vehhâb”, maddî ve manevî bol rızık veren, her türlü rızık imkânlarını yaratan anlamındaki “Rezzâk”, rızkı ve her türlü rızk imkânını genişleten, ömürleri uzatan anlamındaki “Bâsıt” ve yapılan iyi amellerin karşılığını bolca veren anlamındaki “Şekûr” sıfatları gereğince insana hayırda, ihsanda, lütufta bulunacaktır.
Kur’ân’ın pek çok âyetinde “fazl” sözüyle Allah’ın cömertliğine vurgu yapılır. Sözgelimi “Allah’tan bol nimet isteyin”(Nisâ/32), “Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.”(Nisâ/83), “Allah büyük lütuf sahibidir.”(Cum’a/4) ve “Allah’ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler.”(Yûnus/58) meallerindeki âyetler iyiliğin, bağışın, cömertliğin kaynağının Allah olduğuna işaret eder.
Kur’ân-ı Kerim’de iyilik karşılığı olarak kullanılan bir sözcük de “hasene”dir. “Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa/40) mealindeki âyette hasene, iyilik ve güzel iş anlamında kullanılır. “Onlardan, Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru, diyenler de vardır.” (Bakara/201) mealindeki âyette ise, hasene şefâat karşılığında kullanılır. Şefâat, bir isteğinin karşılanması, suçlarının bağışlanması yönünde kulun niyazına karşılık Allah’ın ihsan ettiği iyiliktir. Allah, “Afüvv/Çokça affeden” sıfatına uygun olarak insanlara şefâatte bulunur.
İyilik karşılığı olarak Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan bir sözcük de “berr” sözcüğüdür. Berr, Allah’ın sıfatlarından biri olup yaratmış olduğu varlıklara, en başta da insana karşı rahmet ve mağfireti, lütuf ve ihsânı bol olan demektir. Allah, kulları hakkında kolaylık ve iyilik isteyip onların bilerek ya da bilmeyerek eyledikleri kötülüklerine samimiyetle tövbe etmeleri hâlinde onları hoş görür, bağışlar. Tûr sûresi’nde de “Şüphesiz O, iyilik edendir, çok merhametlidir.” (Tûr/28) mealindeki âyette Allah’ın bu sıfatına vurgu yapılır.
Yaratılanlar içinde Allah’ın kendi özünden cüz’i de olsa bir öz taşıyan insanın akıl ve iradesiyle iyiliğe yönelmesi gerekir; çünkü Allah, “Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.”(Zilzâl/7) ve “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın.”(Bakara/148) şeklinde buyurmaktadır. Burada hayırdan kasıt, kişinin ailesine, çevresindeki insanlara, dahası içinde bulunduğu topluma karşı ödev ve sorumluluk duygusu içinde hareket etmesi, dinî ve dünyevî görevlerini yerine getirmesidir. Çevresindeki insanlara tekebbürlük etmeden yardımda bulunması, cömert olması, yardımlaşmasıdır. Hayırda yarışmaktan kasıt, sahip olunan malın, paranın, gücün ihtiyaç sahipleri, toplumun iyiliği yönünde kullanılmasıdır. Hiçbir çaba Allah katında karşılıksız değildir; çünkü “Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir.”(Enfal/60) ve “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”(Bakara/261) buyrulmaktadır. Ancak, “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükâfatları vardır.” (Bakara/262) mealindeki ayette de belirtildiği üzere, yapılan iyiliğin başa kakılmaması, iyilik yapılan insanların incitilmemesi gerekir.
İnsan için Allah’ın, Kur’ân’ın öngördüğü şekilde hareket etmek iyiliktir; hem şahsî iyilik hem de toplumsal iyilik açısından bir davranıştır bu. Aksi olursa, yani aklın ve iradenin şer yolunda kullanılması söz konusu olursa, bu defa da “Kim zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzâl/8) mealindeki âyetle insana uyarı yapılmaktadır.
İnsanın ilâhî özüne uygun olarak, diğer yaratılmışlardan farklı olarak hem kişisel hem de toplumsal işlevi vardır. İşlev, onun ilâhî özünün, rûhunun fikrî ve fiilî eyledikleridir ve kişinin iyi ya da kötü olarak adlandırılmasına; düşündüğü ve eylediği her şeyin de iyilik ya da kötülük olarak değerlendirilmesine neden olur. İnsanın maddî, yani bedenî özellikleri, ilâhî özünün emrinde olduğu sürece, bedenî arzu ve istekleri kişiyi yönlendirmedikçe kötü ya da kötülük olmaz. Çünkü, kendini bilen, yani yaratılışındaki özün ilâhî olduğunu bilerek düşünen ve eyleyen kişi inancı gereği her işini, ahlâkî olup olmadığını tefekkür ederek yapmaya çalışır. Gücünün elverdiğince toplumsal değerlere, ahlâkî ilkelere uygun bir yaşayışı, toplumsal düzeni hedefleyerek ve böylesi bir düzene katkı sağlayarak ve koruyarak hareket eder.
Yaşanılan süreçte internetin, sinemanın, televizyonun, dolayısıyla modanın, dizi filmlerin, reklamların, vb. etkileriyle insan, aslî özünü unutarak hazcı (hedonik) şekilde yaşamaktadır. Geleneksel kültürde birçok örneği bulunan “insan tipi” düşünüldüğünde, günümüz insanının insana uygun yaşama, sorumluluğunun, ödevlerinin bilincinde, sahip olduklarına şükretme, Allah’ın kendisine bahşettiği akıl ve düşünme yetisiyle hayatını düzenleme, iyiyi hedefleyerek kötüden uzaklaşma, üreterek, çevresine katkı sunarak yaşama yerine, kendisine çeşitli kanallardan sunulan ürünlerin, anlayışların cazibesine kapıldığı görülmektedir. Oysa günümüz insanı, geçmişini, geleneğini biraz incelese (sözgelimi Ahilik geleneği), tefekkür etse, iyiliğe yönelmesi çok daha kolay olacaktır. İhtiyacının ne olduğunu bilecek, kendisine ihtiyaçmış gibi sunulan üretilmiş ihtiyaçları, daha doğrusu sahte ihtiyaçları önemsemeyecektir.
Her türlü aşırılıktan, gösterişten uzaklaşarak her işi, eylemi samimiyetle yapmak insana yakışandır; çünkü “Onlar gösteriş yapanlardır; hayra da mâni olurlar.” (Mâ’ûn/7) mealindeki âyette Allah, gösterişin iyiliğe engel olacağını buyurmaktadır. Çünkü, gösteriş aşırılıktır ve hazza (hedonizme) yöneliktir.
Günümüzde, özellikle son yıllarda Batı ülkelerinde başlayan ve birçok ülkede de taraftar kazanan bir akım var. “Gönüllü sâdelik” olarak adlandırılan bu akım, geleneksel kültürümüzde hiç de yabancısı olmadığımız bir düşünce ve yaşama biçimidir. Odabaşı’nın[6] verdiği bilgilere göre, bu akım, Gandhi’nin öğrencisi olan Richard Gregg tarafından adlandırılmış, İkinci Dünya Savaşı çıktığında unutulmuş, 1970’lerde tekrar gündeme gelmiş ve günümüzde de pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de taraftar kazanmaktadır.
Gönüllü sadelik, bireyin dış dünyasında olduğunca sâde ve basit, iç dünyasındaysa zengin ve derinliği olan bir yaşama şeklidir. Böyle bir yaşam biçimi; tüketimde yeterlilik ve sadelik, çevre için duyarlık ve yaşamda insanî değerlere önem vermeyi içerir. Bu noktada insana düşen görev, yaşanılan süreçte küresel kültürün eyleyenlerince kendisine adeta dayatılan tüketim anlayışını reddederek ihtiyaçlarının farkında olarak yaşamasıdır. Bu dinî ve ahlâkî bir gereklilik olup insanın sorumluluk sınırlarını da genişletir. Bu sorumluluk, çevresine duyarlı, insana ve bütün canlılara, daha doğrusu doğaya saygılı ve koruyucu, üretici ve toplum yaşamına maddî, manevî katkı sağlayıcı etkinlikte eylemesini, davranmasını içerir. Bu da insanın kendini bilmesiyle olur; çünkü bir hadis-i kutsîde “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” buyrulur. Dolayısıyla nefsini, yani kendini bilmeyen de iyilikten, iyi yoldan, doğruluktan uzaklaşır. İnsanın yaratılışındaki ilâhî öze ve bu özle verilen sorumluluğa bağlı olarak sadece kendini değil, çevresindeki insanları da düşünerek tavır ve davranışlarını düzenlemesi, “kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseler”den (Kehf/28) uzaklaşarak iyiliğe yönelmesi hem kendi hem de toplum için faydalı olacaktır. Çünkü “İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.” (Rahmân/60).
[1] https://www.kuranmeali.com/ “Diyanet İşleri Meali” esas alınmıştır.
[2] Ayverdi, İlhan 2010, Kubbealtı Lugatı, Kubbealtı Yay., İstanbul, s.1304.
[3]. Ayverdi, age, s. 488.
[4] İsfahânî, Râgıb-el 2018, “Hayr”, Müfredat Kur’ân Kavramlar Sözlüğü, (çev. A. Güneş-M. Yolcu, Çıra Yay., İstanbul, s. 364.
[5]İsfahânî, Râgıb-el, age, 465.
[6] Odabaşı, Yavuz 2017, Tüketim Kültürü, Aura Yay. (5.b), İstanbul, s. 219.