Doç. Dr. Aybeniz Rahimova
`Şuşa`lı yazarlar` dizisinden beşinci yazı
“Vezirov`un hayata veda etmesi `Oyuncu sahnede ölür” kuralının pratikte gerçekleşmesiydi”.
Rusya işgalinin yönetim şeklinin kurumsallaşması ve güçlenmesi hanlıklardan kalma sülale titrlerini ortadan kaldırmamıştı.`Asalet`, `soy` anlamında kullanılan `Bey` titri onlardan biriydi.Ne ilginçtir ki,Rusya işgali altına girmiş öteki hanlıklarla kıyaslandığında `Bey` titrinin ağırlıklı olarak eski Karabağ hanlığı topraklarında ve özellikle Şuşa`da kullanıldığını görmekteyiz.Ve Kasım Bey Zakir örneğiyle başlayıp süregelen bu anane Rusya işgalinin ciddi biçimde kurumsallaştığı 1850`lerin ortalarından sonra da kalem sahiplerinin isimlerinden sonra onların saygınlığına vurgu yapmak için kullanılıyordı.Necef Bey Vezirov`un ismi de bu şahsiyetin hukukçu, eğitmen ve özellikle de yazar kimliğine duyulan saygının dışavurumuydu...
Şuşa`lı olması yazının başlığından da görünen Necef Bey Vezirov 2 Nisan 1854`te doğdu.`Şark`ın Molieri` diye anılan ünlü komedi yazarımız ve filozofumuz Mirza Fethali Ahundzade`nin edebiyatımızı ve felsefi düşüncemizi Batı tarzı bir sistemin üzerine oturtmak için eserler kaleme aldığı o yıllar aslında gelecekteki kaderimizi de şekillendirecek bir dönemdi.Ahundzade`nin Tiflis`teki çalışmaları 1860`ların başlarında Osmanlı`dan Hindistan`a kadar geniş bir coğrafyada yankı bulmaya başladıktan bir süre sonra Şuşa`nın ismi bu kez farklı açıdan ön plana çıkacaktı:bundan önceki yazımızda bahsettiğimiz Hurşid Banu Natavan`ın başında durduğu klasik edebiyat cemiyetlerinin paralelinde çağdaş tip okulların açılışı ve ilk tiyatro parçalarının sahnelenmesi de Şuşa`nın kısmetine düşecek ve edebiyatımızın ilk trajedisini kaleme almış yazarımız gibi profesyonel edebiyat bilimciliğimizin yaratıcısı da Şuşa`dan çıkacaktı. Şuşa bunu kentte açılmış yeni tipli okullara ve öğretmenlere borçluydu.Hatırlatma yapmamız gerekirse dönemin Azerbaycan`a en çok faydası dokunmuş yeni tip okullarının öncelikle Şuşa`da,daha sonra ise bugünkü Gürcüstan sınırları içindeki Gori kasabasında açıldığını söylememiz çok doğru olacak.
İşte bu aydınlanma sürecinin zirvesinin 28 Mayıs 1918 yılında ilan edilmiş Azerbaycan Cumhuriyeti olduğunu bir daha hatırlatmamızın da yararlı olacağını düşünüyoruz.Şuşa`nın bir özelliği de ermeni milliyetçiliğinin baskılarına karşı Türk miliyetçiliği düşüncesinin burada ortaya çıkması ve şekillenmesindedir.Eğitimine imam hatip okulunda başlayan Vezirov ertesi sene mülkiye okuluna geçmiştir.Ancak oradaki ermeni öğretmenlerin baskısı sonucunda okulu bırakmak zorunda kalmıştır.On dört yaşına kadar köylerde arzuhalcilik yaptıktan sonra Bakü`ye gelerek sınavla gimnazyumun ikinci sınfına kaydını yaptırmıştır.Bakü`de yazar Hasan Bey Zerdabi`yle tanışması Vezirov`un fikir ve düşünce dünyasında yeni bir sayfanın açılmasına neden olmuştur.Gimnazyumdaki hocası Hasan Bey Zerdabi`nin tavsiyesi üzerine üzerine doğa vce tarım bilimlerine ilgi gösteren Vezirov 1874`da mezun olunca sınavlardan geçerek Moskova`daki Tarım Enstitüsü`nün lisans bölümüne kaydolmuştur. 1875`de ana dilimizde çıkan ilk gazetemizin imtiyaz sahibi ve yayın yönetmeni Hasan Bey Zerdabi`yle ilişkisini Rusya`da bulunduğu yıllarda da koparmayan Vezirov,gazetenin daimi muhabirlerinden biri olmuştur.
Dört yıllık lisans eğitimini tamamladıktan sonra Vezirov, Kafkasya coğrafyasının çeşitli bölgelerinde orman memurluğu yapmıştır.1890`dan itibaren ise mahkemelerdeki davaları da takip etmeye başlamış,özellikle tarım ve orman işleriyle ilgili davalarda bilirkişi görevini yerine getirmiştir.Çarlık Rusya`sının bir vilayeti olan Bakü`de petrol sanayisinin giderek gelişmesi yazarların ve kültür insanlarının buraya gelmesine neden olduğundan Necef Bey Vezirov 1895 yılında Bakü`ye yerleşmiştir.Yirmi bir yılın ayrılığına rağmen Bakü ortamına çabuk adapte olan Vezirov bir süre ihmal ettiği yazılarına dönerek üç piyes kaleme almıştır.Kuşkusuz,bunların içinde edebiyatımıza yeni bir aşama kaydettirmesi bakımından `Müsibet-i Fahrettin` trajedisinin büyük önemi bulunmaktadır.Bu çerçevede her şeyden önce, `Müsibet-i Fahrettin`in edebiyatımızda trajedi türünün temelini atması bakımından arzettiği değeri vurgulamamız gerekir.Diğer yandan içeriği itibariyle bu eser coğrafyamızdaki gericiliğe,yobazlığa karşı mücadelede kalem sahiplerinin aldığı pozisyonun ifadesi açısından edebiyat tarihimizin eşsiz örneklerinden biridir.Daha önceki yazılarımızda da hatırlattığımız üzere 1848-1854 yılları arasında kaleme aldığı altı komediyle Mirza Fethali Ahundzade nasıl yeni dönemin reelist edebiyatının çığırını açmıştıysa 1896`da kaleme aldığı `Müsibet-i Fahrettin` trajedisiyle Necef Bey Vezirov kendinden sonra gelen facia yazarlarına yol gösterici olmuştur.Bakü gimnazyumunda öğrenciyken tiyatro gösterileri hazırlayan grubun içinde yer alan Vezirov ve arkadaşlarının komedileri sahneleme dışında bir seçeneklerinin olmaması Necef Bey`in yirmi sene sonra edebiyatımızın ilk trajedisini yazmasında etkili olmuştu.
`Müsibet-i Fahrettin` trajedisinde kan davası nedeniyle Avrupa`da eğitim görmüş ileri görüşlü genç bir aydının katledilmesi feodalizmin kurallarıyla yönetilen toplumlarda sıradan bir örnek olduğu için maktül Fahrettin`in kendisi bu olayı `Müsibet-i müslümanan` olarak nitelendiriyordu. Edebiyatımızdaki trajedi türünün örnekleriyle ilgili isabetli analizler kaleme almış Ord.Prof.Dr.Yaşar Karayev,komediyle başlayan sürecin trajediye evrilmesinin nedeninin aslında aynı olmasına dikkat çekmektedir:”N.Vezirov gelenekte ve günlük ilişkilerde,ahlakta va kamusal düzende zamanın çok gerisinde kalmış cahilliğin düşmanıydı.Kendisi bu geri kalmışlığın mizahlarını,piyeslerini yaratmıştı,yazarın ilk trajedi deneyimi `Müsibet-i Fahrettin` ise toplumsal derdin,olumsuzluğun ve belanın müsibetiydi.İlk milli mizah örnekleri gibi ilk milli trajedi örneği de maarifçiliğin bir türü olarak ortaya çıkmıştı....
Lakin eserin kahramanı yalnız değil,kurbanlar vererek uyanan ve yeniden doğmak için ızdıraplar çekerek dağılan tedirgin bir toplumun ta kendisidir...
Bilimde ve sanatta geride kalmış bir millet`-yaşanan tüm trajedilerin büyük kaynağı ve gerçek içeriği de budur işte..” Necef Bey Vezirov`un edebiyatımıza trajedi türü üzerinden getirdiği yenilik toplumda kendine yer salmış gerici geleneklere en az Mirza Fethali Ahundzade`nin komedileri kadar ışık tutabilmişti.`Müsibet-i Fahrettin`in edebiyatımızda açtığı çıgır yirminci yüzyılın başlarından itibaren trajedi türünün yaygınlaşmasına neden olduğu gibi eserde cahilliğin,yobazlığın,geri kalmışlığın yüzüne tutulan ayna sosyalizm döneminde kaleme alınmış trajedileri de etkilemiştir.Geçtiğimiz yüzyılın hemen başlarında Bakü`nün siyasi ve kültürel hayatındaki canlanma artık avukatlık da yapan Necef Bey Vezirov`u hızla kendi içine çekmiş ve 1903 yerel seçimlerinde Bakü belediye meclisine üye seçilen yazar orada Genel sekreterlik görevini üstlenmiştir (Osmanlı İmparatorluğu,Bağımsız Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyeti`nin siyasi hayatında önemli roller üstlenmiş hemşehrisi Ahmet Ağaoğlu da aynı seçimde Bakü Belediye meclisi üyesi olmuştu).Rusya Çarı İkinci Nikola`nın 17 Ekim 1905`te verdiği demokratik haklardan yararlanan gazeteci-yazar meslektaşlarının çıkardığı gazete ve dergilere yazılar kaleme alan Necef Bey Vezirov 1910`lu yılların ortalarından bağımsız cumhuriyetimizin entellekt altyapısının kurulması için eğitim ve kültür alanındaki çalışmalarında daha fazla aktiflik sergilemiştir.Edebi yaratıcılığına 1874`te kaleme aldığı `Kara günlü` piyesiyle başlayan Vezirov yarım yüzyıl sonra `Para düşkünü Hacı Faraç`ı yazarak edebi yaratıcılığını noktalamasına rağmen tiyatro eğitimi alanında verdiği dersleri sürdürmüştür.Vezirov`un hayata veda etmesi `Oyuncu sahnede ölür` kuralının pratikte gerçekleşmesinin daha bir örneği olmuştu.Böyle ki 12 Temmuz 1926`da Şamahı ilimizin Çukuryurt kasabasında öğrencilere tiyatro provaları yaptırırken aniden fenalaşarak kalp krizinden hayatını kaybeden Necef Bey Vezirov`un naaşı Bakü`ye nakledilerek burada toprağa verilmiştir.
Necef Bey Vezirov,milli düşünce ve kimlik altyapımızın şekillenmesinde müstesna role sahip olmuş Şuşa kentimizin öncü yazar ve aydınlarından biri olarak edebiyat ve düşünce tarihimizdeki yerini daha on dokuzuncu yüzyılda almıştır.