Mustafa SEVER


Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Ahlâkî Yozlaşma Üzerine

Toplumda ahlâkî değerleri canlı kılan, yaşamlarını bu değerlerle biçimleyen, bu değer ve ilkelere göre davranan insanlar, toplumu da ahlâklandırırlar. Toplumsal yaşamı düzenleyen ve sürdüren kuralların sağlıklı şekilde sürdürülmesi, bu kuralları uygulayan bireyler arasındaki ilişkilerin düzenliliğine ve birbirlerini denetlemesine bağlıdır.


 

Prof. Dr. Mustafa Sever

 

Giriş

Ömer Seyfettin’in yaşadığı yıllardaki Osmanlı Devleti’nin yaşadığı başlıca olaylar olarak II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi (1908-1920), ardından Balkan Savaşları (1912-1913), Rumeli’nin kaybedilmesi ve I. Dünya Savaşı (1914-1918) sayılabilir. Tüm bunların yaşandığı sürece ve sürecin etkileri olarak ülkenin, dolayısıyla milletin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, dinî, ahlâkî ve kültürel yozlaşmaya, yabancılaşmaya ve bozulmaya tanıklık eden dönemin birçok Osmanlı aydınının olduğu gibi Ömer Seyfettin de (1884-1920) kayıtsız kalmamıştır.

Asker bir babanın ve geleneğe bağlı, milli ahlâki değerlere bağlı bir annenin evladı olarak yetişmiş Ömer Seyfettin, babası ve annesi gibi milli değerlere bağlı, devletin yaşadığı acizliğin nedenlerine ve sonuçlarına vâkıf bir Türk aydını olarak eserlerinde Türk insanına sahip olduğu değerleri hatırlatmaya çalışır. Çünkü, II. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşamış bütün etnik yapılar, bilinçli hareket ederek kendi milli devletlerini kurma ve Osmanlı Devleti’nden ayrılma yolundayken Türk milleti, neredeyse Türklüğünün bile farkında olamayacak kadar kendi değerlerine yabancılaşmıştır. 

Yabancılaşma, yozlaşma ve bozulma, kişinin/milletin kendi değerlerinden, ahlâkından, yaşama biçiminden uzaklaşması, kendi değerlerine ilgisizleşmesi, kendi değerlerinin, ahlâkının, yaşama biçiminin yerine başka bir milletin değerlerini, ahlâkını, yaşama biçimini koymasıdır. Yabancılaşmayı, bozulmayı, yozlaşmayı sağlam ahlâki ilkelere bağlı bir yaşama şekli önleyebilir. Pekiyi ahlâk nedir? Ahlâk, “1. İnsandaki iyi veya kötü huylar, tabiat; 2. İyi huylar, insanı manen yükselten iyi tabiatlar, faziletler”dir (Ayverdi 2010: 23). İnsandaki iyi-kötü, olumlu-olumsuz, yerleşik düşünme ve davranma biçimi olarak ahlâk, toplumsal yaşamın düzenlenişinde ve işleyişinde işlevseldir; çünkü toplumun ortak akılla belirlediği, ortak bir bilinç şeklinde nesiller arası aktardığı ilkeler, değerler bütünüdür. Bu nedenle her toplumun kendine özgü bir ahlâkı, bir değerler sistemi vardır ve toplum tarafından bu ahlâkî değerler sürdürülürse, korunursa, geliştirilirse varlığını devam ettirir. Ahlâkî ilkeler/değerler, çeşitli etkenler (savaşlar, göçler, ekonomik ve siyasî ilişkiler, vd.) yoluyla olumlu ya da olumsuz yönde değişebilir ya da gelişebili200r. Bu değişme ve gelişmeler, ahlâkî ilkelerin yaşanan süreçte işlevsel olup olmayışına bağlıdır. Bu işlevselliği sağlayıcı güç ise, toplumsal otoritedir. Toplumsal otorite, belli bir disiplin çerçevesinde birey-toplum ilişkisini bu ilkelere göre düzenler. Çünkü birey ile toplumun istek ve arzuları her zaman aynı ölçüde olmaz. Bireyin toplum yararına, toplumun da birey yararına etkinliklerde bulunması, ahlâkî ilkelerin toplumsal yaşamdaki canlılığına ve etkinliğine bağlıdır. Çünkü ahlâkî ilkeler, kimi zaman yaşanılan süreçte güncelliğini yitirebilir, toplumsal bir değer olmaktan çıkabilirler. Bu da yaşanılan sürecin siyasî, ekonomik şartlarına, bu şartların insanlar üzerindeki etkilerine bağlıdır. 

Ömer Seyfettin’in yaşadığı süreçte de Türk toplumunun yaşadığı savaşlar, toprak kayıpları, yoksulluk, etnik kimliklerin Türklere karşı tutumları gibi pek çok etkenin sonucu olarak her kesimden Türk insanında ahlâki bozulmalar, yozlaşmalar söz konusu olmuştur. Bu bozulmaları bizzat gören, tanık olan bir Türk aydını olarak Ömer Seyfettin, bu durumlara dikkat çeken, doğru olanı öneren hikâyeler kaleme almıştır. Biz de çalışmamızda Ömer Seyfettin’in üç hikâyesinde (Mehmâemken, Yüksek Ökçeler, Havyar) dikkat çektiği toplumsal değerlerdeki bu yozlaşmalar üzerinde duracağız.

 

Ömer Seyfettin’in Dikkat Çektiği Hususlar

Ömer Seyfettin, hikâyelerinde yaşadığı süreçteki kimi durumları ve toplumsal yapıda bozulmuş, yozlaşmış, kendi değerlerinden uzaklaşmış kimi kişileri temel alarak, dahası bir araç olarak kullanarak geleneksel ahlâki değerleri hatırlatmaya çalışır. Birçok hikâyesinde çeşitli karakterler yoluyla örnek alınmaya değen ile toplumsal yapıya katkısı olmayan, ötekileşmiş olanı yan yana vererek okuyucusunu uyandırmayı dener. Sözgelimi “Mehmâemken” adlı hikâyedeki Ali Efendi karakteri ile yazar, başkasının hakkını, emeğini, çabasını kendi çıkarları için kullanan, hak etmediği mevkiiye ulaşan birini anlatırken aslında toplumun ahlâkî bozulmuşluğuna dikkat çeker. 

Bu hikâyede Rus sınırındaki alaylarına giden altı subay arasındaki sohbet anlatılır. Sohbete göre Rumeli bozgununun nedenleri olarak komutanların yetersizliği ve bir idealden yoksun oluşları, askerlerin de cahil, korkak ve manevi zayıflığı üzerinde durulur. Subaylardan birisi, toprak kayıplarının nedeninin eğitimli ve çıtkırıldım subaylar olduğunu, alaylı, cahil insanlardan oluşan bir ordu gerektiğini ileri sürer; buna mektepten yetişmiş bir subay, subayın eğitimli ya da alaylı olmasından çok, subayın milli terbiye görmüş, bir ideali gerçekleştirmeyi hayatının en kutsal vazifesi bilen, Türk olduğunun ve manevi görevlerinin olduğunun bilincinde kişi olması gerektiğini söyleyerek karşı çıkar ve Ali Reis adlı bir yüzbaşıyı örnek verir. Ali Reis bir tane değildir; devrin subayları arasında pek çok Ali Reis vardır. O, yalnızca tüm Ali Reis gibileri örnekleyen bir tiptir. 

Yüzbaşı Ali Reis düşünüş ve davranışlarıyla kötüdür. Toplum için zararlıdır. Öğrenciliğinde kopya çeker. Kendisi kötülüğe meyillidir; ancak yakınındaki kişileri de -sözgelimi İsmail’i ve akrabası dâhiliye zabitini- kendi çıkarları için kötülüğe zorlar. Bulgarlarla savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayınca kuduz olduğunu söyleyerek savaşa gitmez. İkinci kez savaş söz konusu olduğunda da bilinçli olarak bel soğukluğu hastalığına yakalanır ve yine savaşa gitmez. Bir Türk subayının, eğitimli ya da değil, savaştan kaçması, çıkarı için her yolu denemesi kabul edilir bir şey değildir. Ali Reis, “Ben iyi olmadan çok şükür Edirne düştü” diyecek kadar zavallı biridir. Ömer Seyfettin, Bulgarların Panislavizm/Büyük Bulgar İmparatorluğu, Yunanlıların Panelenizm/Şark İmparatorluğu, Sırpların Büyük Sırbistan gibi hülyaları peşinde, bu hülyalarını ne olursa olsun hakikat haline getirmeyi hayatlarının en önemli ve en mukaddes vazifesi bilmiş askerleri gibi, Türk askerinin de bir büyük ideal peşinde, kişisel çıkar gözetmeden, önceliğini vatanına ve milletine veren niteliklere sahip olmasını ister ve eğitimli subay dilinden şunları söyler:

Maksadım, cahillerin korkaklıklarına bir de alçaklık ilave ettiklerine delil getirmekti. Biz ordudan evvel milletin, Türklerin ahlakını düzeltmeliyiz. Namuslu ruhlar, milliyetini idrak etmiş bilinçli beyinler, lekesiz vücutlar yetiştirmeliyiz. İşte size “Mehmâemken” bir örnek!... O kadar düşmüşüz, ahlâksızlık uçurumuna, o kadar yuvarlanmışız ki, en korkunç alçaklıklarımızı, en iğrenç hıyanetlerimizi bir meziyet, bir maharet imiş gibi sıkılmadan anlatıyor, utanmıyor, korkmuyor, titremiyoruz. Beyinlerimiz granitleşmiş, vicdanlarımız, içi pislik ve çirkef dolu, kauçuktan birer torba haline gelmiş...”

“Havyar” adlı hikâyede emek, alın teri ürünü olmayan, kolay elde edilen paranın kişiyi nasıl kendi değerlerinden uzaklaştırdığı, ahlâksızlaştırdığı üzerinde durulur. 

Yaşı bugün altmışı aşmak üzere... Gamsız, kasâvetsiz vaktini geçirir. Hala pembe beyaz durur. Yüzünde bir çizgi olsun göremezsiniz, yirmi sene evvel doksan dokuzunu dolduran efendiciği gözünü kapayınca kendi gibi beyaz, tombul, yetişmiş tam kıvamına gelmiş bir tanecik kızcağızıyla yapyalnız kalmıştı. Mal vardı, mülk vardı. At vardı, araba vardı. Ama bu evde bakacak bir erkek yoktu.”

Hamdune Hanım, başlarında bir erkek olsun hem de gelinlik çağına gelen kızına koca olsun diye bir damat arar ve 

nihayet Hüsam efendiyi Topkapı'nın ücra bir mahallesinde keşfetti. Henüz yirmi yaşına giren bu genç o zaman evkafa devam ediyordu. O kadar utangaçtı ki... Selam verseler gelincik çiçeği gibi kızarıverirdi. Rakı, tütün, enfiye, bira, tiyatro, filan ne olduğunu bilmiyordu. Daha ömründe bir defacık olsun köprüyü geçmemiş, karşıya ayak basmamıştı. Fakir bir türbedar olan merhum sufi babasından kalma ödenecek bir borç gibi beş vaktinin arasına habire nafile namazları sıkıştırıyor, Ramazanı tuttuktan başka üç ayları bile bozmuyordu.

Hüsam Efendi evliliği sürecinde askere alınır, ama sonra bir kolayını bulur, kurtulur. Demek ki savaşların, toprak kayıplarının yaşandığı, ama kimilerinin zenginleştiği, kimilerinin, daha doğrusu milletin çoğunluğunun sıkıntı içinde yaşadığı o günlerde birileri de kolayını bulup askerlikten kurtulabilir. Hamdune Hanım zengindir, damadı da bu zenginlik sayesinde askerlik yapmamalıdır. Hatta bu zenginlik sayesinde Hüsam Efendi ticaret yapmalıdır, yapar da. “Beş yüz lira sermayeyle bin, bin beşyüz, ikibin lira kazandı. Müdürlükten istifasını verdi. Ticarete atıldı. Artık tamamıyla yırtılmıştı. Yüzde onbin kârı bile az görüyor, yüzde yüzbin kazanmak için akla gelmez yüzsüzlüklere cesaret ediyordu.” Artık, Hüsam Efendi için edebin, ahlâkın, hatta dinin de önemi kalmaz; vaktim yok diye namazı, niyazı da bırakır. Evlenmeden önce ve sonra, kırk yaşlarına kadar Hüsam Efendi, inançlı biridir. Evlilik kutsaldır onun için; fakat zenginleştikçe dinden, ahlâki değerlerden uzaklaşır. Ahlâkî değerleri hiçleyen biri için namus kavramının da önemi yoktur; çünkü namus kavramı da ahlâki bir değerdir, toplumsal bir ölçüttür. Evin hizmetçilerine kadar sataşma ve tecavüz için hiçbir ahlâkî kaygı taşımayan bir duruma gelmek, büyük bir yozlaşma, kendi değerlerine yabancılaşmadır; ki Hamdune Hanım, Hüsam Efendi’deki bu yozlaşmayı “Yarabbim! Bu adam kırkından sonra yalaka oldu” diyerek belirtir. 

Hüsam Efendi, toplumsal yaşamda birçok örneği olan ve devrinin dinî-ahlakî yozlaşmasını somutlayan bir tiptir. “Mehmâemken” adlı hikâyenin kahramanı Ali Reis gibi, devrinin ahlâki olmayan, geleneksel değerlerden uzaklaşmış insanlarını örneklerken devrin de genel geçer özelliklerini göstermesi açısından önemlidir. Anlaşılan odur ki savaştan kaçma, kaçınma, işini çıkıştırma, kolayını bulma, vb. artık ahlâki olup olmadığı düşünülmeyen eylemler durumundadır. Bu durum, özelinde Hüsam Efendi’deki bir bozulma, yozlaşma gibi gözükse de toplumsal bir çözülmenin, yozlaşmanın göstergesidir.

Yüksek Ökçeler adlı hikâyenin kahramanı, henüz çocuk denecek yaşta kendisinden kat be kat yaşlı bir insanla evlendirilen Hatice Hanım’dır. Namusluluğa ve temizliğe önem veren bir kadındır. Köşkteki çalışanlarına güvenir; kileri kilitlemez, parası açıkta durur, sürekli aşağı yukarı iner, çıkar, onları denetler. Giydiği yüksek ökçeli ayakkabıyı doktor tavsiyesi üzerine yünden yumuşak terlikle değiştirince köşkteki çalışanların gerçek özellikleri ortaya çıkar. Ömer Seyfettin’in üzerinde çokça durduğu ahlâkî yozlaşmanın bir köşk içindeki resmi olan bu hikâyede, köşk sahibi ile çalışanları arasındaki ilişki, yüksek ökçeli ayakkabının merdivenlerde çıkardığı sese göre biçimlenmiş, çalışanlar sese göre hareket ederek gerçekte kilerden yaptıkları hırsızlıkları, gece birlikte oluşlarını, kısaca gerçek kişiliklerini gizlemişlerdir. Hatice Hanım, çalışanları kovar; sonraki iki yıl boyunca köşke aldığı yeni çalışanlarda da aynı bozuklukları görünce pes eder ve yüksek ökçeli ayakkabılarını tekrar giyer. Yaşanılan sürecin toplumsal yapısındaki ahlâkî yozlaşmanın küçük bir örneğinin sergilendiği bu hikâyede toplumda namuslu, dürüst insanların, namussuz, yozlaşmış insanlar karşısındaki durumu sergilenmektedir. Hatice Hanım dürüsttür, namusludur; ancak çalışanlarının namussuzluğunu, ahlâksızlığını görmesine, bilmesine karşın sessiz kalması, dahası içinin rahat olması, dürüst insanların da yozlaştığının göstergesi, namuslu, dürüst insanların namussuz, dürüst olmayan insanlara uymasıdır; ki bu durum, insanın kendi değerlerinden uzaklaşması, yozlaşmasıdır. Ahlâksızlık, namussuzluk, üstü örtülerek, görmezden gelinerek önlenecek, ortadan kaldırılacak davranışlar değildir; aksine toplumda benzerlerinin türemesine neden olacak ve yaygınlaşacak düşünme ve davranış şekilleridir.

Sonuç

Toplumda ahlâkî değerleri canlı kılan, yaşamlarını bu değerlerle biçimleyen, bu değer ve ilkelere göre davranan insanlar, toplumu da ahlâklandırırlar. Toplumsal yaşamı düzenleyen ve sürdüren kuralların sağlıklı şekilde sürdürülmesi, bu kuralları uygulayan bireyler arasındaki ilişkilerin düzenliliğine ve birbirlerini denetlemesine bağlıdır. Toplumsal yapıyı meydan getiren birimler arasında eşgüdüm var ise ve bu birimler, -bunlara kurumlar da diyebiliriz- birbirini denetleyerek hareket ediyorsa, toplumda bir yozlaşma söz konusu olamaz. Ancak, birey-toplum ilişkisi sağlıklı değil ise, kurumlar arası istişare, eşgüdüm yoksa, hele hele ortak aklın temsilcisi bir otorite yoksa, toplumda güç odakları ortaya çıkar; ki bu da toplumu bozulmaya, çözülmeye sürükler.

Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönem, Osmanlı Devleti’nin siyasî ve ekonomik olarak çok sıkıntılı olduğu bir dönemdir. II. Meşrutiyet’in ilânıyla Osmanlı Devleti’nden Balkan milletlerinin ayrılması, savaşlar, göçler, ekonomik sıkıntılar, vd. etkenler, toplumsal yaşamın düzenini de bozmuş, insanlarda dinî, ahlâkî yozlaşmalara neden olmuştur. Böyle bir durumda her türlü toplumsal yozlaşma (hırsızlıklar, namussuzluklar, ahlâksızlıklar, vb), elbette ki Ömer Seyfettin gibi mert, dürüst, şerefli, fedâkâr bir Türk aydınını, yazarını da ilgilendirmiş, Türk milletinin yaşadığı tüm olumsuzlukları kendi benliğinde hissetmiş ve yaşadıklarından, tanık olduklarından hareketle hikâyeler yazmıştır. Yıkılmakta olan devlette insanların da bencilleştiğini, kendi menfaatlerini öncelediklerini, milletten, milli değerlerden uzaklaştıklarını görmüş, onlara milli değerleri, sahip oldukları ahlâkı hatırlatmayı görev sayıp eserlerini inşa etmiştir.

Ömer Seyfettin’in hikâyeleri bugün de güncelliğini korumaktadır. Çünkü, Ömer Seyfettin olanı, yaşananı aktarırken olması gerekeni de belirtmiş, dolayısıyla geleneksel milli değerleri hatırlatarak milli hafızanın güncellenmesini hedeflemiştir. 

KAYNAKLAR

AYVERDİ, İlhan             2010, “ahlâk”, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yay., İstanbul, s.23.

ÖMER SEYFETTİN         2009, Bütün Hikâyeler, c.8, Üç Harf Yay., İstanbul

 

 

"Vefa"nın sadece bir semt ismi olmadığını kanıtlamak için... Silah almak mı?

Suriye denkleminde son durum

"Suriye, Türk himayesine giriyor"; "İsrail ve Türkiye çıkarları Suriye'de çatışıyor"

"Erdoğan'ın ısrarcılığı, Colani'nin başarılı olup olmayacağı netleşmeden Suriye haritasında değişikliğe neden olabilir"

Esad sonrası Suriye: Rusya'nın Ortadoğu'da kriz stratejisi ve Türkiye'nin yanıtı

Yeni Suriye denklemi nasıl olacak?

RUMLAR TÜRKİYE’Yİ SUÇLAMAK İÇİN BAHANE YARATMAĞA ÇALIŞIYORLAR

Suriye jeopolitiğinin değişen doğası

UYAN TÜRK, UYAN MÜSLÜMAN!

İçinde ümidi ve ümitsizliği barındıran bir süreç: 5 Kasım