Prof. Dr. Mustafa Sever
Küreselleşme, özellikle 1980’li yıllardan itibaren dünyayı ekonomik, siyasi, kültürel, hatta kimi zaman da askerî yönden etkileyen bir sürecin adıdır. Jeopolitik sınırlar, teknolojideki ilerleme ve dolayısıyla iletişimdeki gelişmelerle yaşanılan süreçte artık engel olmaktan çıkmıştır. Sınırların, iletişim teknolojisindeki gelişmelerle, bilgisayar ve dolayısıyla internetin, networklerin yaygınlaşmasıyla engel teşkil etmemesi, dünyanın da bir köy[1] olarak algılanmasına ve adlandırılmasına sebep olmuştur.
Global köy olarak adlandırılan bu dünyada en kolay elde edilebilir şey bilgidir ve bu bilginin dijital ortamda bir yerden alınması ya da bir yere gönderilmesi son derece kolaydır. Ritzer, bu süreci “kontrolden çıkmış bir dünya”[2] olarak adlandırır. Dünyanın kontrolden çıkması, daha doğrusu kontrolü belli güçlerin ele geçirmeleri, kutupsuz bir dünyayı doğurmuş; kültürel açıdan bir yandan dünyanın homojen bir kültürle, yaşama şekliyle biçimlenmesi, diğer yandan da yerel kültürlerin, dahası etnik farklılıkların gündeme getirilerek, hatta kışkırtılarak ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu amaçla yaşanılan süreçte, küresel ölçekte kültürel farklılıkların en aza indirgendiği, serbest piyasa ekonomisinin işlediği, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”[3] türünden bir liberal demokrasi ve küçük, kolay yönetilebilir etnik yapıların (devletçiklerin) oluşturulduğu bir dünya düzeni yaratılmaya çalışılmaktadır.
İşte, böylesi bir süreçte, her millet kendisine bu süreçte etken mi yoksa edilgen mi olacağını ya da küresel rüzgârda kendisi olarak kalıp kalamayacağını sormak ve ona göre davranmak zorundadır. Yaşanmakta olan çağda, her millet için olduğu gibi Türk milleti için de oldukça zor süreçler söz konusudur. Çünkü, küreselleşme için ya da küreselleşmenin efendileri, yani eyleyenleri için bu süreç, maddî olduğu kadar kültürel bir harekettir ve bunun adı da emperyalizmdir; ki bu hareketin amacı, pek çok yönüyle (ekonomik, siyasî, kültürel, vd.) ve pek çok araçla dünyayı demokrasi, eşitlik, insan hakları, eğitim, eğlenme, yeme-içme, giyim, vd. masallarıyla Batı düşüncesinin ve yaşama şeklinin etkisine sokmak olarak belirginleşmektedir.
Sürecin dışında kalmak mümkün değil, çünkü henüz başka bir dünya yok. Öyleyse ne yapmalıdır? Milletleri, örnek alınır, üstün, değerli yapan, sahip oldukları maddî-manevî değerleridir. Gelenekten gelen bu değerler, onu diğer milletlerden farklı kıldığı gibi, yaşanılan çağda da onun yeni durumlara, sorunlara çare bulmasında değeri ölçülemeyecek hazineleri olarak faydalanabileceği kaynaklar olarak hizmet verebilir. Bu açıdan bakınca, Türk milletinin geleneğinde, eski yaşayışında hem maddî hem de manevî yönden toplumsal hayatını düzenleyen fütüvvet ve onun uygulama biçimi ahilik gibi bir kaynak görmek mümkündür.
Arapça fetâ’dan türetilen fütüvvet mertlik, yiğitlik, delikanlılık, özgür iradelilik, cömertlik anlamındadır. Tasavvufî gelenekte ise fütüvvet, kişinin Allah’ın rızâsını kazanmak için bedenî, aklî gücünü halkın menfaati yönünde kullanması demektir. Tasavvufta nefs terbiyesi, riyâkârlıktan, kibirden uzak durma, kişinin eğitiminin başında gelen hususlardır. Fütüvvet ehli, tarihî süreçte kim olursa olsun yardıma ihtiyacı olan herkese karşılık beklemeden yardım eden insanlar olarak biline gelmiştir.
Fütüvvet ehli, toplumun refahının edep, ahlâk içerisinde insanların çalışmaları, üretmeleri, üretiklerini paylaşmaları ile olabileceğine inanır; çünkü Hz. Peygamber’in “Doğru yoldan çalışıp kazananlar, Allah'ın (c.c.) sevgili kullarıdır. Çalışıp kazanan kullarını Allah (c.c.) sever.” sözlerini kendilerine düstur edinmişlerdir. Fütüvvet ehline en iyi örnek, Anadolu’da XIII-XVI. yüzyıllarda gerek dinî-tasavvufî gerekse gündelik hayattaki faaliyetleriyle Anadolu insanının maddî ve manevî dünyasını aydınlatan Ahi birlikleridir; ki maddî-manevî etkileri hâlâ halk kültüründe birçok gelenekte, âdette, günlük yaşayışta canlılığını korumaktadır. İş, bu mirasın farkına varabilmek ve günümüzde uygulanabilirliğini görebilmektir.
Fütüvvet/Ahi düşüncesi, kişiden aileye, aileden millete kadar genişleyen toplulukta maddî ve manevî eğitimi, bu eğitimin öngördüğü yaşamayı, helâl üretip kazanmayı, ihtiyaç ölçüsünde tüketmeyi, dünyaya açgözlülükle bakmamayı, şükretmeyi, diğerkâmlığı, topluma yararlı olmayı öngörür.
Fütüvvet ehlinin, ahiliğin düşünceleri, uygulanabilecek somutluktaki ilkeleri, milletimizin geleneksel dinî-ahlâkî birikiminin, toplumsal yapısının, üretim-tüketim faaliyetlerinin korunması, güçlendirilmesi ve sürdürülmesinde etkin olarak kullanılabilir.
Çalışıp üreten ve çevresinde ihtiyacı olanları koruyup kollama yönünde paylaşımcı olan insanların yüzyıllar öncesinde olduğu gibi günümüzde de gerekli organizasyonları oluşturması ve etkin olarak çalıştırması büyük önem taşımaktadır. Çünkü, iş yaşamında çalışma ahlâkının verimliliğin anahtarı olduğu, diğer yandan gündelik hayatta da insanlar arası iletişim ve ilişkilerde sağlıklılığın ve düzenin oluşturulması için birtakım geleneksel ilkelerin işletilmesinin gerekliliği, üzerinde herkesçe ittifak edilen gerçekliklerdir. Eğer ki bu ilkeler (maddî, manevî) toplum hayatında uygulanabilirse, insanlar dinî-ahlâkî değerlerinin işlevselliğini görecek, kendisi kadar diğer insanların da hakkına sahip çıkacak, üretmeyi, toplum hayatına katkı sunmayı amaç edinerek şahsiyetli insan hâline gelecektir.
Şahsiyetli, iyi insanlara her zamankinden daha fazla günümüzde ihtiyaç vardır. Geleneksel dinî-ahlâkî değerlerde birleşen insanların oluşturduğu topluluklarda huzur hâkim olur; öyleyse, bu milletin ortak hafızasında saklı olan fütüvvet kültürünün güncellenmesi gerekmektedir.
Fütüvvet düşüncesinde kişinin başta ailesinde, çevresinde ve yaşadığı toplum içinde dürüst, edepli ve ahlâklı; çevresindeki insanların hakkına, hukukuna saygılı, onlara yararlı olma çabasında, güvenilir, adil, vicdan sahibi olması ilkeler hâlinde belirtilir. Hemen her fütüvvetnâmede çıraktan ustaya kadar her yaş ve statüdeki insanın, toplum hayatına yakışan niteliklerle donanmasını sağlayacak ilkeler sunulur. Eski Türklerin yaşayışlarındaki töre gibi, yaşanılan zaman ve zemine göre bu ilkeler düzenlenmiştir.
Fütüvvetnâmelerdeki ilkelerin günümüzde de kullanılması, son derece mümkün, hatta zorunludur; çünkü, dünya artık küçülmüş, köy hâline gelmiş; milletler arasında iletişim, ulaşım ve doğal olarak da etkileşim hat safhaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu süreçte milli değerlerin güncel formlarda sunulması, uygulanması gerekmektedir. Dünyada hangi millet olursa olsun, eğer ki yaşantısında, kültüründe bir eksiklik, boşluk olursa, o eksiklik diğer milletlerden olumlu-olumsuz bir kültür unsuruyla doldurulur. Türklerin milli kültür hazinesinde, güncel ihtiyaçlarını karşılayacak, sorunlarını çözecek değerleri mevcut olup ortaya çıkarılması, güncellenmesi gerekmektedir.
Her ne kadar küresel kültür ile internet, TV’ler, AVM’ler gibi etkin araç ve mekânlarla; reklam, moda, dizi filmler, alış-veriş siteleri, vd. yollarla tüketim fetiş hâline getirilse de yaşanılan süreçte -adı telaffuz edilmese de- fütüvvet kültürünün, ahiliğin temel ilkeleri, insanlığın ortak değerleri olarak yaşaya gelmektedir; çünkü ekonomik, siyasî, kültürel olarak yaşanılan her olay ve durumda sendikalar, sivil toplum kuruluşları, tüketici dernekleri, kooperatifler, vd. gibi kuruluşlar, fütüvvet ilkelerinin günümüzde de değerini koruduğunu, uygulanabilir olduğunu göstermektedir.
Uygulanabilirliği noktasında yaşanılan çağda insanların yaşadığı türlü sorunların fütüvvet düşüncesi ile çözümü mümkündür. Neredeyse her şeyin tüketilebilir olduğu, ahlâkın, insanın, insan emeğinin değerinin hiçe sayıldığı, bencilliğin sınırsızlaştığı, insanların karşılarındaki insanları din, mezhep ve etnik kimliğiyle ötekileştirdiği bir süreçte, fütüvvetin “nefisle mücadele etmek, Tanrı buyruklarını tutmak, adetâ kendisini halka vakfedip herkese iyilikte bulunmak, bilhassa cömert olmak, konuk sevmek, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlara sevgi beslemek, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak ve herkesi bir görüp kendisini herkesten aşağı tutmak”[4] gibi ilkeleri günümüz insanına adeta bir rehber görevi görebilir. Yeter ki bu ilkeler, doğru yöntemlerle çocuğundan yaşlısına kadar toplum üyelerine sağlıklı şekilde aktarılabilsin.
[1] Marshall McLuhan, The Gutenberg Galaxy: The Making of Typographic Man//Gutenberg Galaksisi: Tipografik İnsanın Oluşumu (1962 ) isimli kitabında “Global köy” kavramını kullanmıştır.
[2] RİTZER, George Küresel Dünya, Ayrıntı Yay., 2011 ,İstanbul, s. 77
[3] Adam Smith’in 1776’da yayımlanan Toplumların Refahı adlı eserinde söylediği “Laissez faire, laissez passer” sözü.
[4] GÖLPINARLI, Abdükadir İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı, İstanbul Ticaret Odası Akademik Yayınları, 2011, İstanbul, s. 31.